Tam 7 yıldır hem dünya hem de bölge siyasetinde yoğun tartışmaların, ittifakların ve çekişmelerin odağında yer alan Suriye sorunu, Türkiye’nin Afrin operasyonu ile birlikte bir kez daha gündemin üst sıralarına taşındı. Türkiye’nin başlattığı askerî harekâtın sürpriz olduğu elbette söylenemez. Aynı şekilde Erdoğan’ın çok uzun bir zamandır dillendirdiği şekilde ‘bir gece ansızın’ gelinmediği de aşikâr. Bununla birlikte küresel çapta engeller, zorluklar, gerilimler hesaba katıldığında Afrin operasyonunun oldukça zor ve kritik bir karar olduğu tartışma götürmez. Türkiye’nin gayet cesur ve bir o kadar da riskli bir adım attığı her halükârda kabul edilmelidir.
Afrin başlığıyla tartışılan konunun Suriye’nin Halep vilayetine bağlı bir yerleşim yeri olarak Afrin’in çok ötesinde geliştiği açıktır. Bu yüzden konuya dair tartışma başlıkları Suriye’nin geleceği, üniter yapısının devam edip etmeyeceği, Türkiye’nin güvenlik kaygıları ve benzeri bölgesel düzlemlerden ABD ve Rusya arasındaki rekabete ve küresel güçlerin pozisyon alışlarına kadar uzanmaktadır.
Her bir başlığın önem arz ettiğine ve üzerinde çokça kafa yormayı hak ettiğine kuşku yok ama biz şimdilik bu başlıkları tartışmayı bu sıralarda televizyon ekranlarında sıkça arzı endam eden mebzul miktarda uzmana bırakıp doğrudan bizi ilgilendiren, ilzam eden boyutları üzerinden meseleyi değerlendirelim. Şüphesiz bizim açımızdan konu öncelikle gelişmelerin Müslümanlara ne getireceği, İslami hareketleri nasıl etkileyeceği boyutuyla ele alınmayı hak etmekte; İslami ölçülerle konuya nasıl yaklaşılması, hangi hususlar üzerinde hassasiyet gösterilmesi gerektiği türünden sorular cevap beklemektedir.
Taraflar Kimler ve Hangi Pozisyondalar?
Türkiye’nin Afrin operasyonu her ne kadar Kürt milliyetçi çevrelerce Kürt halkına ve Kürdistan topraklarına yönelik bir tecavüz olarak sunulmaya çalışılsa da operasyonun hedefinde Kürt halkının değil, kendisini Kürt halkının yegâne temsilcisi konumuna zorla oturtmuş bir örgüt olan PYD ve onun askerî kolu YPG’nin bulunduğu, PYD’nin de PKK’nın Suriye kolu olması hasebiyle son kertede operasyonun hedefinde PKK’nın yer aldığı açıktır.
Söz konusu örgüt sadece Anadolu’da değil, Kürdistan coğrafyasının dört bir yanında ve hatta Kürt halkının yaşadığı her yerde cahilî-tağuti ideolojik çizgiyi temsil eden ve en temel işlevi Kürt uluslaşması adı altında Kürt halkını ifsada sürüklemek olan bir yapıdır. Suriye Kürdistanı'nda da aynı işlevi üstlenmiştir. İslami hareketi ve yapılanmaları rakip ve düşman görmenin neticesinde Suriye halkının kıyamına başından itibaren düşmanca yaklaşmıştır. Esed rejimine asla tavır almamış, kimi yerde ittifak etmeyi tercih ederken, kimi yerde ise hâkimiyet alanını genişletme hesabıyla rejimin zayıflıklarından kendisine avantaj devşirmeye çalışmıştır.
Rejim ve muhalifler arasında gelişen çatışmayı tümüyle oportünist bir yaklaşımla değerlendiren PYD/PKK üstelik halkların kardeşliği sloganını da ağzından düşürmeyerek Suriye halkını vahşice katleden rejimle irtibat ve ittifakını sürdürmüştür. Bununla da yetinmemiş, bu sol görünümlü, sözde anti-emperyalist yapı emperyalist güçlerin taşeronluğunu da bihakkın ifa için elinden geleni ardına koymamıştır. O kadar ki belki de dünya genelinde eşine az rastlanır bir şekilde aynı anda hem ABD’nin hem Rusya’nın yüksek düzeyde himayelerine mazhar olmayı başarmıştır!
Hülasa, hem bölge genelinde ve hem de özelde Suriye’de üstlendiği müfsid ve mücrim rolüyle ve İslami kimliğe ve çizgiye düşmanlığıyla maruf yapısıyla PYD/PKK’nın yenilmesi, geriletilmesi, tümüyle tasfiye edilmesi ümmetin maslahatınadır!
