“Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun!” sloganıyla başlatılan çözüm sürecinin üzerinden bir buçuk sene geçti. Defalarca sabote edilmeye ve itibarsızlaştırılmaya çalışılsa da sorunun çözülmesini isteyen liderlerin ısrarı ve kararlılığı sayesinde çatışmasızlık hali ve çözüm umudu bugünlere kadar taşınabilmiştir.
Çözüm sürecinin başladığı ilk günden itibaren provokasyon ve gerilim çevrimi hiç eksik olmadı. Süreci sonuna kadar destekleyen geniş mazlum halk kitlesinin karşısında, süreci bitirmek için türlü yollara başvuran, gerilimi tırmandırmak için her fırsatı değerlendiren, dillerinden “barış ve özgürlük” ezberini düşürmeyen “devrimciler” konuşlandı bugüne kadar. On yıllardır süren bu kirli savaşın serin gölgesinde ağzına geleni söyleyerek siyaset etme kolaycılığını yeğleyenlerin sıraladıkları eski bilindik ezberler bugün artık resmi paradigmanın değişimi ile birlikte yalnızca kuru gürültü ve samimiyetsizlik anlamına geliyor. Çözüm süreci sayesinde açıkça görüldü ki; savaş haliyle transa geçen, ödenen bedele yaslanarak rant devşiren her iki tarafın da kibirli güruhu, dünün karanlık ve kirli Türkiye’sinden uzaklaşılan bu sahici ortamda tüm sunilikleri ve iki yüzlülükleriyle alenen görünür olmanın utancını bile hissedemeyecek kadar arsızlaşabiliyorlar. Kürt sorununun draması içinde öne çıkıp rol alan birçok ismin, barışın ağırlığı altında ezilen ve aslında aciz-iradesiz birer savaş çığırtkanı olduğunu son bir buçuk yıllık süreç çok iyi yansıtmış oldu.
Çocuklarını İsteyen Ailelere Reva Görülen: Hakaret, Baskı, Tehdit!
Çocukları dağa götürülen annelerin Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi önünde başlattığı ve haftalardır devam eden eyleme karşı başta kimi BDP’li siyasetçiler olmak üzere Erdoğan’dan kurtulma ümidini PKK’nin namlusuna havale edenlerin geliştirdiği ve tepeden tırnağa kibri, kendini beğenmişliği, halkı hakir görme hastalığını barındıran çiğ tavır çarpıcı olduğu kadar öğreticiydi. Diyarbakır Belediyesi önünde oturma eylemiyle başlayan bu süreçte onlarca aile dağdaki çocuklarının geri dönmesini istiyor. Son derece insani olan bu talep karşısında HDP’liler anneleri tartaklamayı, belediye önünden uzaklaştırmayı ve ağır iftiralarla bu eylemi karalamayı tercih ederken, Kandil’deki PKK bileşenleri ise aileleri tehdit etmek ve onlara gözdağı vermek için birbiriyle yarışıyorlar adeta.
Kürdistan’ın “başkentinde”, Kürt ulusalcılarının en önemli kazanımlarından olan Büyükşehir Belediyesi önünde, PKK’yi sorgulayan böyle bir eylemin yapılması Kürt ulusalcılarının çileden çıkması için yeter de artar bile. Ne HDP’ye ne de PKK’ye yönelik herhangi bir kasıt içinde olmayan ailelerin büyük kısmı bu hareketin sempatizanı üstelik. PKK’nin bölgede ilk kez böyle önemli bir sivil-insani direnişle karşı karşıya kaldığının da altı çizilmeli. Kendisine yönelik tüm eleştiri ve itirazları baskı, tehdit, çarpıtma ve gözdağıyla savuşturmayı militarist-vesayetçi yapısı gereği alışkanlık haline getiren PKK unsurları, çocuklarını isteyen aileleri de zorbalıkla vazgeçireceğini sanarak saldırgan bir strateji izledi. Hata etti; zira çözüm süreci ile birlikte hem bölgede hem de tüm Türkiye’de korku duvarları yıkılmaya başladı. PKK ise halen bunun farkında değil. Cumhuriyetin vesayetçi-militarist anlayışıyla hesaplaşma sonucu varılan bir imkân olan çözüm süreci sayesinde PKK’nin kurumsallaştırmaya çalıştığı statükonun da dağılacağı beklenmektedir ve bunun ilk işareti de ailelerin PKK tehdidine karşı sonuna kadar haklı oldukları mücadelelerinden vazgeçmemeleri olmuştur.
