“Kararsızlar okulunda yetişip parça ile ize tapan bizler, yalnızca vakaların önem taşıdığı klinik bir zamana aidiz. Bir yazarın sustuklarının, söylemiş olabileceklerinin, dilsiz derinliklerinin üzerine eğiliriz. Bir eser bırakırsa, kendini izah ederse, tarafımızdan unutulmayı teminat altına almış olur.Gerçekleşmemiş sanatçının sihri… Hayal kırıklıklarının dinmesine ses çıkarmayan, onlara meyve verdirmeyi bilmeyen bir mağlubun…”
Rumen filozof, deneme yazarı ve tanınmış 20. yy. ahlakçısı E. M. Cioran’ın “Burukluk” kitabında geçen bu pasajdan postmodernizmin karakterine dair tutamak noktaları bulabilir miyiz? Belirsizlik, şüphecilik, görelilik gibi fenomenlerle kaim olan postmodernizm vadettikleriyle hâkim ideoloji olmaya aday görünüyor.
Kararsızlar okulunda yetişmek üzerine biraz düşünmek gerekiyor. Kararsızlığı bir mektep haline getirenler için hakikatten bir uzak düşme söz konusudur. Hakikatin ne olduğunu bilememe, dolayısıyla hayatın tüm alanlarına dair bir tereddüt hali gelişmiştir. Aynı anda bir şeyi yapma ya da yapmama, bir şeyi olumlama ya da olumsuzlama alışkanlık haline gelmiştir. Psikiyatrik literatürde ‘Obsesif Kompulsif Bozukluk’ olarak bilinen rahatsızlıkta aynı ikircikli durum vardır ki buna ambivalans denir. Aslında bu fenomen, hayatın birçok ünitesinde karşımıza çıkar. Âşık olunan kişiyi çok sevmek fakat ufak bir kusurunda bu sevginin nefrete tebdil etmesi birçok ilişki tarafından tecrübe edilmiştir. Kararsızlık hali ontolojik olarak güvensizliği beraberinde getirir. Hayata ilişkin net bir tutum geliştirmeyen bu ahlak müntesibine hem kendisini güvende hissettirmez hem de çevresine güven vermez. Çünkü atıfta bulunacağı bir referans noktası söz konusu değildir. Bu tutum aynı zamanda şüphecilik, belirsizlik, yavaşlık gibi halleri bünyesinde taşır. Kararsız olmak sürekli durup düşünmek gibidir. Sürekli duran kişinin de yol alması, yeni keşifler yapması ve hakikate ulaşması oldukça zordur. Hayat riskle kaimdir. Risk alıp bir karar verenler o karar yanlış olsa dahi hakikat yolculuğunda sürekli durup düşünenlere göre daha çok yol alırlar.
Parça ile ize tapma söylemi Platoncu bir bakış açısını hatırlatıyor. Platon nesnelerin orijinal hallerinin idealar dünyasında bulunduğunu, dünyadaki formların bir gölgeden ibaret olduğunu söylerken bir mağara metaforuna başvurmuştu. Yani dünyadaki her şey bir parça ve izden ibarettir. Kararsızlar okulunun müntesipleri hakikati anlamak için bu parça ve izleri mutlaklaştırırlar. Çünkü referans noktası olarak seçebilecekleri bir yer olması gerekmektedir. Hz. İbrahim, Kur’an’da anlatıldığı kadarıyla hayatının bir döneminde ayı ve güneşigözlemlemiş, onları Rabbi olan Allah ile kıyaslamıştı. Ancak onların batıp yok olduklarını gördükten sonra içi rahat bir şekilde Rabbine yönelmişti. Dolayısıyla parça ve ize yönelmek hakikat arayıcılarının olağan süreçlerinden biri sayılabilir. Psikanalitik kurama göre çocuk ilk doğduğunda kendisini annesinden bir parça sanmaya devam eder. Kendilik anlayışı geliştikçe çocuk, anne babasını süperego olarak kodlamaya başlar. Ancak belli bir yaştan sonra kural ve kanun koyucuları anne babadan başka temsillere (devlet, toplum, din, tarih vb.) yöneltir.
Kararsızlar okulunun temsilcileri için niçin klinik vakalar önemlidir? Bunun sebebi vakanın hakikatin vücut bulduğu nesne olmasından ileri geliyor olabilir mi? Parça ve izi önemseyenler için klinik bir vaka bunların test edilme alanını oluşturur. Tamamlanmış, ortaya çıkmış bir nesneye bakarak önemsenen parçalar ve izler konusunda fikir sahibi olunabilir. Örneğin bugünlerde ortaya çıkan koronavirüs hadisesinde semptomlar/parçalar, bulgular/izler ne kadar önem taşırsa taşısın bu virüs sebebiyle hayatını kaybeden bir vaka kadar önem sahibi olamazlar. Kaybedilen ya da iyileştirilen bir vaka, koronavirüs ile mücadelede altın değerinde bilgiler verir. Çünkü tamamlanmış, ispatlanmış böylece parça ve izi sınama salahiyeti kazanmıştır.
