5 Mayıs günü, Hakkâri’nin Yüksekova (Gever) ilçesinde, yedi PKK'linin öldürülmesinin protesto edilmesinden sonra yaşanan olaylarda, Mustazaf-Der Yüksekova Şube Başkan Yardımcısı Ubeydullah Durna’nın, protestocu kitle arasından açılan ateş sonucu şehit edilmesi; bölgede geçmişte cereyan eden çatışmaların yeniden başlayacağı endişesine yol açtı. Birçok yerde PKK sempatizanları, uzun zamandan beridir, çeşitli olaylar sonrası yaptıkları protesto gösterileri sırasında Mustazaf-Der şubelerini hedef almaktalar. Bu yeni bir durum değil. Hemen her protesto eyleminde, yürüyüş güzergâhı üzerinde bulunan şubeler hedef seçiliyor ve taşlarla, molotof kokteylleriyle saldırılar düzenleniyor. Yakın zamana kadar bu saldırılarda dernek binalarında sadece maddi tahribat gerçekleşiyordu. Yüksekova saldırısı sırasında ilk defa can kaybı da yaşandı.
PKK-Mustazaf-Der Gerginliği ve PKK’nin İkircikli Tutumu
Ubeydullah Durna’nın şehadetinin ardından bölgede, geçmişte PKK ile Hizbullah arasında yaşanan çatışmaların yeniden baş göstereceği kaygısı belirdi. Cinayetin duyulmasının ardından, Kürdistan’daki İslami kesimler, olayın büyümesinin önüne geçebilmek amacıyla hem BDP hem de Mustazaf-Der yetkilileriyle görüşerek, duydukları kaygıyı ve sağduyuyla hareket edilmesi gerektiğini iki tarafa da hatırlatarak, sorunun büyümemesi için aracı olmaya gayret ettiler. Diyarbakır’daki İslami STK’ların oluşturduğu bir heyet, BDP Diyarbakır İl Başkanlığını konuyla ilgili olarak ziyaret edip, görüştükleri Selahattin Demirtaş ve Altan Tan’a bu olaydan duydukları rahatsızlığı aktardılar. Bölgede geçmişte yaşanan o acı dolu yıllara bir daha dönülmemesi için kendilerini sorumlu davranmaya ve tansiyonu yatıştırıcı söylem ve pratiklere başvurmaya davet ettiler. Bu görüşmenin basına yansıyan kısmında, Demirtaş’ın; olayı kınadığını, bu olaydan rahatsızlık duyduğunu, cinayetin provokasyon amaçlı olduğunu, hatta şartlar uygun olduğunda taziyeye gitmek istediğini belirttiğine yer veriliyordu.
6 Mayıs günü, KCK imzasıyla yayımlanan duyuruya da aynı ılımlı dilin yansıdığı görülmekteydi. KCK, olayı kınadıklarını, cinayeti kendilerinin işlemediklerini ve bu saldırının provokatif bir saldırı olduğunu ilan etti. Fakat KCK’nin bildirisinin basına düşmesinden bir saat sonra, yani cenazenin Yüksekova’da defnedilmesi sırasında, cenaze törenine katılanlara ve taziye amacıyla ilçe dışından gelenlere yönelik örgütlü bir saldırı düzenlendi. Definin ardından taziyenin yapılmasına bile tahammül edilmedi ve Yüksekova, adeta savaş alanına çevrildi. KİAP tarafından konuyla ilgili olarak hazırlanan rapor metninde, iki gün boyunca yaşanan olayların tüm ayrıntıları aktarılıp, analiz edilmiştir.1
Cenazenin defnedilmesinin ardından, Yüksekova Mustazaf-Der binasının, altındaki iki dükkânla birlikte tamamen ateşe verilmesi, KCK’nin açıklamasının sadece kâğıt üstünde kalan soyut bir işlev gördüğünün ilanıydı adeta. Demirtaş’ın, olaydan birkaç gün sonra Yüksekova’da yaptığı seçim mitingi sırasında söyledikleri ise kendisiyle görüşen heyete ifade ettiklerinin aksi yönündeydi. Demirtaş, bu mitingte; kışkırtıcı, tahkir edici ve yok sayıcı bir üslubu tercih etmişti. Gerginliği yatıştırması beklenirken, kitleleri sağduyu ve aklıselime davet etmesi umulurken; Demirtaş’ın bu yaptığı, bir nevi eski çatışmalara davetiye çıkarma çabası anlamına geliyordu.