PKK, gençlerin gerilla saflarına katılımını çok önemsiyor. Hem dağda hem de muhatap olunan toplum katmanı üzerinde psikolojik hâkimiyetin tesis edilmesi, bölgedeki gücün muhafazası için örgüte katılım, özellikle çözüm süreciyle birlikte zayıf bir görüntü sergilemesi beklenen PKK için adeta hayati bir öneme haiz. Bununla beraber son yıllarda giderek yayılan Kürt milliyetçiliğinin romantik tesiri altında kalan gençler ve çocuklar için “gerilla olmak”, üstelik çözüm süreciyle birlikte ölüm tehlikesinin neredeyse sıfırlandığı bir ortamda bu hedefe ulaşmak oldukça cazip görünüyor. Gençlerin ve çocukların gerilla olma arzusuyla dağa yönelmesi öncelikle örgüt için prestij olsa da aileler ne çocukların ne de gençlerin yüzlerini dağlara çevirmesini istemiyorlar. Bedeli ne olursa olsun bu taleplerinden vazgeçmeyecek kadar kararlı bir duruş sergiliyorlar.
Annelerin Eylemi Çözüm Sürecinin Ruhunu Yansıtmaktadır!
Çözüm süreciyle beraber normalleşme ve huzur ortamına kavuşan insanlar, geçmişin bir daha yaşanmaması adına süreci omuzluyorlar. Çocuklarını isteyen annelerin eylemi de bu anlama gelmekte; ortaya çıkan kararlılık ve irade, savaşın bitmesi dâhil Kürt sorununa yol açan etkenlerin son bulmasına yarayacak geniş bir sivil kampanyaya dönüşmektedir. Esas itibariyle sivil siyaset unsurlarının elini güçlendirecek bu eylemselliğin kıymeti HDP tarafından anlaşılmak istenmemiş, buna mukabil AK Parti’nin bölge milletvekilleri de her zamanki gibi Erdoğan’ın çok gerisinde kalarak samimiyetten uzak bir görüntü sergilemişlerdir. PKK’nin bu eylem karşısındaki tutumunu belirleyen temel saiklar ise beklendiği gibi bolca tahkir edebiyatı, paranoyak şüphecilikle harmanlanmış karalayıcı bir üslup ve meseleye 90’ların siyaset tarzına ait militarist yaklaşımın ötesinde bakamama tutkusudur.
PKK’nin ilk başta “faşist polisin planladığı bir oyunun parçası” olarak ilan etmesi; bu tutmayınca “Çocuklar için T.C. çok tehlikeli bir yer, çocuklar burada güvende ve asla geri göndermeyeceğiz!” söylemine sarılarak meseleyi basitleştirme yolunu seçmesi ve son tahlilde aileleri açıkça hedef gösterip tehdit etmesi, annelerin eyleminin ülke çapında PKK’ye karşı bir kampanyaya dönüşmesine neden oldu. Bu durum ailelerin isteyeceği en son şeydi. Zira aileler; “Madem çözüm oluyor, dağdakiler inecek mahpustakiler çıkacak öyleyse benim çocuğumun dağda ne işi var; savaş bitecekse yüzlerce gencin dağa gitmesine ne gerek var? Madem barış isteniyor öyleyse çocuklar neden dağa çıkarılıyor?” diyerek makul ve sonuna kadar insani gerekçelerle eyleme başladılar. Ne yazık ki, bu eylem barış iradesini pekiştirecekken devlet ve örgütün aileler üzerinden yeni bir hesaplaşmaya tutuşması eylemin muhtevasının ıskalanmasına yol açtı. Oysa mesele çok basitti: “Savaş bittiyse, çocuklarımızın yeri dağ değil annelerinin yanıdır.” talebi özü itibariyle siyasi olmayıp bizatihi çözümün merkezine yerleştirilen “Artık analar ağlamasın, kan akmasın!” söyleminin hayat bulmuş halidir. Buna rağmen HDP’li yetkililerce hakarete uğrayan ailelere tavsiye cihetinden bolca milliyetçilik soslu “Kürdistan sağ olsun, çocuklarınızla övünün, onlar doğru olanı yaptı!” diye söylevler çekilmekte; Kandil ise bu eylemi en başından itibaren kendisine karşı bir başkaldırı olarak okumaktadır.
Ailelerle Alay Eden “Barış Havarileri” ve Lice Olaylarının Arka Planı
Polise taş atan çocukların aldığı ağır cezalardan yakınanlar, çocuktan işçi çocuktan gelin olmaz diyen “barış havarileri”, elinde keleşle dağda gerillacılık yapmayı bir “çocuk oyunu” sanmış olmalılar ki, sayısı bini bulan çocuk savaşçılar için ağızlarını açmıyorlar. Çocukların “kendi iradeleriyle” gerilla olmayı tercih etmesi övünülecek bir şey onlara göre. “PKK tiner koklatıp bayıltarak çocukları kaçırıyor!” sığlığında meseleye yaklaşarak lakaytlaşanların, ne Kürt sorunu konusunda ne de barışa dair samimi ve tutarlı olduğu iddia edilebilir. Nitekim bu mesele üzerine Öcalan’ın HDP’lilerle yaptığı görüşmede verdiği “Anneleri çocuklarla görüştürün.” mesajının ardından “çocukların iradelerini” yücelterek konuşanların çark etmesine de şaşmamak gerek. Tepeden gelen emirlere harfiyen uyma konusunda mahir olan bu “siyaset erbaplarından” bir vicdan muhasebesi yapmalarını, evladı dağda olan analarla empati kurmalarını beklemek saflık olur.
