Kimi seküler-laik çevrelerin aslında dinin karşısında olmadıkları savı inandırıcı bir sav değildir. Post-seküler diye tabir edilen dönem, dinler ile daha etkileşimsel bir ilişki iddiasıyla ortaya çıkarak sekülerizmin özündeki baskıcılığı kırmaya aday bir pozisyon almıştır. Fred Mallyar, bu süreci, dinin toplum alanında fonksiyonunu post-Durkhemci duruştan çok, post-modernizm olarak açıklar. Büyük anlatıyı reddeden post-modern tutum, dinin neticede nasihat keyfiyetini ıskalayan görecelikleri mutlaklaşmaya meyillidir. Yeni bireycilik ise çağdaş dönemin meyvesi olarak kolektif dine karşı bireysel seçim ve pratikleri öne çıkarır.
Jurges Habermas 2003 yılında dinlerin artık liberal demokrasiler tarafından kontrol edildiği bir post-seküler evreye girildiğini söylemişti. 11 Eylül 2001 saldırılarının yarattığı iklimde ortaya çıkan ‘din meselesine’ bir karşılıktı bu. Charles Taylor, ‘Seküler Çağ’ (2007) adlı kitabında dinlerin zorunlu biçimde irrasyonel olduğunu söyleyerek sekülerizmi zorunlu ve muteber seçenek olarak görme yönündeki kararlı tutunuşunu gerekçelendiriyordu. Dinin de sosyal alandaki seçeneklerinden biri olarak sekülerizmin açılım değerine sahip çıkmakla, Habermas’ın pozisyonuna göre şüphesiz daha bir cepheden seküler tarafgirlik yapıyordu.
David Martin gibi (2005) bazı yazarlar seküler çağ tanımını daha ikna edici bir gözleme dayandırarak şöyle açıklamaktaydı: Avrupa merkezli dinin gücü monarşilerin güç kaybetmesiyle zayıflamış ve sekülerizme kapı açmıştı. Yine de bu alanda asıl büyük etki, 2000’li yılların başında sekülerizmin gücüne prim veren anlayıştan dinlerin yükselişine doğru dümen kıran Peter Ludwig Berger’den gelecekti. Berger, dinler tanımını din gibi tek ve mümeyyiz olanı netleştirecek seviyeye getirerek, İslamiyeti yer yer diğer dinlerden ayrı bir yere koyan tespitleriyle sivriliyordu.
‘Post-sekülerizm’ yani ‘sekülerlik sonrasının’ aslında muğlak hatta zorlama bir tanım olduğu düşüncesine sahip olanlar da var. Sekülerlik insanlığın gelişiminin bir aşaması olarak görülmektedir. Sekülerizmi modernizmin kaderiyle ortak gören bu çizginin tutucu kanadı, dine dönüş hareketlerini modernist çizgiden bir sapma olarak değerlendirirken, Habermas’ın post-seküler reçetesi, liberal demokrasilerin terbiye edici özelliği sayesinde uzun vadede dinlerle bir çatışmayı değil, onları dönüştürmeyi murat etmektedir.
Tarihi dönemlere ayırarak ele almak çerçevesinde post-sekülerizmin kullanışlılığını savunanlar çıkabilir. İslam dinini tek ve Allah indinde yegâne din olarak görmeyen anlayışları, kavramlaştırılma biçimleri ne olursa olsun kabul edilebilir bulmayız. Kaldı ki post-sekülerizm genellikle belli bir tarihî dönem okumasından çok bir ‘geçiş’ olarak yansıtılmaktadır. Adeta sekülerizmin format atılmış versiyonudur karşımızda duran. Burada ‘post’, bir şeyin ‘ardından gelen’ anlamında bir kopuşa işaret etmez, tek bir damar üzerinden dönüşüm imkânlarını teorize etmekle yetinir. Sekülerizmden uzaklaşma yerine, ‘resekülerizmin’ yani seküler olanın devamlılığını sağlar. “Anlamın ve hayatın kaynağı insan mı yaratıcı mı?” sorusunun karşılığı, bu kritik eşikteki ayrımın netleşmesi adına belirleyicidir.
