Bu yazıyı yayınlamamız yazarın tüm düşüncelerine katıldığımız anlamına gelmemektedir. Yazıda yer yer barış teması işlenmekte ve gerçek barışın ancak BM'nin kararlarının hayata geçirilmesiyle tesis edilebileceği yönünde dolaylı ifadeler yer almaktadır. Halbuki İslami perspektif gerçek barışın zulme, haksızlığa ve emperyalizme karşı verilen güçlü bir mücadeleyle gerçekleştirilebileceğini, hakkaniyet ve adalet temellerinden mahrum pazarlık mantığıyla gerçekleştirilen bir barışın sahte bir barış olduğu hakikatini kabul eder. Yazıda zaman zaman göze çarpan bazı olumsuzluklara rağmen "The Independent" gibi bir gazetede, gerçekleri görebildiği kadarıyla aktarmayı göze alabilmiş ve etik ilkeleri benimsemiş bir gazeteciyle karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım. Bu makale 1996 Kasımında yayınlanmasına rağmen hâlâ güncelliğini koruduğuna inandığımızdan çevirisini yayınlamayı uygun bulduk. (İslam Özkan)
Akdeniz'den Afganistan'a Ortadoğu'yu boylu boyunca katedip de ABD büyükelçiliğine sahip olabilecek kadar şanslı bir ülke görmek kolay değildir. Ürdün/Amman'daki büyükelçilik kale gibidir. Şam'da dikenli tellerle çevrili konsolosluk ise bölgedekilerin en küçüklerinden biridir. Beyrut, Cezayir ve Kahire'de ise Amerikalı diplomatlar ancak kendilerine iyi silahlanmış büyük bir koruma duvarının eşliğinde seyahat eden sanal sığınaklarda yaşarlar. (Tabii ki İsrail meselesi bir başka konu.) Bununla birlikte bölgenin diğer gayri memnun rejimleri -Bağdat'ın cellat diktatörü belli ki en kötüsü- bugün Ortadoğu'nun yansından fazlasının ABD büyükelçiliğinden mahrum olduğu gerçeğinin ürkütücü bir parçası olarak varlıklarını sürdürmektedir. Üstelik inanılmaz bir şekilde bizim ABD'nin Ortadoğu'daki başarısına hayran olmamız ve Arap-İsrail anlaşmasındaki o grotesk dengesizliğin gerçek barışın ta kendisi olduğuna inanmamız isteniyor.
İtiraf edilmeyen gerçek ise ABD politikalarının ve onunla birlikte hareket eden Arap rejimlerinin gün geçtikçe popülaritelerini kaybettikleridir. Ancak Batılı gazeteciler bu başarısızlığın ciddiyetini ya da derinliğini çok az ifade ederler. Bunun yerine onlar ABD ve İsrail'le birlikte yeni bölgesel istikrara doğru hareket eden ılımlı liderlerin yanlış fakat göz alıcı resimlerini çizmeyi tercih ediyorlar. Arap-İsrail "barış süreci" ve İran/Irak kuşatma programının da kenarında yer aldığı bu Pax Americana, gerçekte daha fazla aldanışı gerektirmektedir.
Gerçek şu ki 1991'in ortalarında, ilk barış konferansı olan Madrid'te, gerçek barışın Arap ve İsraillileri eşit şekilde kapsayan bir anlaşmayı gerektirdiği söylenmişti.
ABD Dışişleri Bakanı James Baker defalarca muhtemel bir barışın BM Güvenlik Konseyi'nin 242 ve 238 no'lu kararlan çerçevesinde kurulabileceğini söylemişti. Bu maddeler İsrail'in işgal edilmiş bütün Arap topraklarından çekilmesini ve "egemenliğin kabulünü, bölgesel entegrasyonu, bölgedeki tüm devletlerin siyasi bağımsızlıklarını, bu devletlerin tehdit ve güç kullanımından uzak bir şekilde tanınmış ve emniyetli sınırlar içerisinde yaşama haklarını" talep etmekteydi. Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, Baker'den "barış için toprak" formülünü ikrar eden bir güven mektubu istemiş -ve de almıştı-. Araplar bu temel prensipler üzerinde Madrid'e geldiler.