Buna karşın Türkiye ise birtakım yanlışlarına, zaaflarına, eksiklerine rağmen bilhassa ‘Arap Baharı’ diye tesmiye olunan süreçte genel manada mazlum halklardan yana tutumu ve İslami güçlere verdiği destekle öne çıkmış ve bu yüzden de hem içeriden hem dışarıdan yoğun tepki ve düşmanlıkların hedefi haline gelmiş bir ülkedir. Hassaten Suriye halkının kıyamına başından itibaren omuz vermesi ve halen de mazlumlardan yana tutumundan dolayı ağır bir fatura ödemeyi göze alması takdir edilmesi gereken bir tutumdur. Ve bu ikili tablo karşısında doğal olarak tarafımız bellidir, belli olmak zorundadır.
Afrin’e yönelik operasyon sürecinde şüphesiz Türkiye’nin güvenlik kaygıları, olası bir Kürt devletini engelleme refleksi, Suriye’nin geleceğinde söz hakkı elde etme ve benzeri hesaplar da etkili, hatta belirleyici bir rol oynamış da olabilir. Tüm bu unsurları yok saymıyoruz ama son tahlilde ayrışma noktasının Suriye halkının İslami kimliği ve talebi karşısındaki konumlanma olarak tespit edilmesinin öneminin ve lüzumunun altını çiziyoruz.
Nasıl görmezden gelinebilir ki bir tarafta Esed’i ‘devlet terörü uygulayan bir terörist’ olarak tanımlayan ve İslami direniş güçlerinin başarısını kazanımı, yenilgisini ise kendi kaybı gören bir güç var. Diğer tarafta ise bir yandan kendisini ABD’ye “Ne iş olursa yaparım!” şahsiyetsizliğiyle pazarlayan ama aynı anda Rusya’yı da asla gücendirmemeye çalışan, diğer yandan sıkıştığında Esed canavarına “Seninle kader ortağıyız, gel bize sahip çık.” diye davetiye çıkaran ve her durumda İslami güçleri hedef almış ulusalcılık denen cahilî zihniyet ve pratiğe sahip müfsid bir oluşum mevcut. Acaba ABD’ye “Bize destek verin, sizin adınıza İdlib’den dincileri çıkaralım!” teklifi, işbirlikçilik ve İslam düşmanlığından başka bir şekilde yorumlanabilir mi?
Operasyonun Mahiyeti ve Tepkilerin Anlamı
Türkiye’nin Afrin operasyonunu ABD’nin şiddetle karşı çıkmasına ve Rusya’ya rağmen gerçekleştirmesi önemli bir gelişmedir. Emperyalist, kâfir güçler karşısında dik durmayı becerebilen her girişim takdiri hak eder. Ve ayrıca büyük güçler karşısında teslimiyeti, sinikliği adeta kimlik edinmiş bir devlet geleneğine sahip bir ülkenin bağımsız tavır takınabilme cesareti ve yeteneği göstermesi ise çok daha anlamlıdır. Şüphesiz bu tutumun daha ileriye taşınması, geliştirilmesi ve derinlik kazanması için çaba sarf etmek gerekir. Bu bağlamda İslami kimlik ve talepleriyle maruf kesimler daha tutarlı ve istikrarlı bir çizgi izlenmesi noktasında teşvik edici bir pozisyon almalı; emperyal güçlere bağımlılık içeren yaklaşımlara karşı ise net bir tavır geliştirmelidirler.
Türkiye’nin Afrin operasyonuyla, kimi muhalif çevrelerin dillendirdiği şekilde, emperyalist bir tutum izlediği ve yayılmacı siyaset izlediği iddiası temelsizdir. Bilakis Türkiye’nin gerek Suriye halkı, gerek diğer Müslüman haklardan yana tavrıyla emperyalizme karşı bir tavır sergilediği ve bedel ödeme pahasına ümmetin maslahatına uygun adımlar attığı açıktır. Bununla birlikte genel siyasi tutumu itibariyle haklı bir pozisyonda durması, bu zeminde geliştirilen söylemlerin ve sergilenen pratiklerin tümünün haklı ve tutarlı olduğu sonucunu da doğurmamaktadır. Bu bağlamda çelişkilere dikkat çekmek, yanlışlara itiraz etmek, uyarmak elzemdir.