Annelerin eylemi karşısında bocalayan, yanlış adımlar attığını sonradan fark eden PKK, başta Kürt kamuoyu olmak üzere birçok kesimden hem annelere karşı tutumu hem de çocukları şiddetin içine sürüklemesi nedeniyle bir hayli tepki aldı. Bununla beraber HDP heyeti ile görüşen Öcalan’ın çocukların bırakılmasına yönelik talebini de dikkate alan PKK, merkezi Cenevre’de bulunan ve çocuk savaşçılar konusuyla özel olarak ilgilenen “Cenevre Çağrısı” isimli STK ile yaptığı görüşmenin ardından 16 yaşından küçük çocukları geri göndereceğini, 16-18 yaş arasındaki çocukları da aileleriyle görüştüreceğini açıkladı. Örgütün 2013 yılında “Çocukların Silahlı Çatışmaların Etkilerinden Korunmasına Yönelik Taahhütname”yi imzaladığı hatırlatılarak bu sözleşmeye sadık kalması çağrısına PKK’nin verdiği olumlu yanıtın sonuçlarını önümüzdeki günlerde hep beraber göreceğiz. Bu gelişme karşısında aileler bunu yeterli bulmadıklarını, eylemlerinin niteliğini değiştireceklerini, çocuk olsun olmasın dağdaki tüm militanların inmesi için eylemlerini sürdüreceklerini ilan ettiler. Geçtiğimiz günlerde Ankara’ya gidip Başbakan dâhil birçok yetkiliyle ve siyasi partilerle görüşen aileler Ramazan ayında da Dağkapı Meydanında sıcağa aldırmadan eylemlerini sürdürmeye devam edeceklerini açıkladılar. Sonuç almadıkları takdirde ise eylemlerini 81 ile yayacaklarını belirttiler. Yıllarca kirli savaşın asıl mağduru kılınan ailelerin bu kararlı tavrı yaygınlaştığı oranda Kürt sorununda şiddet enstrümanı dışlanacak ve anlamsız kalacaktır.
Tarihinde ilk defa böyle bir sivil itiraz ve direnişle karşı karşıya kalan Kandil’in attığı yanlış adımların kendisini köşeye sıkıştırdığı bir dönemde PKK, Lice’de yol kesme, araç yakma, adam kaçırma gibi eylemlerle bölgede nüfuzunu hissettirmeye yönelik adımlar attı. Bununla beraber aynı dönemde HÜDA-PAR camiasına yönelik saldırıları da yoğunlaştırdı. Bazı illerde de sokağı hareketlendirerek gençleri polisle karşı karşıya getirmeyi denedi. Bu eylemler her ne kadar PKK’nin çözüm sürecini sabote etmeye çalıştığı şeklinde yorumlanabilse de yanı sıra çocuklarını isteyen ailelerin eyleminin örgüt aleyhine bir kampanyaya dönüştüğü dönemde PKK’nin gündemi belirleme inisiyatifini ele alma hamlesi olarak da okunabilir. Evlatlarını isteyen ailelerle diyaloga geçmek yerine onları korkutarak vazgeçirmeye çalışan PKK’nin bu hesabı tutmayınca örgüt bildiği tek alternatife, yani gerilimi tırmandırarak varlığını hissettirmeye ve bu yolla gözlerin hükümete çevrilmesine çalıştı.
Lice’deki Gerilimin Nedeni PKK’nin Çözüm Sürecine İnanmamasıdır!
Lice çevresinde günlerce “kalekol” bahanesiyle tırmandırılan şiddeti, hükümetin çözüm için adım atmamasına bağlayan PKK’nin bu iddiası hiç de inandırıcı değildi. Hâlbuki 19 Mayıs tarihinde Başbakan’ın başkanlığında çözüm süreci gündemiyle yapılan ve saatlerce süren toplantıdan çıkan “Sürece ivme kazandırılması kararlılığı hükümet tarafından sahipleniliyor.” mesajı ile beraber Beşir Atalay’ın “Çok samimiyetle yürüttüğümüz Türkiye’nin şu andaki en önemli projesidir.” sözleri hükümetin çözüm iradesini açıkça yansıtıyordu. Bununla beraber Lice provokasyonunun öncesi ve sonrasında da Öcalan’ın heyetlere yaptığı açıklamalar çözüm kararlılığından herhangi bir sapma olmadığı, işlerin iyi gittiği yönündeydi. Lice’de ve bölgede birkaç yerde PKK’nin gerilimi iyice tırmandırdığı, hükümeti çözüm konusunda ağır eleştirdiği dönemde 6 Haziran günü Diyarbakır’da AK Parti Genel Başkanlığı tarafından “Yeni Türkiye'nin Açılan Kilidi: Çözüm Süreci Çalıştayı” isimli hayli önemli bir toplantı tertip ediliyordu. Her ne kadar çalıştaya katılımın sınırlı tutulması, bölgenin PKK dışındaki etkin unsurlarının ve aydınlarının davet edilmemesi bir eksiklik olarak görülse de hem böyle kritik bir dönemde bu toplantının düzenlenmiş olması hem de toplantıya başkanlık eden Beşir Atalay’ın “Çözüm süreci İmralı’ya gidip gelmelerle devam edemez, siyaset kurumunun elini taşın altına koyması ve çözümün siyasi zeminde güçlenmesi gerekir. Hedef eve dönüşlerin sağlanmasıdır. Devletten daha devletçi, örgütten daha örgütçü anlayışlarla bu iş yürümez.” şeklindeki vurguları oldukça önemliydi. Yanı sıra bu toplantı, hükümetin çözüm iradesinin muhkem olduğu gerçeğini pekiştirmekle beraber Beşir Atalay’ın “somut, zamanlaması belli ve şeffaf adımların atılacağı” şeklindeki beyanıyla önemli bir sonucu da ortaya koyuyordu.