Konuya ilişkin Peter Ludwig Berger, Charles Taylor’un tersine yalınkat bir sekülerizm savunusuna girmeden ‘dünyevilik’ kisvesi altında ‘kutsal sekülerin’ nasıl inşa edildiğini anlatır. Örnekleri, Marksizm’in bir dünya dini olarak yoldaşlarını hayli heyecanlandıran ‘proletarya kurtuluşuna’ dair determinizminin, aslında buz gibi ‘Allahsız bir din olduğuna’ ilişkin vurgularıyla, profan alanlardaki kutsama ve din edinme eyleminin kaçınılmazlığının canlı anlatımlarıdır. Marksizm olsun, milliyetçilikler olsun ideolojilerin din formuyla algılanması kulağa hoş gelse de bu tür kullanımların bir dozunun olması gerekiyor. Zira her ideolojinin dini içselleştirmesi veya tamamen dışlaması hep dinî alanda olup biten bir şey değildir.
Dinler Kardeşliği mi Din Kardeşliği mi?
1970’lerden beri etkili olan ‘New Age Ruhçuluk’ akımları bir tür ‘Batı’nın zühdü’ gibi kurumsal çatısı olmayan din kılıklı yaşam biçimlerini parlattı. Bir kısım akademik çevre, dinin bireysel mi kolektif bir olgu mu olduğunu tartışadursun, son tahlilde din ile dine ait olmayan arasındaki çizgi iyice silikleştirildi.
İnançlar arasında sörf yapmaya elverişli tecrübelerden biri de 19. yüzyılda ortaya çıkan ‘Teosophism’ akımıdır. 1875 yılında New York’ta kurulan Teosophist Derneği bütün dinlerin tek cevherden geldiğini iddia ediyordu. Hızlarını kesememiş olacaklar ki Hinduizm ve Budizm’in kumaşının diğer dinlerden daha iyi olduğu sonucuna bile varacaklardı. Dinler arası diyalog arayışlarına benzer çağrışım yapan bu durum, inançları, ‘her çiçekten bal alırım’ keyfiliğiyle, yeri geldiğinde kişisel doyum adına, İslam’ı da uğranması mümkün bir liman görebiliyordu. ‘Teosophism’ dinler arası serbest seyri salık vermesiyle ün kazanmıştı. Ortaya çıktığı yıllarda geniş etki alanına sahip olduğu söylenemezse de değişik varyasyonlarla günümüzde yaşatıldığı söylenebilir.
Post-modern anlatı egemen söylemin dizginlerini ele almaya çalışarak hem tarihte olanı hem de günümüzü bir yeniden değerlendirmeye tâbi tutmuş, her türlü inanç tecrübesi karşısında yargısız kalmanın önünü açmıştır. ‘Geçişlilik’ (transition) ilkesi ile tarihin bütününe hükmeden bir duruş sergilese de en temelde bâtıl inanç formlarını bile dışlayamayarak, insanı inanç konusunda seçim yapacak yetkinlikte görmez bir pozisyona getirmiştir kendini. Hümanist düşüncenin ‘insanı’ Tanrı’nın yerine koyacak denli yücelten iddialı yaklaşımlarının tersine, bu muazzam gevşeklik insanı bir sürü inanç kümesi arasında başıboş ve divane dolaşır hale getirir. Pusula ibresinin gösterdiği sabit bir yönü olmadığından şaşmasına zaten ses çıkarılmamaktadır. Post-sekülerizmin önerdiği sahte kuşatıcılığın peşinden gidilmesi ise insan aklının ve heveslerinin kendini nasıl açmaza düşürdüğünün canlı kanıtlarından biri olarak görülebilir.
Peygamberimizin (s) hayatı gibi örnek alınıp yaşanan bir örneklik yoktur ve bu hal, tahrif edilmiş İncil üzerinden anlam kargaşalarına yol açmıştır ve açmaktadır. Hristiyanlıktaki çelişkiler görülmedi değil ama bu açık birer kulp bulunarak salim akılla alay eden konular bile ‘vahyin’ bir parçasıymış gibi algılandı. Bir yerde, inanan insan kendini bir şekilde kandırdığının farkındaydı. Kişilik parçalanması anlamına gelen bu eğreti daha doğrusu yalandan durum, inancı hakikati kucaklayan, o gerçek yüce erdemden kopardı inananlarını.
Peygamber örnekliği İsa’nın çarmıhta ölümü dâhil Tanrı’nın oğlu gibi kabul edilemez hurafelerle ayrıca köreltildiği için İsa’ya dair hikâyeler anlatan Paul karakteri peygamberane bir ihtiyacı karşılaması için adeta ısmarlama tasarlanmıştır. Kutsal olmayan şeye kutsallık biçmekti bu. İngiliz ilahiyatçı John Hick, İsa’nın öldüğünde ısrar etmek ve teslis gibi tartışmalı bulduğu konuları Hristiyanlık akidesi olmaktan çıkarmayı önerirken dini güçlendirmiş olmuyor, inanç sahiplerini en azından samimi olmaya çağırıyordu.