Bununla birlikte Yaser Arafat'ın İsraillilerle gizli anlaşması, resmi görüşmelerde inşa edilen güveni etkili bir şekilde tahrip etti. 1993 Oslo anlaşması -ki BM'nin 242 ve 238 sayılı kararlarını temel alması gerekiyordu- bu güvenin altını kazdı. Bu anlaşma işgal edilmiş Arap topraklarından çekilmekten çok İsrailliler'in bölgede yeniden konuşlanmasını öngörüyordu. Üstelik uluslararası garantiler de yoktu. Ayrıca Oslo kaçınılmaz bir şekilde gerçek bir barışı tesis edebilecek birçok konuyu ertelemekteydi: Kudüs'ün ve yerleşimcilerin gelecekteki statüsü, Filistin Devleti'nin akibeti ve şu anda yeni genç nesille birlikte 3 milyonu aşan yurtlarından sürülmüş Filistinli göçmenler.
Oslo, aşırı İsrail yanlısı ABD tarafından arka çıkılan güçlü bir İsrail'in çekilme planını ertelemesine, halihazırda salam dilimleri gibi parçalara ayırarak Batı Şeria'da dev yeni yerleşim birimleri kurmasına izin verdi. Arafat'a ise görünüşte kontrol altında tuttuğu toprak parçalarında İslami muhalefeti bastırması emrediliyordu. "Kudüs, yerleşim birimleri ve Filistin devleti" gibi bu "barış"ın en can alıcı noktaları "barış süreci"nin sonuna erteleneceğinden, bu meseleler artık bir kavga nedeni olmamalıydı. Gerçekte "barış süreci" illegal olanı legal hale getirmeye yaramaktaydı. ABD'li diplomatlara Batı Şeria için artık "işgal edilmiş topraklar" sözcüğünü telaffuz etmemeleri salık verilmekteydi. Sanki İsrailliler onbinlerce dönümlük Arap topraklarını ele geçirip 1967 Arap-İsrail savaşından sonra inşa ettikleri yerleşim birimleri hakkında uluslararası kararlara başvurmuş ve bu kararların uygulanmasını kabul etmişçesine, söylenmesi gereken "ihtilaflı topraklar"dı.
Oslo Anlaşması BM'nin 242 ve 238 nolu kararları üzerine kurulmamıştı. Tersine bu anlaşma İsraillilere söz konusu kararları revize etme şansı tanımıştı.
Bir çok gazeteciler bu hikayeyi işlediler. Örneğin Yahudiler, Ocak 1995'te yeni yerleşim birimleri kurmaya çalıştıklarında Jerrol Kessel CNN seyircilerine, yerleşimcilerin "bu toprakları kendilerinin bir parçası olarak hissettiklerini" söyleyebildi ve 16 Ocak'taki haberinde de "yahudilerin miras iddialarının yüzlerce yıl önceye gittiği" iddiasında bulundu. Yahudi iddialarının herhangi bir uluslararası hukuka dayanmadığını ve Filistin iddialarının kesinlikle bir iddia olmayıp üzerinde yaşadıkları toprakların kanuni sahipliği olduğunu söyleyebilecek hiç kimse çıkmadı. Aynı mantıkla "barış süreci'ne itiraz eden -ister Arafat türü ister Madrid versiyonu olsun- herkes "terörü desteklemekle" suçlandı.
"Barış süreci" hakkında gazeteciliğin bu taraflı biçimi bir yandan sürerken diğer yandan da çok tehlikeli bir eğilimin meydana gelmesine yardımcı oldu: Arapların, birçoğunun adaletsiz bir barış olarak niteledikleri anlaşmayı kabul etmeye zorlandıkları halde onların İsraillilerden daha az güvenilmeye değer oldukları imajının çizilmesi eğilimi. Geçtiğimiz ilkbaharın intihar bombacıları kötü Filistinliler, "barış süreci"ne doğrudan saldırıda bulunan İnsanlar olarak değerlendirildiler. Gerçekte bu saldırılar, Yahya Ayyaş olarak bilinen HAMAS'ın bombacısının katledilmesine bir misillemeydi. Kılıçla ya da bombayla yaşayanlar, bunlarla öldürülmeyi beklemeliydi ancak HAMAS o zamanlar ateşkes ilan etmişti ve İsrailliler Ayyaş'ın öldürülmesinin kanlı bir intikamı beraberinde getireceğini bilmeliydi.