Diyarbakır Çalıştayı ile en azından ortamın sakinleşmesi beklenirken PKK gerilimi daha da artırıcı bir strateji izliyordu. Bu çalıştayın doğrudan süreci ilerletecek bazı sonuçlar üretmesi beklenmiyordu elbette ancak PKK tarafından sunulan eleştirilerin yersizliğini ve tutarsızlığını göstermesi bakımından önemliydi. Fakat tüm bunlara rağmen PKK “sürecin iyi gitmediği, aslında süreçten de artık söz edilemeyeceği” bahanesiyle Lice başta olmak üzere bölgede asker ve polisle çatışmayı göze alan bir eylemselliği tercih etti ve ne yazık ki bu olaylarda Lice’de iki kişi hayatını kaybetti, onlarca asker ve polis de yaralandı.
Yaşanan ölümlerin ardından Lice gerilimini Öcalan’la konuşmak üzere HDP heyeti İmralı’dayken Kandil’in yaptığı “Hiç kimse İmralı’dan gerçekleşmeyecek bir beklenti içine sokulmamalıdır!” şeklindeki açıklama çözüm sürecinin bitmesini hasretle bekleyenleri iyice heyecanlandırdı. Lice eylemlerinde iki kişinin hayatını kaybetmesinin ardından PKK’nin artık İmralı'ya giden üç kişilik HDP heyetinin sorunu çözmeyeceğine ilişkin bu açıklaması, örgütün Öcalan’ı devre dışı bırakmak ve koşullar uygunken çatışmasızlığa son verip yeniden savaşmak istediği yorumlarını güçlendirdi. Kandil’in ve HDP’nin sürece Öcalan gibi anlam yüklemedikleri net olarak ortaya çıktı. Öcalan ilk günden beri Kandil’i ikna etme konusunda zorluk çekiyor. Her ne kadar Kandil süreçten memnun olmasa da çoğu zaman ciddi paradokslara düşme pahasına Öcalan’ın talimatlarına büyük oranda uymuştur. Bu yönüyle sürecin Öcalan merkezli yürütülmesi sürecin salim biçimde sonuçlanma ihtimalini de güçlendirmektedir. Hükümet bu imkânı iyi değerlendirmeli ve Öcalan’ın Kandil-HDP üzerindeki etkisinin çözümü kolaylaştırıcı bir fonksiyona dönüştürülmesi için Öcalan’ın çalışma şartlarını kolaylaştırmalıdır. Öcalan’ın farklı heyetlerle, basınla, HDP dışındaki siyasetçilerle, STK’larla, avukatlarıyla görüşmesinin önündeki engeller kaldırılmalı; toplumsal tepkinin tolere edileceği uygun bir zemin hazırlanarak Öcalan’ın mahkûmiyet şartları esnetilmeli, ev hapsi gibi seçenekler gündeme gelmelidir.
Bayrak İndirme Teşebbüsü PKK’nin Tüm Hesaplarını Bozdu
Haziran ayı içinde baş döndürücü bir hızla yaşanan bu gelişmelerin sonu nereye varacak, PKK çözüm sürecini sona erdirecek adımları atmaya devam mı edecek sorularıyla meşgul olunurken Diyarbakır 2. Hava Kuvveti Komutanlığındaki Türk bayrağının bir çocuk tarafından indirilmesiyle işler tamamen PKK’nin aleyhine dönmeye başladı.