Tüm bunların ardından Hizbullah basın bürosu, konuyla ilgili bir basın bildirisi yayınlayarak; Durna’nın şehadetine neden olanların KCK-PKK tarafından derhal bulunmasını isteyip, bu tarz saldırıların devamı halinde gerekli karşılığı vereciklerini satır aralarında ima etti. Şimdilik olayların durulduğu gibi bir izlenim oluşsa da PKK hareketinin tutarsız beyanatları ve güven vermeyen siyasi yaklaşımı ve iki kesim arasındaki husumetin provokasyonlara oldukça müsait olan yapısı nedeniyle yarının ne getireceği pek bilinmemektedir.
Mustazaf-Der saldırısı bağlamında yaşananların arka planına baktığımızda, ulusal Kürt hareketinin, Kürdistan’da tahakkümcü bir düzen kurma isteğinin ne boyuta vardığını, bir kez daha gözlemleme imkânını buluyoruz. PKK, bilindiği gibi öteden beri, bölgede kendisi dışında hiçbir ideolojik-siyasi yapının, düşüncenin boy vermesine, gelişmesine razı olmamıştır. Kendi siyasi hesaplarına rakip olma potansiyeli taşıyan tüm oluşumları sonlandırmak için bu yapıları ya sistem-düzen ilişkili yapılarak olarak tanımlayıp halk nezdindeki itibarlarını zayıflatma yöntemini kullanmıştır ya da şiddet yöntemine yönelmiştir. Tasfiye amaçlı bu uygulamalara, kendi örgütsel yapısı içinde, dağ kadroları arasında da başvurmuştur.2
PKK, Şiddetten Beslenen Hegemonik Bir Yapıdır!
Özelde Öcalan’ın, genel yaklaşım itibariyle de Kandil’in söylemleri, PKK ile bütünleşmedikleri sürece hiçbir kesim, fert ve ideolojinin Kürdistan’da yaşatılmayacağı tehditleriyle bezelidir. Son dönemde bu tehditlere daha sık biçimde başvurmaktadırlar. Kürt açılımı süreci ile beraber, muhataplık meselesi konusunda kamuoyuna açıkça mal olan bu hegemonyacı üslup ve siyaset tarzı, PKK’nin bölgedeki politikalarının da ana belirleyicisidir. Orhan Miroğlu, Osman Baydemir, Şivan Perwer, Önder Aytaç, Emre Uslu, Galip Ensarioğlu gibi isimlerin, PKK ve Öcalan tarafından açıkça tehdit edilmesi kamuoyuna tüm açıklığıyla yansımıştı. Bunun dışında bizzat Öcalan’ın isim vererek kınadığı kimi kişiler ve kurumlar, PKK’nin haber ajanslarında “hain”, “işbirlikçi” ya da “gladyocu” olarak işlenmektedir.
Anlaşıldığı kadarıyla PKK, bölgede hegemonyasını tesis edip, otokratik bir düzen kurma hayalleri peşindedir. PKK ve bileşenleri, bu nedenlerle Kürt sorunu konusunda tek muhatap olarak kendilerini dayatmakta, Kürt halkının iradesinin kendilerinde toplandığını iddia ederek, Kürt halkı adına konuştuklarını belirtmektedirler. Yıllardır süregelen acımasız kirli savaşın beslediği nefret duyguları üzerinden inşa edilmeye çalışılan “Kürt ulusal kimliği”ni bir manivela olarak kullanan PKK, bu savaş süreci içinde ciddi bir sosyal travma yaşayan toplumu, baskıcı bir siyasetle yönetmek için çabalamaktadır.
Yıllardır devletin baskı ve sindirme politikalarına karşı direnen bölge halkına, PKK’nin vaat ettiği sistemin karakteri, az çok belli olmuştur. Kemalist resmi ideolojinin, varlık sahasına çıktığı ilk dönemlerde topluma reva gördüğü zulmün benzerini; bu defa da PKK, ‘mazlumiyet’in sözde her eylemselliği meşrulaştırıcı anlayışını temel alarak, fütursuzca Kürt halkına yöneltiyor. Jakoben bir siyasi mantıkla sosyolojik meselelere yaklaşan PKK, şiddeti kendi çıkarları uğruna kolayca, keyfi biçimde başvuracağı normal bir araç olarak görmektedir.