Filistinliler gibi kendilerinin olan bu barışa karşı çok az duyarlılık gösterdiler. 26 Kasım 1994 gecesi, Ürdün'ün başkenti Amman'ın rahatsız edecek kadar sessiz sokaklarında dolaşmak üzere otelimden çıkmıştım. Bir kaç saat önce Kral Hüseyin ve İsrail başbakanı İzak Rabin Vadi Araba'da, Başkan Clinton'un refakatinde bir barış anlaşması imzalamışlardı. Yarım asırdan fazla bir zamandır Ürdün İlk defa "barış"a kavuşmuştu. Bu ülkenin evlatları artık savaşa gitmek zorunda kalmayacaklardı. Başka bir ülkede olsaydı başkentin eğlence ve kutlamalardan geçilmediğini görebilirdiniz. Ama Amman'da tek bir kişi bile bu amaçla evinden çıkmamıştı. Caddeler öfkeli ve ağır silahlarla donanmış güvenlik güçleriyle doluydu ve onlardan birkaçı benim bomboş şehir merkezinde dolaştığımı görünce kimliğimi sordular. Bu kelimenin tam anlamıyla manşet olabilecek bir olaydı: Barış çöktü: "Kimse sevinmiyor".
Fakat kimse bunu haber yapmadı, CNN'de ve diğer Amerikan kanallarında, ABD'de yayınlanan basın yayın organlarında klasik bir imaj haline gelmiş Kral Hüseyin ve İzak Rabin'in, Clinton'un gülümseyen portresi önünde el sıkışan resimleri yer aldı. Henüz Mısır'ı ve son olarak da Batı Şeria ve Gazze'yi kapsayan Pax Americana'nın bu harikulade başarısı, barışın gerçek yapısını sorgulamaya neden olabilecek acı gerçekler tarafından rahatsız edilmemesi gereken bir mucizeydi.
Ürdünlülerin sessizliği anlaşılabilir. Bu ülkenin yarısından fazlasını oluşturan Filistin kökenli nüfus, acı bir şekilde barış anlaşmasının kendi kardeşlerinin ve Ürdün Nehri'nin ötesinde yaşayanların sorunlarının çözümüne ne kadar az katkıda bulunduğunu görmüşlerdi. İsrail, Ürdün anlaşmasının da (aynı Filistin-İsrail anlaşması gibi) BM'nin 242 ve 238 no'lu kararlarına dayanması gerekiyordu. Fakat yapılan bu anlaşmada (Vadi Araba Anlaşması) sadece BM gibi insani yardım kuruluşları ile ilişkili Filistinli göçmenlere göndermeler ve (her ne kadar Ürdün sınırı kesinlikle İsrail'in bir parçası olmayan Batı Şeria boyunca uzanıyor olsa da) iki devlet arasında zaten uluslararası olarak tanınmış hususlara atıflar vardı.
Filistin ve Ürdün yönetimlerinin söz verdikleri ekonomik canlanma gerçekleşmedi. Kral Hüseyin, geçen yaz ekmekte devlet desteği ve sübvansiyonların kaldırılmasını takib eden ayaklanmalarla ciddi derecede şaşırmış olmalı. Ürdünlüler monarşinin IMF'nin direktiflerini kabullenmesini, ülkenin Batı'nın elinde küçük düşmesinin diğer bir işareti olarak algılamışlardı. Yoksa Arap-İsrail anlaşmasının sıradan Ürdünlülerin yaşam koşullarını geliştirmesi gerekmiyor muydu?
Kuveyt'i işgalinden sonra Saddam Hüseyin'i bağırlarına basan yöneticiler, Yaser Arafat ve Kral Hüseyin'in 1991 Körfez Savaşı'ndan sonra İsrail ile anlaşma imzalayan tek liderler olmaları olağanüstü bir durumdur. Daha da inanılmaz olanı biz gazetecilerin hafıza teybimizde bulunan bu kopyaları bir kalemde silmemizdir. Bu tam anlamıyla bir hafıza kaybıdır. Tarihi kayıtların sağlam bir şekilde saklanması için ABD'nin 1991'deki Körfez zaferinden sonra Madrid'de başlayan barış sürecinden beri Arapları küçük gören ve horlayan bir unsur ortaya konmalıdır. İsrail'le barış yapmak ve ABD tarafından kabullenilmek için zayıf, hatta gözden düşmüş olmalısın. Böylece barış anlaşmasını imzalamanın Arafat ve Kral Hüseyin için kurtarıcı ve yeniden diriltici bir rolü olmuştur. Artık Bağdat canavarına olan destekleri unutulabilir. Kızgınlık anında söylenen ve yapılanlar tarihin derinliklerine gömülecektir artık. Bir taraftan İsrail şartlarına uygun bir barışı imzalayanların yaptıkları affedilirken diğer taraftan Pax Americana'nın öteki yüzü, İsrail'in düşmanları için revize edildi. İran ekonomik olarak izole edilecek, Irak BM'nin daha fazla müeyyide ve uçuş yasağı sayesinde yıldırılacak. Hâlâ (ABD'nin listesinde) terörizmi destekleyen ülkeler arasında yer alan Suriye ise İsrail tarafından askeri bir saldırıyla tehdit edilirken Libya'nın gaddar diktatörü Kaddafi ise ülkesinin 1988 yılında meydana gelen Lockerbie sözde bombalama eylemine adı karışmasından dolayı BM ambargosu altında kalmış durumda.