Türk ulusalcılığının en önemli sembolü olan bayrak, bu ülkede kolayca provokasyona malzeme kılınabiliyor. Resmi bayramlarda; bayrağa, büste, marşa yani kutsal addedilen her şeye korkuyla, hayretle saygı göstermesi, eğilip-bükülmesi emredilen bir toplum için bayrak, uğrunda her şeyin seve seve feda edilmesi gereken kutsal bir objedir. İşte tam da bu nedenle ulusal sembollerin “dayanılmaz ağırlığı” altında insanları kategorize edip birbirine düşürenler zaten kaostan başka bir şey de amaçlamamaktalar. 21 Mart 2005 tarihinde, Mersin’de bayrak yakıldı iddiasıyla yayılan söylentinin ve ardından Genelkurmay’ın yaptığı açıklamanın oluşturduğu kaotik ortamda büyüyen, militarist-şoven karakterli bayrak fetişizminin ürkütücülüğü hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyor.
O çocuğu askerî birliğe gönderenler onun öldürüleceğine kesin gözüyle bakarak bu eylemi organize etmişlerdi. Bu oyunu tezgâhlayan kurucu akıl şunu hedeflemekteydi: Bir yandan bayrak indirildiği için Türkler tıpkı Mersin’deki gibi galeyana gelip ayaklanacak; diğer taraftan ise bayrağı indirmeye çalışan çocuğu öldüren ve Lice’de iki “sivil” vatandaşı katleden “katil AKP”ye karşı Kürt sokakları hareketlendirilecek. Zaten PKK’nin süreci bitirmek için fırsat kolladığı, ulusalcı ve solcu taifenin de Erdoğan’ı devirmek için her yolu mubah gördüğü herkesin malumu. Bununla birlikte Suriye Kürdistanında fiilî olarak egemen olan PKK unsurları, Ortadoğu’da mevcut şartların kendi lehine döndüğünü düşünerek çözüm sürecinin ve çatışmasızlık halinin savaşarak elde edecekleri kazanımlardan daha az şey sunacağına inandıkları için sürecin sonlanmasını dört gözle bekliyorlar. Çok kırılgan bir zemine sahip olan Kürt sorununu “ulusal kutsallarla” çatıştırarak üretilecek bir kaos ortamının bu kesimlerin fazlasıyla işine geleceğini çözüm sürecinin mimarları da iyi bildikleri için bayrak provokasyonuna hızlıca müdahale ettiler.
Bayrak provokasyonunu duyar duymaz acilen HDP heyeti ile görüşme talep eden Öcalan, bu hadisenin iç çatışma çıkarmayı hedefleyen bir girişim olduğunu ifade ederek “Bu provokasyonlar bana karşı yapılmıştır.” sözleriyle soruna müdahil olup, PKK’ye gönderdiği talimatla Lice ve diğer ilçelerdeki gerilimin sonlandırılmasını istedi. Biraz gecikmeli de olsa KCK adına yapılan açıklamayla Lice’deki eylemlere son verildi ve başta HDP olmak üzere Kandil bayrak provokasyonu üzerine yapıcı ve toplumu rahatlatan açıklamalarda bulunarak gerilimi sonlandırma yoluna gitti.
Kandil Gerilim Siyasetiyle Neyi Hedefliyor?
Gerek Öcalan’ın sürece yönelik olumlu ve ümitvar açıklamaları gerekse hükümetten gelen benzer mahiyetteki açıklamalar sürecin ikinci aşamaya, yani yasal altyapısıyla birlikte hak ve özgürlüklerin hukuki güvenceye kavuşturulması ve dağdakilerin inmesi için adım atılması aşamasına geçilmişken Kandil’in Lice'deki olayların çatışmaya dönüşmesini ve gerilimin artırılmasını neden desteklediği ve PKK yöneticilerinin neden süreci sabote edecek adımlar attıkları soruları daha fazla önem kazanıyor. Daha evvel de Öcalan’ın “Kürt tarihinin en önemli anlaşmasını imzalamak üzereyim.” dediği sırada Silvan’da 13 askeri öldürerek “devrimci halk savaşı”nı başlatan, çözüm müzakerelerini sonlandıran PKK, Ortadoğu’daki ayaklanmaların kendileri için de bir fırsata dönüşeceğini umarak böyle bir strateji izlemiş ve iki yıl süren çatışmalar sonucunda iki taraftan üç bin kişi hayatını kaybetmişti. Son dönemde, yine benzer şekilde Öcalan'ın “Tarihi aşamadayız.” demesinin hemen ardından sokakları hareketlendiren, bu hükümetle çözümün mümkün olmadığını vurgulayan, gençleri dağlara davet eden ve asker-polise yönelik saldırılarda bulunan PKK’nin amacı neydi?
