Rahmet Gazaba Galip Geldi

Yusuf Yargın

Sözcüklerin insan ruhu üzerinde etkileri vardır. Örneğin ‘çöl’ kelimesi; daha ilk söylendiği andan itibaren, damaklarımızda bir kuruma ve ruh kimyamızdaki topraklarda bir nevi çatlaklar oluşmaya başlar. Nitekim çöller, adeta yaşama geçit vermemek için kefaretsiz bir yeminle ant içmiş gibiler. Otların bile yeşermeye cesaret edemediği bu tür coğrafyalarda yolunuzu kaybetmeniz veya susuzluktan ölmeniz an meselesidir. Buralar dünyanın en ıssız, en zorlu ve en kurak yerlerdir. Örneğin Sahra Çölü’ne düşen yıllık yağış miktarı, sizin bir duş esnasında kullandığınız su miktarıyla neredeyse aynıdır.

Çöl gemisi olarak adlandırılan develer, her ne kadar bu çölleri geçebilseler dahi buraları yuva edinmezler. Gümüş renkli karıncalar bile güneşe on dakikadan fazla dayanamaz. Kum ve toz fırtınaları ise günlük yaşamın bir parçası. Yani tam bir gazap yeri ve kimilerine göre her günü bir kıyamet. Çöl, her ne kadar yaşamı yok etmeye çalışsa da bu kurak alanda yaşamak için direnenler yok değil. Örneğin; Çad ülkesinin kuzey bölümünü kaplayan çöllerde yaşayan bir kısım bedevi aileler, bunlardan bazıları. Bu aileler geçimlerinin teminatı olan develerini, suya kavuştursun diye “Afrikalı çocuk çobanlar” diye isimlendirebileceğimiz çocukların önüne katarlar. Çöldeki bütün riskleri göğüsleyen bu küçük çobanlar, bir damla su bulabilmek için kumtaşı tepelerine doğru günlerce sürecek olan bir yolculuğa çıkarlar. Bir su birikintisine kavuşup kavuşamamanın ümidi ve korkusu, çöl yolculuğunda çekilen tüm sıkıntılardan daha ağır basar. Acaba bu çöl denilen şey, böğründe saklayıp hapsettiği su nimetini kendilerine sunacak mıydı? Kum taşı tepelerinin arasındaki su birikintileri ya kurumuş ise! Belki de hiç beklemediğiniz bir anda çöl, sakladığı hediyesini sunarak yaşama bir kez daha geçit verecekti. Hasretin vuslata dönmeyi beklediği bu zorlu yolculuğun sonunda çölün saklayıp da hapsettiği suya kavuşma anı gelir ve su burada tam anlamıyla bir ab-ı hayata dönüşür. Bu, yaşam ile ölüm arasındaki çizgidir. Sevinçle bütün bu olup bitenleri müşahede eden idrakli gözler adeta lisan-ı hal ile şöyle der: “Bak, işte! Rahmet, bir kez daha gazaba galip geldi…”

Sadece insana değil, börtü böceğe bile yaşam fırsatı verme açısından çok katı bir tutum içerisinde bulunan çölün bu gazap haline karşın Rahmân, mürebbi sıfatıyla çöl hayvanlarını yaşamsal stratejilerle donatmıştır. Çölde su bulma ümidini canlı tutan amilin kaynağı nedir diye sorarsanız bu elbette Rahman olan Allah’ın merhametidir. O merhamet ki asla ondan ümit kesilmez. Gerek yağmura hasret bu çorak topraklar ve gerekse kurumuş dallarda açmayı bekleyen çiçekler, buna dair inançlarını tükenmek bilmeyen bu umuda bağlamışlardır. Tıpkı bunun gibi kulları da ümitlendiren yine O’dur. Tüm varlığın yaratıcısı olan Halık-ı Zülcelâl, insanı yarattığı gibi ondaki umudun da yegâne yaratıcısıdır. Umut bir kimsenin, kişisel olay ve durumlarla ilgili “olumlu” sonuçlar çıkabileceği ihtimaline dair duyduğu inançtır. Hayatın itici gücü, bitmeyen enerjisi ve sönmeyen ışığıdır. Yaşamın motivasyon kaynağıdır. Bir çeşit gazap halini andırmasına mukabil ümit beslemek, rahmetin tezahürüdür. Ümit olmadan yaşam olmaz. Hem üstelik bir ümit tükenirse hemen bir yenisi doğar.