Milliyetçi Atmosferin Zehirleyiciliği
Afrin harekâtıyla birlikte ivme kazanan milliyetçi, hamasi söylem ve tavırlar müthiş rahatsız edicidir. Öne çıkan Türklük vurgularına paralel olarak geliştirilen etnik tanımlama ve kategorileştirmeler, Kızıl Elma ve Turan hikâyeleri, sürekli mit ve efsane üretimine odaklanmış görünen medya kampanyası ve benzeri görüntüler ciddi oranda bir kirlilik kaynağıdır. Bu ülkenin ve toplumun köklü bir hastalığına işaret etmektedir.
15 Temmuz sonrasında yoğunlaşan yerli-milli ve otoriter hava Afrin olayıyla birlikte daha da koyulaşmış ve boğucu bir hal almıştır. Toplumu vatanseverlik mesajları çerçevesinde ve lider kültü etrafında homojenleştirme çabalarının ve ‘derin tarihî kökleri bulunan devlet’, ‘yüce millet’, ‘gözü pek, kahraman lider’ ve benzeri vurgular etrafında geliştirilen söylemlerin iç politik hesaplarla bağlantılı olduğu nettir.
Açıkçası ümmet perspektifi ve hassasiyetine sahip bir Erdoğan’ın güçlenmesi lehimizedir, ümmetin maslahatınadır ama giderek Bahçeli’ye benzeyen bir Erdoğan sadece Türkiye halkı ve ümmet için kayıp olmakla kalmaz, İslami tezlerin ve iddiaların da kaybetmesine, gerilemesine, yıpranmasına yol açar. Bu noktada ortaya çıkan bazı olumsuzlukları, çelişkileri, sapmaları ‘arızi durumlar’, ‘konjonktürel şeyler’ deyip geçmemek ve yanlışlara mutlaka itiraz etmek zorundayız.
Bu bağlamda maalesef İslami camiayı da içine alacak şekilde derin bir perspektif bulanıklığı ve kavramsal kargaşa hali ile yüz yüze olunduğu görülmektedir. Vatan, millet, şehadet vb. kavramlar neredeyse hiçbir akidevi kaygı, tutarlılık endişesi gözetilmeksizin son derece özensiz bir şekilde ve hoyratça kullanılabilmektedir. İktidar kadroları ve hassaten de Erdoğan üzerinden devlet politikasıyla özdeşleşme hali yaşanmakta, bu durum gelişmeleri değerlendirme biçiminden seçilen kavramlara kadar her düzeyde adeta devleti tümüyle içselleştirme tavrına yol açmaktadır.
Klasik Devlet Refleksi ve ‘Savaştayız’ Ceberutluğu
Harekâta karşı çıkışlar, tepkilerle ilgili olarak en tepeden başlayarak, devletin tüm kademelerine sinen ve kamuoyuna da taşınan tahammülsüz ve saldırgan tavır dikkat çekicidir. Afrin operasyonunun başladığı andan itibaren estirilen boğucu milliyetçi atmosfer karşı çıkan, itiraz eden herkesin vatan haini, bölücü, emperyalistlerin maşası vb. şekilde itham edilmesinin önünü açmış; barış çağrısında bulunmak dahi suç kabul edilmiştir. Siyasi partilerin dahi görüşlerini ifade etmek için basın açıklaması yapmasına izin verilmeyen bir ortam tesis edilmiştir.
Evvela Türkiye’nin heterojen bir toplumsal yapıya sahip olduğu, pek çok farklılık barındırdığı ve siyasal kutuplaşma düzeyi çok yüksek bir ülke olduğu unutulmamalıdır. Bu ülke ayrıca iktidar politikalarına karşı yüksek düzeyde bir muhalefet geleneğine de sahiptir! Bu yüzdendir ki tüm bu gerçekliği yok sayıp herkesin milli birlik ve beraberlik ruhuyla devletin izlediği siyasetin arkasında saf tutmasını beklemek, talep etmek kesinlikle anlaşılmaz bir tutumdur. Aynı şekilde gayet otoriter bir yaklaşımla tepkilerin bastırılmaya çalışılması ve adeta hiçbir şekilde itiraz kabul etmeyen bir tutum takınılması kabul edilemez.
Demokratik bir hukuk devleti olma iddiasındaki bir ülkede insanların barışa çağrı yaptıkları için medya linçine tabi tutulması ve ardından da yasal takibata uğratılmaları gerçekten düşündürücüdür. Her ne kadar bu çağrıları yapanlar çok büyük oranda tutarsız ve samimiyetsiz bir konumda olsalar dahi bu böyledir!