Bu saldırgan tavrın en önemli nedeni çözüm sürecinin kendilerinden çok Erdoğan’a yaradığını düşünmeleridir. Erdoğan’ın seçimleri çözüm süreci sayesinde rahatlıkla kazandığını ve önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimini de bu sayede kolayca kazanacağını ancak Ortadoğu’da kendileri lehine mümbit şartlar varken çözüm sürecinin somut kazanımlar sunmayacağını düşünmekteler. Türkiye’deki kutuplaştırıcı iç siyasi çekişmenin ve Ortadoğu dengelerindeki çalkantının bulunmaz bir fırsat olduğuna inanmaktalar. Savaşarak daha fazla somut kazanım elde edebileceklerini ummaktalar. Bu hükümetin iç siyasi krizler nedeniyle uzun ömürlü olmayacağına, dolayısıyla hükümetin gitmesi halinde elde edilecek kazanımların da kaybedileceğine ancak silahla taleplerin hızlı ve çabukça devlete kabul ettirilebileceğine inanmaktalar. Bu tablo hem PKK’nin hem de HDP’nin çatışmasızlık ortamında nasıl davranacağını, ne gibi adımlar atması gerektiğini bilmediğini açıkça yansıtmaktadır. Bugüne dek şiddetin, çatışmaların, kan ve cesetlerin ardına sığınarak siyaset güdenler, ödenen bedellerin minnetiyle topluma vaziyet etmeye çalışanlar, şiddetin son bulduğu bir atmosferde nasıl bir strateji izleyeceklerini bilememenin sancılarını çekmekteler. Bu siyasetsizlik hali sorunlar karşısında PKK ve HDP’nin geçmişin alışkanlıklarıyla tehditkâr ve militarist bir söyleme sarılmalarına neden olmaktadır. Çözüm sürecinin özüyle zıtlaşan bu yaklaşım, zaman içinde bu söylemlerin sivrilerek uçlara savrulmalarına, söylem sahiplerinin ise siyasetin dışına itilmesine yol açar. Toplum artık şiddetin diliyle beslenen bir siyasal tepkiselliği değil, çözümü alternatif kılacak sivil siyaset alanının genişlemesini talep etmektedir.
PKK’nin Erdoğan Nefreti Ulusalcılarla Aynı Temele Dayanıyor: İdeolojik Kardeşlik!
Tüm bunlarla birlikte çözüm sürecini Erdoğan’la yürütmek bile tek başına PKK’yi rahatsız etmeye yetmektedir. PKK’nin Erdoğan nefreti siyaseten aynı genetik kökten geldikleri ulusalcılarla benzer gerekçelere dayanıyor. Ulusalcıların, Kemalistlerin, solcuların Kürt sorununu hükümeti devirmek için kullanışlı bir araç olarak görmeleri ve Gezi’den bu yana PKK’ye muhabbet beslemeleri karşılıksız kalmamış, Gezi ve 17-25 Aralık sürecinde iç-dış siyaset ve olaylar üzerine PKK medyasının yayınları ve PKK sözcülerinin açıklamaları Kemalist ulusalcı kesimlerle benzerlikler arz etmiştir.
Ulusalcı, solcu, Kemalist kesimlerin Lice hadisesi sürecinde önce ve sonra ortaya koydukları tavrı kabaca incelemek bile bahsedilen durumu açıkça ortaya koymaya yetecektir: Lice olayları sırasında CHP, MHP, Hizmet Hareketi ve ulusalcı medya günlerce koro halinde “Neden Lice’ye müdahale etmiyorsun?”, “Devlet bölgeyi PKK’ya teslim etmiş!” gibi kışkırtıcı tahriklerde bulunarak hükümet üzerinde yoğun biçimde “operasyon” baskısı oluşturmaya çalışıyorlardı. Hükümeti bu savaş propagandasına boyun eğdirmek amacıyla bir yandan PKK Lice kırsalında durduk yere gerilimi alabildiğine tırmandırıyor diğer yandan muhalefet ve bir kısım köşe yazarları adeta bir görev ifa eder gibi bölgenin PKK’ye teslim edildiğini söyleyip duruyorlardı. Lice’deki gerginlik de olası müdahale de hükümetin müzmin muhalifleri için kullanışlı argümanlardı. Muhalif kesimin stratejistleri, asker öldüğünde milliyetçi duygulara oynamayı, eylemciler öldüğü takdirde ise Erdoğan’ın diktatörlüğü ve Kürt sorunu konusunda katliamdan başka “çözüm” önerisi olmadığı vurgusuyla kaos üretmeyi planlıyorlardı. Hükümetten Lice olaylarına müdahale etmediği için yoğun biçimde hesap soran CHP’nin, ölümler gerçekleşince Sezgin Tanrıkulu ve Melda Onur’u cenaze törenine göndermeyi ihmal etmemesi bu amaca yönelik bir adımdı. Bu açıkça ikiyüzlülük ve aymazlıktı. Bölgedeki gerilimi “Kürtlere yüz verdiler, onlar da tepemize çıktı!”, “Doğuda sabır küpü, batıda sinir küpü!” şeklinde faşistçe değerlendirenler, gerçekleşen ölümlerin ardından AK Parti’yi suçlayan “insani” bir dil kullanarak sözde AK Parti karşıtlığının alevlerini harlayacaklarını düşünüyorlardı. Bereket Türkiye halkı defalarca tezgâhlanan bu basit numaraların, samimi olmayan tavırların farkında ve buna alet olmuyor.