Çöl şartlarında suya dair umut beslemekten söz açılınca, Hz. Hacer’den bahsetmemek olmaz sanırım. Rivayete göre Hz. İbrahim, eşi Hacer ile küçücük yavrusunu, kuru yanık, susuz ve bitkisiz Mekke vadisine bırakır. Elini uzattığında herhangi bir yardım elini bulamayacağı bu çorak topraklarda yalnız ve kimsesiz kalacağını anlayan Hacer validemiz: “Ey İbrahim! Bizi buraya bırakıp gitmeni, sana, Allah mı emretti?” diye sorunca, Hz. İbrahim: “Evet, Allah emretti.” demişti. Bunun üzerine Hz. Hacer: “Öyle ise git, Allah bize yeter. O bizi himayesiz bırakmaz.” demişti. Bütün içtenliği ile Allah’a tevekkül edip işlerini O’na ısmarladı. Rabbinin onu asla terk etmeyeceğine, imdadına yetişeceğine ve bu durumdan kurtaracağına dair kuşkusuz ve koşulsuz bir şekilde iman etmişti. Hem üstelik tüm umutların özünde kurtuluş yok mudur? Aşk, sadakat ve umut ile Allah’a yöneldi. Safa Tepesi’nden, Merve Tepesi’ne defalarca koşturdu ve ümidini bir an bile kesmeden, arayışa geçti. Sonunda hem suya hem de kendisine hamilik edecek merhametli bir topluluğa kavuştu.

Bugün hac ve umre ibadetlerini gerçekleştirenler de adeta Hz. Hacer’in manevi ayak izlerini takip edercesine Safa ve Merve tepeleri arasında yedi defa gidip gelerek sa’y yaparlar. Böylelikle Hz. Hacer’in iradesini ifade eden el ve ayaklarının çırpınışını ve de ümit dolu gönlünün gayretini sembolize ederler. Zira umut, ‘kendini gerçekleştirme’ yolundaki kararlılığın adıdır. Çokların, ‘Bir’ olana açılmasıdır.

Umut bazen, okyanusta boğularak ölme riski atlatan Cat Stevensların Yusuf İslamlara dönüşme sürecindeki imdat çığlığıdır. Bazen de bir ateistin dehşetli bir deprem esnasında “Allah!” diyerek bir an için fıtratına, özüne dönme seansının adıdır. Umutsuzluğa teşvik eden unsurların etrafı sardığı bir yerde dahi umut, varlığını hemen ilan eder. Aksi takdirde umutsuzluk ölümcül bir hastalıktır. Buna mukabil Rahmân, ümidi besler ve yanına da sebatı yoldaş kılar. Ümitsizliğe kapılmayı yasaklar. Hele hele rahmetinden ümit kesmeyi haram kılmıştır. Mümin insan, bu fani dünyada son bir on saniyesi bile kalsa yine de umutla yaşar.

Kullarını, bağışlanma hususunda da ümitlendiren yine sonsuz merhametiyle lütuf ve ihsanda bulunan Rahmân’ın takendisidir. Bu konuya dair Kur’an’daki en ümit verici ayet Zümer Sûresi’nde geçer. Burada Allah şöyle buyuruyor: “De ki! Ey kendi aleyhine olarak günahta haddini aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Zümer, 53) Bu ayet bizler için, Allah’ın bağışlamasıyla ilgili iradesini sınırlayacak hiçbir gücün bulunmadığını unutmamakla birlikte, Allah’ın rahmetinin ümitsizliğe yer vermeyecek kadar geniş olduğunu bildiren bir müjdedir. Buna karşılık burada günahlar içerisinde yüzerek ruhlarını kirletenlerin bu durumunu hoşgörü ile yüceltme söz konusu değildir. Kur’an’ın ayetleri bütüncül bir çerçevede ele alındığı zaman örneğin ‘Allah’a şirk koşanların’ bağışlanmayacağı aşikâr bir gerçek olarak karşımıza çıkar. Mezkûr ayet, günah işlemeye teşvikten ziyade en günahkâr insana bile tövbe kapısının açık olduğunu ve Allah’ın bağışlamasını da içeren rahmetine dair ümidi canlı tutan bir mesaj içerir. İşlenen bir günahtan sonra ümit ile Allah’tan bağışlanma isteği, daha ilk insan olan Hz. Âdem ve onun eşi Hz. Havva’ya kadar uzanır. Onlar şöyle demişlerdi: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan, mutlaka ziyan edenlerden oluruz!” (A’raf, 23) Onların ruhsal durumu korku ve ümit arasında gidip gelmekteydi. Dikkat etmek gerekir ki burada, maşukun sevgisini ve rızasını kaybetmeye dair duyulan korku, insanı pasifliğe ve ümitsizliğe itmez, tam tersine ümidi canlı tutar.