Bir yazarın sustuklarına, söylemediklerine eğilmek ne ifade eder? Yine Platoncu bakış açısına dönersek; bir yazarın zihin dünyasında yazının/kitabın orijinali vardır. Onun zihnindeki bu eserde düşünmesi üzerine ipuçları, kimseye açmak istemediği sırları yer alır. Yazar bir eser ortaya koyarken zihnindeki eserden ilhamlar almakla birlikte yeri gelince susar. Bazı cümleleri eksik bırakır. Bunu kendisini korumak için yaptığı kadar okuru da esere dâhil etmek ister. Çünkü okur, yazarın bütün sırlarına vakıf olur, onun düşünme biçimini çözerse bir daha o esere/yazara uğramaz. Yazar gizemini ve sürükleyiciliğini yitirmiş, söyleyeceği bir şey kalmamıştır. İşte yazar tam olarak bundan ötürü birçok yerde susar. Bu susmalar parça ve izi önemseyenler açısından değişik şekillerde tamamlanır. Her okur, yazarın eserindeki boşlukları kendince doldurur. Böylece hakikati arayan sayısı kadar eser/“hakikat” ortaya çıkar. Postmodernizmin işaret ettiği sorun tam olarak burada başlar. Okur sayısı kadar “eser” ortaya çıkarsa hakikatin ne olduğu nasıl bilinebilir? Postmodernist anlayış bir hakikat arayışını gereksiz görür. Herkes kendince anlamalı ve yaşamalıdır. Peki, böyle olduğunda toplumsal bir varlık olan insanın diğeriyle müşterek bir hayatı nasıl mümkün olacaktır? Kur’an bu soruya muhkem ayetleri öne sürerek cevap verir. Herkes Kur’an’ı bilgisi, yeteneği, seviyesi nispetinde anlar lakin muhkem ayetler sayesinde bu dinin müntesipleri aynı kıbleye yönelirler. Müteşabih ayetler ise onların zenginliği ve çeşitliliği haline gelir. Postmodernist anlayış muhkem ayetleri de müteşabih mesabesine indirmenin derdindedir. Böylece herkes Kur’an’ını kendisi anlayabilecek, kimse kimseye karışmayacaktır. Dolayısıyla bireyciliğin önü açılacak, aynı safta namaz kılıp aynı kıbleye yönelen, aynı vakitte oruca başlayıp aynı vakitte bayram yapan, savaşa ve barışa birlikte karar veren bir ümmete gerek kalmayacaktır. Kur’an’ın siyasi, iktisadi, hukuki, ahlaki öğretileri de aynı hızda buharlaşacaktır.
Bir yazarın sustuğu, söylemedikleri yerler/boşluklar ancak söyledikleri esas alınarak anlaşılabilir. Diğer türlü yapılan okumalar hayalcilikten, boş ve kuru iddialardan öteye geçemeyecektir. Bir yazarın kişinin hayalindeki gibi konuşması arzu edilebilir, bu anlaşılabilir bir şeydir. Ancak arzu ve temennilerin vuku bulmuş gibi öne sürülmesi kaosa ve parçalanmaya hizmet etmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Postmodernizm bugün modernizmin enkazı üzerinde yükselirken onun iddialarını terk ettiğini ve daha çok özgürlük, insan hakları, demokrasi vaat ettiğini söylüyor. Peki, bu vaat edilenler hangi temelde/müşterekte insanlığa fayda verecek? Ortak bir referans noktası olmadan tutulan birlik ve beraberlik dilekleri ne kadar kıymeti haizdir? Kıblesiz bir insanlık mı hedefleniyor? Peki, insanın tabiatındaki yüceltme/tapma arzusu için psikiyatri klinikleri mi göreve çağrılacak? Ya da tedavi niyetiyle daha fazla uyuşturucu, içki, cinsellik, futbol, moda/magazin mi piyasaya sürülecek?
Modernizm daha çok devlet imkânlarıyla ve yukarıdan aşağıya doğru bazen silahla, topla, tüfekle bazen kanunlar ve yaygın eğitim öğretim modeliyle, bazen de edebiyat, medya ve eğlence sektörüyle toplumu değiştirmeye çalıştı. Kısmen başarılı oldu lakin yenildiği alanlar hep vardı. Bugün postmodernizm silahını bırakmış, zırhını çıkarmış bir prenses gibi aramızda arz-ı endam ediyor. Sepetindeki meyvelerden yemeye çağırıyor bizi. Vaktiyle Adem (a.s.) ve Havva’nın (a.s.) uzak durması gereken ağaca ne kadar da çok benziyor bu haliyle!