Gezi eylemlerinden önce Kürtlerin meşru hak taleplerini gündeme getiren herkese bir çırpıda “terörist, bebek katili” damgasını yapıştıran ulusalcılar ne olduysa Gezi’den sonra Kürtlerin farkına varmış ve Kürtler ezilen, hakları gasp edilen “kardeş” statüsüne yükselivermişti! Nihai gaye Erdoğan’dan ilelebet kurtulmaksa düne kadar düşman sayılan PKK de Hizmet Hareketi de bugün “yoldaş, kardeş” olabiliyor, ikiyüzlü pragmatistler için. PKK’ye çözüm sürecinden vazgeçmesi için akıl verenlerin, sürecin PKK’ye hiçbir şey kazandırmadığını bilakis kaybettirdiğini fısıldayanların, Erdoğan gibi bir diktatörün Kürtleri yok edebileceğinden bahseden Kürt âşıklarının sayısı da Erdoğan’ı devirme ümidiyle her geçen gün artıyor. Bazı ulusal gazeteler bu uğurda neredeyse yeşil-kırmızı-sarı basılacak; Duran Kalkan ve Cemil Bayık Erdoğan’a sövmeye devam ederse belki de başyazar olarak en önemli gazetelerde yazıları yayımlanacak. Erdoğan ve AK Parti hakkında edilen küfürler ve hakaretler, Erdoğan nefretiyle yazılan açıklamalar ulusalcıların kalbini çalmak için yeterli. Sadece Kandil değil, özellikle Selahattin Demirtaş da bu süreçte ulusalcı basının gözdeleri arasında. Zamanında kendisinden makul bir siyasetçi, çözüm sürecini ilerletecek genç lider diye bahsedilen Demirtaş, Gezi olaylarından bu yana Erdoğan’ı aşağılamak ve hakaret etmek için hiçbir fırsatı kaçırmadı maşallah. Demirtaş’ın üslubuyla CHP’lilerin dili tıpatıp aynı. Karakteri de Kemalistlerin kibirli ve tepeden bakan özelliklerini aratmıyor son dönemlerde. Özellikle “MİT’ten para alarak eylem yapan aileler var!” sözleriyle ailelere iftira atıp aşağılarken takındığı o kibirli, kendini beğenmiş müstağni tavır resmen mide bulandırıcıydı.
Kürt sorununa ilişkin AK Parti’nin yaptığı olumlu işleri ulusalcılar yapmış olsaydı, PKK çoktan silahları gömüp şükran mesajları eşliğinde ulusalcı saflara akın akın koşardı. PKK’nin ulusalcılarla ilişkisi ideolojik temelde seküler karakterli bir ilişki olduğu için kolayca anlaşabilmekteler. Mesela HDP hiç çekinmeden Cumhurbaşkanı adaylığı için CHP milletvekili Rıza Türmen’e teklif götürebiliyor. Ya da Kandil, Gezi’ye, ulusalcılara övgüler dizerken çözüm sürecinde bile halen AK Parti için “Kürtlerin en büyük düşmanı” retoriğini kullanmaktan geri kalmıyor. Çözüm konusunda eksiklikleri olsa da AK Parti’nin attığı adımları PKK istediği kadar görmezden gelsin; Kürt halkı başta olmak üzere Türkiye toplumu bu meseleyi AK Parti’nin çözeceğine dair inancını dün olduğu gibi bugün de diri tutuyor. PKK’nin çözüm süreci ve AK Parti ile ilgili iddialarını ve tavrını ne samimi ne de gerçekçi buluyor.
Müzakere Yasası: Çözüm İçin Atılmış Tarihî Adım
Neredeyse bir ay boyunca PKK’nin kışkırtıcı ve provokatif saha hareketliliğine rağmen askerin PKK ile sıcak bir çatışma içine girmemek için inanılmaz çaba harcaması AK Parti’nin çözüm sürecini ve çatışmasızlık ortamını ne denli önemsediğinin açık kanıtıdır. Bununla beraber hiç kimsenin beklemediği bir anda çözüm süreci ve Kürt sorunu açısından tarihî bir öneme sahip “müzakere yasa tasarısı” Meclis’e sunuldu. Öcalan’ın uzun süredir çözümün yasal bir zemine oturması için muhakkak çıkmasını istediği bu kanun teklifi Temmuz’un ilk haftası görüşülmek üzere ilgili komisyonlara gönderildi.
“Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun Tasarısı” ile birlikte bir buçuk yıllık çözüm sürecinin ilk aşamasının tamamlandığı herkesin kabulü. Bu yasanın çıkmasını özellikle Abdullah Öcalan ısrarla istiyordu. Daha evvel yaptığı açıklamalarda çözüm sürecini sırat köprüsüne benzeten, Gezi ve 17-25 Aralık süreçlerini çözüm sürecini hedefleyen darbeler diye tanımlayan Öcalan, Oslo görüşmeleri nedeniyle 7 Şubat 2012’deki MİT krizinden de hayli etkilenmiş olmalı ki, çözümün hukuki bir zemine kavuşturulması gerektiğini ta başından beri güçlü biçimde ifade ediyordu. Kendisiyle 2011 yılında görüşen MİT heyetini de “Ben kendi tecrübemden biliyorum. Başbakan’a yönelebilirler. Böylesi bir süreçte Turgut Özal öldürüldü, Jandarma Komutanı öldürüldü, Erbakan ve Ecevit tasfiye edildi. Yarın Erdoğan da öldürülebilir, yarın darbe de olabilir bu ülkede.” sözleriyle uyaran Öcalan’ın müzakere yasa tasarısı için “tarihî değere sahip” demesi boşuna değil.