Kulun bağışlanma ümidine dair, İslam dininin öne sürdüğü ruh hali; bir hata işleyip de evde kendisini dayaktan başka bir şeyin beklemediğini düşünen firari çocuğun ruh haline benzemez. Zaaflarına uyarak günah işlemiş olsalar bile bu din, kulları Allah’ın rahmetinden kovma hususunda hiç de acele etmiyor. Suçlu olarak döneceği o merhamet kapısında şefkatli bir elin bulunduğuna dair kuşku duymaz.

Kuraklık ve çölleşme sadece coğrafi alanlarla sınırlı olmadığı gibi ümidi beslenen de sadece su değildir. İnsani değer yargılarının erozyona uğradığı toplumlarda da manevi bağlamda bir kuraklık veya bir çölleşme söz konusudur. Bu değerlerle birlikte topluma neyi yapması gerektiğini söyleyen, gelenek ve geleneksel değerlerin etkisinin zayıflamış olduğu böylesi bir atmosferde bazen insan, yüz katlı bir binada yaşıyor dahi olsa yine de kendisini yalnız hissedebilmektedir. Bir mozaik kalıbındaki çakıl taşları gibi aynı sosyal dokunun içerisinde ama birbirinden kopuk aşırı bireyselleşmiş kişiliklere dönmektedirler. Güven duygusunun terk-i diyar eylediği, hırs ve bencilliğin merhametin sesini duymak istemediği, intihara teşvik eden şartların prim gördüğü böylesi kasvetli ve gazabı andıran bir hayata rağmen Allah, yine de ümidi yaratmaya devam ediyor. İnsanlığın bozulduğu gerçeğinin dillere pelesenk edildiği toplumsal çöllerde her bir çocuğun doğması; insani özün daha doğrusu fıtratın, kendisini tekrar ederek yeniden yaratılmasıdır. Bu da kaybolup da aranan insan özünün çöldeki ab-ı hayatıdır. Rahmetin gazaba galip gelmesidir. Ümidin sürekli canlı tutulmasıdır.

Bazen ümitsizlik fertlerin benliğini aşıp toplumsal bir karaktere dönüşebilmektedir. Bu bağlamda İslam toplumlarına baktığımızda, Batı’nın uygulaya geldiği gerek klasik gerekse de post modern sömürgecilikle birlikte bilim ve teknolojideki açık ara üstünlüğünün, ‘yenilmişlik ve ümitsizlik psikolojisi’ üzerindeki etkilerini görebilmekteyiz. “Mağluplar, galipleri taklit eder.” sosyolojik tespitine dair İbn-i Haldun’a sık sık söz hakkı verildiği çağımızda; Batı’nın yıkıcı tesirleri, Müslümanların ahlakına ilham kaynağı teşkil eden bağlarla olan ilişkisini zayıflatmada da önemli roller oynamıştır. Sebep sonuç ilişkisinin doğurduğu yenilmişlik ve ümitsizliğe dair bu ruh halinin dolaşımda olduğu Müslüman toplumlarda, Allah’tan ümit kesmeyi haram bilmiş idrak sahibi müminler, geleceğe dair ümitlerini her daim yüksek tutmuşlardır. Çünkü ümitsizlik girdabı gazap; buna mukabil ümit, rahmet olagelmiştir. Buluşların peşindeki mucitler, zirvelere sevdalananlar, geçmişlerini geleceğe bağlayanlar, her darlıktan sonra bir genişlik bekleyenler, hep bu umut denilen inanca yaslanırlar.

Ümit etmek, olumlu ve daha iyi olanı istemektir. Ümit etmek demek, dilemektir. Dilemeyi var eden ise Rahmân’ın kendisidir. Doğrusu,“O dilemeseydi siz dileyemeyecektiniz.” (Tekvir, 29) Ümitle beraber insanlara tercih ve karar kabiliyeti veren O’dur. İnsanlık var oldukça umut, uyanık insanların rüyası olmaya devam edecektir.