Geçen Ramazan ayında, yaşadıkları bölgelerde, PKK’nin siyasi hesapları aleyhine çalıştıkları iddia edilen iki imamın vahşice şehit edilmesi, bahsettiğimiz durumun açık örneğidir. Özellikle Yüksekova, Hakkâri, Silopi, Cizre, Kızıltepe vb. gibi PKK’nin tamamen egemenliği altında bulunan kapalı bölgelerde, PKK istediğine istediği cezayı kolaylıkla kesebiliyor. Kendi egemenliği altında tuttuğu bu bölgelerde, dağıttığı bildirilerle AK Parti’ye yakın olan, Gülen hareketine mensup olan ya da PKK dışındaki herhangi bir yapıya yakınlık duyan kişilerin kendilerine bildirilmesini belirterek, sadece sözlü biçimde iletilen verileri bile baz alarak yargılama yapabilme, cezalandırma hakkını kendinde görüyor. Örneğin Hakkâri’de AK Parti’nin düzenlediği seçim mitingi öncesi Halk İnisiyatifi imzasıyla yayınlanan bildiride, mitinge katılanların şiddetli biçimde cezalandırılacakları tehdidi kolaylıkla savruluyor. Bu tehditler ve bildiriler neredeyse rutin halini almış durumda. Toplumun ne yapması gerektiği bizzat “emrediliyor”. Birçok eylemde kepenkler zorla kapattırılıyor, kepenklerini kapatmayanlar ise önce tehdit edilip ardından da protestolar bittikten sonra dükkânlarına saldırılarda bulunuluyor. Başına gelecek belanın farkında olan esnaf ise kendisini koruma güdüsü içinde, kepenk kapatma eylemlerine mecburen boyun eğmek durumunda bırakılıyor.
Zorlama ve baskılar sonucu oluşan bu “ölü şehir” tablosuna da PKK’liler “halkın gönüllü tepkisi” adını vererek, buna kendilerini de inandırmayı başarıyorlar. Bunların tümünü Kürt halkına reva görürken, ağızlarından “demokrasi”, “insan hakları”, “barış” gibi maskeleyici sözcükleri de düşürmeyi ihmal etmiyorlar. Kundaklanan yurtlar, yakılan araçlar, zarar verilen işyerleri, molotoflanan banka şubeleri, saldırılan sivil toplum örgütleri; PKK şiddetinin yöneldiği hedeflerden sadece bazıları.
Bölgede İslamcılara Yaşam Hakkı Tanınmamaktadır!
PKK’nin tahakkümcü siyasetinin İslamcılara yansıyan boyutu ise Müslümanları ziyadesiyle rahatsız etmektedir. Özellikle Öcalan, bölgedeki bağımsız İslami kesimleri, eskiden devletçi olarak yaftalarken, şimdi de AK Parti yanlısı olarak tanıtarak, Kürtlerin bu hareketlere yönelimini kırmayı ve İslami kesimi PKK şiddetinin hedefi yapmayı arzulamaktadır. Örgütlü İslami yapıları, gönüllü bir muhbir gibi TSK’ye şikâyet etmekten de çekinmeyen PKK lideri, kadim “gericilik” tehdidini hatırlatarak, bölgedeki bu yapıların güçlenmesi halinde bir Kürt HAMAS’ının oluşacağının propagandasını yapmaktadır. İslam’ın tüm görünür unsurlarına karşı, adeta Kemalist sistemin kuşandığı bütün refleksleri kuşanarak yaklaşan PKK liderleri, dindar Kürt halkını Zerdüştlüğe davet etmekten de çekinmemektedirler.3 Tıpkı Türk ulusalcılarının yıllardır Şamanizm’e atıfta bulunma gayreti gibi.
Bölgedeki bağımsız İslami oluşumların birçoğunun PKK’ye muhalif olmasını kabullenemeyen Öcalan, son dönemlerde bu yapıları; delegasyonundan divanına kadar her yönüyle kendi söylemleri tarafından şekillendirilen ve sözde Kürt halkının tüm kesimlerini içinde barından bir çatı yapısı olan DTK’ye katılmaya davet etmekte, aksi takdirde yok olacakları tehdidini savurmaktadır. Genel olarak Öcalan’ın yazılı eserlerine ve avukat görüşmelerine bakıldığında görülmektedir ki, bu laik-ulusçu hareketin lideri, İslam ve İslamcılarla ilgili yaptığı tüm değerlendirmelerde tahkir edici, yargılayıcı ve aşağılayıcı bir üslubu yeğlemektedir. Öcalan’ın İslamcılara yönelik bu tavrından cesaret alan tabandaki yapılar ise İslami derneklere, Kur’an kurslarına, yurtlara saldırmaktan asla geri durmamaktadırlar.