“Müzakere Yasası” diye ifadelendirebileceğimiz bu tasarı, Kürt sorununun barışçıl yollarla çözümünü bir “devlet politikası” olarak kayıt altına alan ilk yazılı metindir ve bu yönüyle tarihî öneme sahiptir. Yasa tasarısının muhtevasında elle tutulur somut vurgular olmadığı söylense de zaten müzakerelere bir “çerçeve” çizme işlevi gördüğü için böyle bir biçim ve muhteva gayet normaldir. Yasa tasarısında geçen “terör” ifadesi çözüm sürecinin ruhuna uygun düşmemiştir; kışkırtıcı, rahatsız edici ve gereksizdir. Bu yasa tasarısı üzerine Hasip Kaplan, Altan Tan başta olmak üzere kimi HDP’lilerin yapmış olduğu “seçim yatırımı” tespitinin yersizliğini uzun uzadıya izah etmeye hiç gerek yok. Bizzat HDP’lilerin ifadesiyle bu yasanın Ekim ayında çıkacağı ama Öcalan’ın bastırması sonucu Temmuz ayına çekildiği biliniyor zaten.
Sürecin hukuki bir çerçevesinin olmadığını, şeffaf bir süreç izlenmediğini, atılan adımların kanunlara aykırı olduğunu iddia ederek çözüm sürecine destek vermek bir yana cepheden saldıran CHP’nin bu yasayla tüm iddialarını yitirdiğini belirtmek gerek. CHP yetkilileri müzakere yasa tasarısına karşı çıkmayacaklarını söyleseler de iddialarının çökmüş olmasından ötürü duydukları rahatsızlıkla olsa gerek bu defa da hedef saptırıp “Yasa, sorumluluğu meclise değil, hükümete veriyor. Çok rahatsızız. Beklediğimiz gibi olmadı.” sözleriyle tevile başvurmaktalar.
Tasarıdaki 6 madde incelendiğinde, hükümetin çözüm sürecine yönelik dün attığı adımları hukuki bir zemine oturtmayı ve ileride yapılacak yasal ve anayasal değişikliklerin şimdiden hukuki alt yapısını hazırlamayı amaçladığı anlaşılıyor. Barış görüşmelerinin gizli yürütülmesi gereken yönleri olduğu kadar yasal çerçevede kamuoyu önünde şeffaf biçimde görüşülen boyutları da olmalıdır. Üstelik Kürt sorunu gibi çoğunlukla yasal-anayasal engellerden doğan bir sorunun çözümü adına atılacak hukuki adımların çerçevesi zaten olmalıydı, böylece bir eksiklik giderilmiş oldu. Bundan sonraki takvimin ne olduğu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından kısmen belli olacaktır.
Çözüm Süreciyle Neyin Hedeflendiği Artık Açıklanmalıdır!
Çözüm süreci bizatihi savaşı sonlandıracağı, akan kanı durduracağı için önemli ve desteklenmesi gereken bir siyasal süreçtir. Fakat bu sürecin sonunda nelerin hedeflendiği, çözümün Kürt halkına neler sunacağı, toplumsal yapı üzerindeki etkisinin neler olacağı, bölgenin siyasal, kurumsal ve idari yapısının nasıl belirleneceği gibi konular Kürt halkı için hayati öneme haizdir. Kürdistan’ı altın tepside laik-seküler PKK zihniyetine teslim edecek, bölge halkını PKK’nin tebaası kılacak bir “çözüm”le şiddet sonlandırılsa da bölge halkı üzerinde yeni bir vesayetin, despotizmin kurumsallaşması gibi ağır bir sonuç ortaya çıkacaktır. Bu da bölgede kaosun ve gerilimin son bulmasına değil aksine toplum katmanları arasına gizlenmesine ve zamanla yeni ve daha köklü sorunların ortaya çıkmasına yol açacaktır. PKK Kürdistan’da önemli ve dikkate alınması gereken bir aktördür ama Kürt halkı üzerinde tek söz sahibi ya da kendi iddia ettiği gibi Kürt halkının iradesinin somutlaştığı tek muhatap değildir! Bu nedenle çözümü belirleyenler bölgenin sosyal ve siyasal dinamiklerini iyi okumalı, Kürt halkının taleplerine, Kürdistan’daki diğer unsurların önerilerine kulak vermeden kalıcı adımlar atmamalıdırlar.