İncil’i birey merkezli anmaya götüren ve Katolik kilisesinin tahakkümünden kurtararak bir kurtuluş ve özgürleştirme vaadinde bulunan Protestanlığın toplumsal yansımalarının görüleceği fıkıh ve sünnetinin olmaması önemli bir zaaftı. Korunmuş bir peygamber yolu olmadığı takdirde dindarların nasıl bocaladığını Hristiyanlık tarihi çarpıcı bir ibret olarak ortaya koymaktadır.
Günümüzde kaynakların müphemliğine atıf yapan bu eğilimler Müslümanlar arasında da yer bulmakta. Hristiyanlığın İsa’ya ilişkin sahih siyer bilgisine ve korunmuş vahye sahip olmamalarının getirdiği boşluk İslamiyet’te yok. Çünkü sünnet sadece bir siyer bilgisi değil, ta en baştan beri yaşanan ve yaşatılan kapsamlı ve zinde bir örnekliktir.
Bireyin Tayin Ediciliği
Berger, ahlak aslında bir algıdan ibaret dedikten sonra, algının da bilişsel bir duyarlılığa dönüşerek ahlaki olanı tesis ettiğini söylüyor. Ahlaki olanı bu şekilde kişinin konfor alanına terketmek sakıncalı ve zaaflı bir durumdur. Bireyselliğin sınırları ‘yeni bireysellik’ adı altında bir tür aşkın ahlaka evrilerek anlamsızlaşmış ve dehşet bir hedonizm çılgınlığına geçit verir hale gelmiştir. Bireye aşırı anlam yükleyenlerin karşısında hakikatin bireyden kopuk (impersonal) alanda temerküz edeceğini öne sürenler ise yetkiyi gözü kapalı dinlerin emrine vererek rahatlamış gözükseler de bu, başka bir sapmaya işaret eder. Hick gibi meseleyi ne birey ne birey dışı olarak görerek rafa kaldıran yaklaşım sahipleri de mevcut. Bireyi silikleştiren hatta yok sayan yaklaşımların buna karşı dinleri orantısız şekilde şişirmesi ve bunda post-sekülerizmin araçsallaştırılması manidardır. Oysa birey, içi boşaltılamayacak kadar önemlidir. Allah’ın zatı mutlak olandır. İnsana ait zat (birey) durumu ikincildir ama somuttur ve bağlayıcıdır. Birey muhataptır ve seçimlerinden mesuldür. İş sadece bireysel olup olmamak değil, doğru bakış açısı ve sağlam inançla insanın kendi nefsi ve Allah’ın yegâne Hâkim-i Mutlak olduğu günde nefsinden mutmain olan kişi konumuna gelebilmesindedir.
Allah’ın her şeye hazır ve nazır olma keyfiyetini belli alan ve zamanlarda görünür kılarak Rabbe bir nevi tayin edilmiş alanlar sunmaya yeltenen anlayışların tümüne ‘deizm’ diyebiliriz. Bu yüzden deizm, özü itibariyle sekülerdir. İnsanın bu dünyada yaratıcısını unutarak, yok sayarak veya yokmuş gibi davranarak kendini kendine yeterli görmesi, müstağnilik hali gaflettir ve bu gaflet insanlığın en kadim tutumlarından birisidir.
Isaac Newton’dan sonra kâinattaki devinimin merkezine ‘âlemlerin rabbinin kudretini’ koymak yerine, doğa yasalarının sözde kendiliğindenci ya da sebep sonuç ilişkileriyle materyalist-tanrıtanımaz bir alan açıldı. Bu alan seküler değirmene su taşıdı durdu. Bilimi kutsayan ve hakikatin mutlak anahtarı olduğuna ilişkin inanışların, kendini hangi şemsiye altında tanımlayacağı ikinci bir meseleye dönüştü. Materyalizmin ve tabiatçılığın her türlüsüne karşı Müslümanların 19. yüzyılda verdiği mücadele bugünkünden yer yer daha cevvaldi. Bugün bu soruna daha bir sakinlikle yaklaşılması, bilinçle ilgili olduğu kadar, bu alanlara kafa yoranların kavramların büyüsüne kapılarak yeterince hassas olmamalarından kaynaklanmaktadır. Öte yandan, materyalizm mikrop gibi yayılımını sürdürdükçe, her türlü dinî alanın bizzat kendisi bu dejenerasyona duçar olma tehlikesinden azade değildir.