En son olarak Cizre’de 27 Mayıs günü, imam hatip lisesi öğrencilerinin kaldığı yurdu gözüne kestiren saldırganlar, yurdu molotof kokteylleri ile ateşe vererek üç lise öğrencisinin yaralanmasına neden oldular. Bölgede faaliyet gösteren İslami hiçbir yapıya tahammül göstermeyen bu hareket, öngördüğü düzeni tesis ettiği an, yarının Kürdistan’ında, Kemalistlerin yaptığı gibi en büyük düşman olarak Müslümanları hedefe oturtacaktır.
AK Parti Düşmanlığı Üzerinden Yürütülen Şiddet Sarmalı ve AK Parti’nin Artan Milliyetçi Söylemi
Referandum sürecinde boykot kararı alan PKK, halkın sandıklara gitmesini engellemek için Kürdistan’da çok ciddi bir baskı ortamı oluşturmuştu. Buna paralel, açılım süreciyle sorunun çözümü konusunda önceki hükümetlerden çok daha ileri bir pozisyonda duran ve bu siyaset tarzıyla meselenin konuşulması önündeki psikolojik önyargıların kalkmasına katkıda bulunan AK Parti, PKK ve Öcalan tarafından Kürt halkının en büyük düşmanı ilan edilerek, saldırılan hedefler arasında ilk sırayı almaya başladı.
AK Parti’nin, Kürt meselesinde ön açıcı ve inisiyatif alan bir siyaset tarzı ortaya koyarak, Kürt toplumunda geniş bir taban tarafından desteklenmesi PKK kanadında büyük bir rahatsızlık uyandırdığı için, bu seçim döneminde BDP’nin yürüttüğü seçim çalışmaları salt AK Parti nefreti ve karşıtlığı üzerinden yürütülmektedir. Bölgede her gün AK Parti seçim bürolarına molotoflarla ve ses bombalarıyla saldırılmakta, ilçelerde bulunan AK Partili yerel temsilcilerin mallarına zarar verilmektedir. Son olarak, Diyarbakır Valiliği’nin yaptığı açıklamaya göre AK Partili Hazro Belediye Başkanı Fethullah Mehmetoğlu'nun oğlu Fuat Mehmetoğlu PKK’li bir grup tarafından kaçırılmıştır. Bu durum, AK Parti nefretinin vardığı vahim durumun acı bir örneği olarak okunabilir.
PKK ve bileşenlerinin, AK Parti karşıtlığı üzerinden yürüttükleri siyaseti temellendirirken hiç zorlanmadıkları, bizzat AK Partililerin giderek artan dozda milliyetçi bir söyleme kayarak PKK’nin siyasi söylemlerini haklı çıkarttıkları da su götürmez bir gerçektir. Hatta öyle ki, bir yandan R. Tayyip Erdoğan’ın “Kürt sorunu sona ermiştir!” demesi, diğer yandan Diyarbakır gezisi sırasında konuşan Bülent Arınç’ın ise “Kürt sorunu halen vardır, seçimden sonra çözüm adına yaptıklarımızın on katını yapacağız.” şeklindeki değerlendirmesi; AK Parti’nin Kürt sorununa yaklaşımındaki zaaflı karakterini bariz biçimde ortaya koymaktadır. “Tek vatan, tek millet, tek bayrak” retoriğinin son dönemde bolca kullanılması da bölgede AK Parti’nin Kürt meselesi konusunda tutarsızlığı olarak okunmaktadır.
AK Parti’nin, Kürt sorununun çözümü konusunda yeterli bir siyaset ürettiğini iddia etmek imkânsız. Aksine zaaflı ve eksik bir anlayışla ürkek adımlar atmasını da hep eleştirdik. Aynı şekilde, Kürt ulusal hareketinin AK Parti’nin çarpık politikalarını eleştirmesini de siyaset mantığı açısından tutarlı bulduğumuzu ama bu eleştirilerin mutlaka sivil siyaset yoluyla sunulması gerektiğini, ancak bu şekilde sorunun çözümüne katkı sunacak bir yaklaşım geliştirilebileceğinin altını çizmekteyiz. Bu vesileyle hassasiyetle üzerinde durduğumuz asıl mesele, siyasi partilerin seçim politikalarından daha ziyade; PKK’nin Kürt toplumunu ve bölgedeki siyasi atmosferi şiddet ve baskı araçlarıyla şekillendirme çabasının tahammül edilemez seviyelere ulaşmış olduğu gerçeğidir.