Savaş gerekçesiyle, ülkenin bekasının tehlikede olduğu iddiasıyla ya da ‘milli birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu bir zaman diliminden geçildiği’ ve benzeri söylemlerle insanların susturulması, görüşlerini ifade etmelerinin engellenmesi temel bir hak ihlalidir. Her iktidar kendi yapıp ettiklerini çok kritik, çok hayati bulabilir ama muhaliflerin aynı şekilde düşünmesi gerekmez! Ayrıca da susturulmuşluk, bastırılmışlık münafıklığı, yabancılaşmayı, güvensizliği besler. Toplumsal yapıda huzursuzluğa yol açar. Şiddet çağrısı, açık hakaret ve iftira olmadıkça görüş açıklamaktan dolayı kimse adli takibata uğratılmamalıdır. Bu tür görüşlerin kamuoyunda karşı görüşlerle nakzedilmesi, yalanlanması, çürütülmesiyle yetinilmelidir.
İtiraz Edenlerin Samimiyeti ve Tutarlılığı
Yaşadığımız toplumda farklı ideolojilere mensup insanların mevcudiyeti bir vakıadır. Hoşa gitmeyebilir, haksız ya da anlamsız bulunabilir ama bu insanların baskıyla susturulması doğru görülemez. Bilakis görüşlerini ifade etme haklarına saygı gösterilmelidir. Bununla birlikte tamamı için olmasa da kahir ekseriyeti itibariyle savaş karşıtı pozisyon takınmış görünenlerin ikiyüzlülüğünün, samimiyet ve tutarlılık yoksunluklarının altını çizmek de adaletin, hakkaniyetin gereğidir.
Bugün itibariyle ‘Savaşa hayır!’ sloganını yükseltenlerin neredeyse hiçbiri tam yedi yıldır aralıksız süren Esed rejiminin sistematik cinayetlerine; ABD’nin IŞİD bahanesiyle Irak ve Suriye’de gerçekleştirdiği katliamlara; İran ve Rusya’nın Suriye’yi işgaline karşı çıkmamışlardır. Hatta bunların çoğu Kobani’de süren çatışmalar esnasında Türkiye’yi PYD safında aktif tavır almamakla suçlamış, askerî destek verilmesi gerektiğini dillendirmişlerdir.
Bu güruh dün sessiz kaldıkları katliamların fotoğraflarını bugün çarpıtarak propaganda için kullanmaktan ve üstelik de dünyayı sessiz kalmakla suçlamaktan çekinmeyecek ölçüde pişkindir de! Açıkçası onlar savaşa değil, kendi yandaşlarına karşı açılmış savaşa karşıdırlar!
Türkiye’de yıllardır insan hakları, özgürlükler, barış, kardeşlik, diktatörlüğe ve emperyalizme karşı direniş, halk iradesi ve benzeri kavramları tepe tepe kullanan solun, mazisi itibariyle çokça çelişkiye düştüğü, inandırıcılıktan uzak olduğu bilinmekle birlikte, bilhassa Suriye savaşıyla birlikte tam bir tutarsızlık bataklığına saplandığı, söylemlerinin hiçbir samimiyet barındırmadığı ayan beyan ortaya çıkmıştır. Öyle ki diktatörlüğe karşı İslami taleplerle ayağa kalkan halkın direnişini en olmayacak şekilde karalayan bir tutum içine girerken, Baas diktatörlüğünün kimisi açık kimisi örtülü savunuculuğunu üstlenmiştir.
Bu durum siyasal gelişmelerin yorumlanması, değerlendirilmesi söz konusu olduğunda asla görmezden gelinemeyecek, göz yumulamayacak bir gerçektir. Dolayısıyla mevcut tartışmalar, tepkiler, itirazlar ele alınırken mutlaka bu yalın hakikat dikkate alınmalı, yanıltıcı söylemlerle gerçeklerin ters yüz edilmesi çabalarına prim verilmemelidir.
Afrin harekâtının ne yönde seyredeceği ve sonraki aşamalarda Türkiye’nin hem ABD hem de Rusya’nın itirazlarına karşı askerî operasyonlarına iddia edildiği üzere devam edip edemeyeceğini göreceğiz. Bununla beraber şu aşamada sürecin nasıl gelişeceğine ilişkin tahmin yürütmekten ziyade hassas olunması gereken hususlar üzerinde durmak daha faydalı olabilir.
PYD/PKK Sorunun Kaynağı Değil, Neticesidir!
Öncelikle Suriye’de sorunun kaynağı hususunda net olunmalıdır. Evet, PYD/PKK sorundur; IŞİD sorundur; aynı şekilde sınır güvenliği, mültecilerin durumu, yoksulluk, işsizlik, cehalet de önemli sorunlardır. Ama tüm bunlar neticelerdir. Sorunun kaynağı ise Esed rejimidir. Ve temel sorun olan Esed zulmü devam ettikçe, tali sorunların çözümüyle arzulanan huzur ve güvenlik ortamının sağlanması mümkün değildir.