2010’lu yıllarda post-seküler çalışmalarla adı sık duyulan Richard Falk, mazlum ve ezilmişlerin haklarına duyarlılığı ile bilinir. Geçmiş dönemi olarak gördüğü post-sekülerizmin dine saygı duyma öğesini o denli öne çıkardı ki bir süre sonra kimin hangi dine inandığının bir önemi kalmadı. Neredeyse hiçbir eğrisi doğrusu olması gerekmiyordu dinlerin. Modern hayatın sorunlarına şifa olsun yeterdi.
Falk, asla putperest olmadığını ilan ederken, sömürgeciliğin temelinde putperestliğin yattığını ilan ediyordu. Görebildiğim kadarıyla sahte tanrılara ‘la’ diyen itirazlarını vahyî bir yörüngeye taşıyamadığı için dinî tasavvurları da yön gösterici olmaktan uzak kaldı.
Dine saygılı, nötr ve karşı olduğu savları post-seküler düşüncenin vasıfları olarak yansıtılır. Ancak ‘öyle de olur böyle de’ gibi bir durum çoğulculuğu özendirerek puan toplar gözükse de her inancı ‘eyvallah’ dercesine geçerli görmek kabul edilemez. Sadece dine saygı olsun diye içselleştirilen post-sekülerizmin içten içe ‘Allah’ tarafından tek kabul gören dinin belirleyiciliği yerine kültürel bir çoğulculuğu parlatması da ayrı zaaf.
Dinlerin güç kazandığı ve sekülerizm ile bir izdivaç sağlanması motifi üzerine yapılan kurgular dikkat dağıtmamalı. Ne bireyin doğru seçim yapma mecburiyeti ne de hakikat ile irtibatı hafife alınmalı. Özgür düşünceyi baskı ve ipotek altına alan vesayetlerin hiçbirine mahal vermemek gerekir. Bugün en önemli şeylerden biri özgür vicdanı ve düşünceyi kuşatan tasallutlardan kurtulmaktır ve bu bir yeryüzü projesi değerindedir. Bu gereklilik yürekten sahiplenilmedikçe kişinin tutsaklığı önündeki engeller kalkmayacaktır.
İnancın hakikat ile kucaklaşması en ideal olandır. Sadece gerçeği takip ederek ahlaki doğrulara erişileceğini düşünenler ve inancı merkeze alan yeni yaklaşımlar görülmekte. İnancı sadece mutluluk ve refah için değil -yeri gelince can acıtıcı da olsa- belli bir ajandaya bağlı kalmadan ‘gerçek’ olanı takibe alan ‘aletheistler’, sabit kurallar tanımadan bunu yaptıkları için inanç alanlarını matematik ve mantık çalışmalarının dışına çıkaramıyorlar. Ahlak alanındaki tezleri de iyi insan olmak lazım genellemesiyle son derece öznel alanla sınırlı kalıyor. Çünkü gayb bilgisini onlara verecek güce inanmak normatif bulunarak görmezden geliniyor. Oysa her inanç hakikate adanmış olmalı ve insan sadece hakikat için inanıyor ve yaşıyor olmalı. John Hick “Her din az çok hakikate ulaşmıştır.” derken, hafif bir müstehzilikle nasılsa hakikate tam sahip olmayacağımıza işaret ediyor; ‘Sevelim insanları olsun bitsin, kazancımız bu olsun!’ noktasından ileri gidemiyor. Çağdaş düzenler hakikat talebinin içini dolduramıyor. Bireyin önüne yeni menüler koysalar da sahih bir inancın sağladığı o mümtaz yere gelemiyorlar.
Görüldüğü gibi çağdaş akımların, inançların hakikatin perdesinin daha da aralanacağına ilişkin ümitleri genelde kırıktır. Ya inançlarına güvenmez onu kişisel alanla sınırlı tutarlar ya da Katolik kilisesinde ve fanatikleştirilmiş dinlerdeki gibi kurumsal olanı icbar ederler. İnsanlar için elde kalan ikiyüzlü, çift başlı bir alana sıkışmaktır. Putperestlik de cahiliye de her bakımdan hafife alınmaması gereken iki tehlikedir. Bu yanıyla mesele ‘evet’ epeyce arkaiktir.