Açılım sürecinin, başladığı noktaya dönmesi, eylemsizlik kararlarına rağmen ordunun yaptığı operasyonlar, öldürülen HPG militanlarının sayısının her geçen gün artması, bölgesel geri bırakılmışlık, yoksulluk ve yıllanmış öfkelerin karmakarışık atmosferi içinde devlete duyulan nefret ister istemez halkı, PKK’ye mahkûm ediyor. Seçim meydanlarında en ağdalı milliyetçi nutukları duyan Kürt halkı, “kendi kötüsü”ne yani kaderine razı oluyor. Gasp edilen haklar konusunda halen klişeleşmiş ‘lütufkâr’ bir devlet diliyle konuşulmaya devam ediliyor. Genelkurmay Başkanı Kürtçe tabelalardan duyduğu rahatsızlığı, Türkçenin kullanım zorunluluğunu bir bildiriyle duyurmaktan imtina bile etmiyor. Kürt sorunu konusunda çözüm umutlarının toplumsallaştığı bu dönemde bile; Katı-ulusalcı devlet zihniyetinin kemikleşmiş reflekslerinde pek bir değişiklik gözlenmiyor.
PKK Şiddetinin Hedefleri
PKK tam da bu noktada hem hükümetin hem de genel olarak sistemin Kürt sorunu dolayımındaki zaaflı politikalarını, kendi hedeflerini tutturabilecek bir anlayışla yorumlayarak araçsallaştırabiliyor. Örneğin açılım, hem hükümetin korkak tavırları hem de PKK hareketinin tıkayıcı manevraları nedeniyle yol kazasına uğramıştı. Fakat PKK, açılım sürecinin duraksama yaşaması ile beraber, açılımı kendisine yönelik bir tasfiye hareketi olarak yorumladığını açıklayıp, bu tasfiye hamlesine karşı, tepeden tırnağa Öcalan’ın yazılı görüşlerinden kopyalanan Demokratik Özerklik önerisini dayatarak Kürt sorununu siyaseten bir çözümsüzlük girdabı içine sürüklemeyi başarmıştı. Bu çözümsüzlüğü, periyodik olarak tertip ettiği sokak gösterileriyle, çatışmacı dili de merkeze alarak devam ettirmeye çalışıp, Kürt sorunu konusunda kendi negatif etkinliğinin boyutlarını genişletmeyi amaçlamıştı. Bugün şiddet uygulamalarıyla yapılanlar da bir yönüyle bu anlama gelmektedir. PKK, şiddetin ürettiği korku ortamı içinde, kitleleri mobilize etme ve baskı altında tutabilme kabiliyetine sahip olduğunu, bu tarz eylemlerle hem kamuoyuna hem de devlet mercilerine duyurmaktadır.
Statükosunu muhkemleştirmek için silahın gücünden ve şiddet siyasetinden her dönemde fazlasıyla faydalanan milliyetçi Kürt hareketi; kendi hegemonyasını inşa edebilmek uğruna, devlet tarafından tüm kavmî-kültürel hakları gasp edilmiş ve neredeyse bir asırdır sistemli biçimde sindirilmiş bu kavmin acıları üzerinden palazlanmaktadır. Kürt halkı ise bir yandan devletin yol açtığı travmalarla mücadele etmeye çalışırken, öte yandan PKK’nin yoğunlaşan bunaltıcı baskısı karşısında şimdilik ne yapacağını bilmez bir halde, kaderine razı görünmektedir.
Dipnotlar:
1-https://www.haksozhaber.net/news_detail.php?id=21543
2-Aliza Marcus tarafından hazırlanan ve İletişim Yayınları arasından çıkan “Kan ve İnanç” isimli kitapta, hem örgüt içi infazlara hem de örgütün hegemonya arayışıyla ilgili politik yaklaşımlarına ait birçok örnek bulunabilir.
3-KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın yakın zamanda yazdığı “Bir Savaşın Anatomisi” isimli kitapta Zerdüştlük övgüsü ve bu “ulusal” dine davet, açıkça görülmektedir.