Türkiye’nin son dönemde Suriye’de sorunun merkezini tanımlama hususunda bir yanlış yönelim içerisine girdiği gözlenebilmektedir. Tümüyle PYD/PKK tehdidine odaklanan bir yaklaşım tarzı belirginlik kazanmakta, buna paralel olarak Esed rejimine yönelik tepki ve duyarlılık ikincil plana düşmektedir.
Oysa PYD/PKK tehdidi tümüyle bertaraf edilse dahi, Esed rejimi varlığını sürdürdüğü müddetçe Suriye’nin huzur bulmayacağı, dolayısıyla Türkiye’nin de asla güvenli hale gelmeyeceği açıktır. Üzerinde daha çok durulması gereken bir husus ise bunca vahşeti işlemiş bir çetenin siyasal konjonktüre bağlı olarak iktidarını sürdürmeye devam etmesinin bizatihi bir insanlık ayıbı olduğu gerçeğidir!
Altı çizilmesi gereken bir husus da şu anda iktidarın yanında gözüken ama bidayetten beri Esed’in sözcülüğüne, taraftarlığına soyunmuş güçlü bir lobinin giderek artan etkisidir. Her gelişmeyi sinsice kendi ideolojik tutumları lehine bir karta dönüştürme çabası içindeki bu çevrelerin tezleri, propagandaları yer yer iktidar kadroları üzerinde ve hatta İslami kamuoyuna hitap eden kimi medya organlarında karşılık bulabilmektedir.
Dikkat edilirse, son dönemlerde ‘Türkiye’nin güvenliği ve çıkarları için gerekirse…’ kalıbıyla başlayan cümlelerin iktidara yakın çevrelerde de çokça duyulmaya, dillendirilmeye başladığı görülecektir. Bu yaklaşım tarzı ‘ulusal çıkar’ adına zulme göz yummayı, zalimle ortaklaşmayı tavsiye mahiyeti taşıyan kirli bir mantık ve öneriler demeti içermektedir.
Ulusalcı Perspektif İnsani ve İslami Hassasiyetlerle Çelişir!
Son dönemlerde “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır!” sözünün çok sık tekrarlanır olması dikkat çekicidir. Güya vatanın selameti için ortaya konulan fedakârlık düzeyinin yüksekliğini ifade etme adına dillendirilen bu söz gelinen yer itibariyle adeta insani ve ahlaki ölçülerden fedakârlıkta bulunma, türlü çirkinlikleri, ayıpları örten bir şal mahiyeti kazanmış gibidir. Türkiye’nin bölünme korkusunu bertaraf etmek Suriye halkının yaşadıklarını ve bundan sonra yaşayabileceklerini hiçe sayan, hiçbir şekilde umursamayan bir yaklaşım tarzını rahatlıkla dillendirenler şüphesiz akademisyen, gazeteci, siyasetçi sıfatına layık olabilirler ama insan vasfına layık görülemezler!
Türkiye’nin güvenliği, esenliği için işgal ve katliam ortakları olan İran ve Rusya’nın zulmünü görmezden gelmeyi ve Esed katilinin iktidarını sürdürmesine olur vermeyi tek yol, tek çare şeklinde sunan, pazarlayan bu mantığın bunca alıcı bulması, destek görmesi şüphesiz ‘ulusal’ kavramıyla temellendirilen fikrin, algının ve değerler dünyasının ne kadar zalimce olduğunun bir göstergesidir. Ulusalcılık adı verilen süslü, cilalı kabilecilik ile adalet ve vicdan kavramları bir kez daha karşı karşıyadırlar.
Müslümanlar ise şu veya bu ölçüde ‘ulusalcılık’ denen kimlik kirliliğine kapılmış olan herkesi insanlıktan, ahlakilikten, erdemlilikten uzaklaştırma potansiyeli taşıyan bu düşünce tarzını toptan reddetmek ve ona karşı tavır almak zorundadırlar. Bir halkın, bir beldenin güvenliğinin ancak bir başka beldenin ahalisini vahşice katleden bir despotun suçlarını görmezden gelip ona rıza göstermekle, onunla dostluk ve ittifak etmekle sağlanabileceği fikri tek kelimeyle korkunçtur! Allah ve Resulü’nün belirlediği hududa riayet etmeyi şiar edinmiş müminler asla böyle bir hadsizliğe razı olamazlar!