Gelecekte meydana gelmesi muhtemel gerçek bir barış treni tamamen kaçırılmış durumda, şüphecilik ve güvensizlik had safhada. Ve gerçekten şu anda, özellikle de İsrail'in aşırı sağcı parti lideri Netenyahu'nun seçim zaferinden sonra barış sürecinin muhtemel çöküşü için bir şamaroğlanı ve suçlunun bulunması gerekiyordu ve Suriye'ye bu şamaroğlanı rolünün verilmesi an meselesi . Likut'un seçim zaferinden önce bile Şimon Perez, Hafız Esad'ın barış istemediğini çünkü kapsamlı barış karşılığında Golan tepelerinin iadesini kabul etmediğini iddia ediyordu. Gerçekte Esad bu tür bir teklifi kesinlikle geri çevirmemişti, çünkü İsrail'in teklifi Golan'dan birçok ek şartlarla çekilmeyi içeriyordu. Oslo tarzı aşamalı bir çekilme (ki, Esad bundan çok da anlaşılabilir bir şekilde şüpheliydi) ve Suriyelilerin gözünde Şam'ı her tür savunma imkanından mahrum bırakacak şekilde Golan Tepeleri'nin Suriye tarafından silahsızlandırılması. Esad'ın bu tür bir anlaşmayı imzalaması düşünülemez bile. Ancak bu, İsrailli yorumcuların ve onların Amerikan medyasındaki meslektaşlarının Şam Şeytanı'nın yeniden keşfetmesini engelleyemedi.
Ve işte Pax Americana'nın İsrail ayağının salt askeri unsura ve politik baskıcılığa şimdiye kadar hiç bu kadar dayanmadığının delili.
Pax Americana'nın diğer kolu -Bağdat ve Tahran'a karşı kuşatma politikası- Saddam'a karşı başka bir darbeyi gerektirdiğinde biz Başkan Clinton'un son Irak macerasıyla karşılaşmış olduk. Saddam'ın Irak Kürdistan Demokratik Partisi'ne yönelik karşı misillemesi, en azından ilk günlerde sıkı bir liderliğin göstergesi olarak sunulmuştu, Bundan sadece bir hafta sonra iyice anlaşıldı ki Amerikan füzelerinin verdiği coşku ve heyecana rağmen CIA'nın Kuzey Irak'taki 100 Milyon dolarlık projesi -ki Saddam'ı devirmek için geliştirilmişti- çökmüştü ve 1991 senesindeki Körfez Savaşı koalisyonu tamamen dağılmıştı.
Suudlular (ve onun komşuları) ise Saddam'ın başka bir işgal girişiminden çok kendi halklarının Amerikan hava kuvvetlerine yönelik şiddetli tepkilerinden çekmiyorlardı. Bir de buna Ortadoğu ülkelerinde gittikçe güçlenen bir kanaat olarak İsraillilerin seçimlerde başardı olmalarının yolunun Arapları bombalamaktan geçtiği yönündeki inançlarını eklerseniz -her ne kadar Şimon Peres'in Kana katliamı macerası bu hedefi gerçekleştirmekten aciz kalsa bile- Amerikan Savunma Bakanı William Perry'nin geçtiğimiz Eylül'ün ortalarında yaptığı Ortadoğu gezisinin niçin çok az bir destek aldığını daha kolay anlarsınız.
Birleşik Devletler gerçekte Arap duyarlılığının ne olduğunu bilmeden Arap duyarlılıkları önünde saygıyla eğiliyor. Arapların Saddam'a yönelik füze saldırıları karşısında duydukları üzüntü onların korkaklıkları ya da Saddam karşısında duydukları sadistçe bir hayranlıktan kaynaklanmıyordu. Bu Irak hakkında daha derinden gelen, daha duyarlı ve daha hissi bir düşünceden kaynaklanıyordu. Irak'ın sahip olduğu şeylerin tümüne birden hiç bir Arap ülkesi sahip değildi; su ve petrol. Suriye, Lübnan, Ürdün ve Mısır az suya sahipler ve petrolleri yok. Körfez ülkelerinin petrolleri var ancak suya sahip değiller. Diğer Arap ülkeleriyle karşılaştırıldığında Irak, Arap ulusunun ideali olan bereketli toprakları ve bolluğu temsil etmektedir. İşte Clinton, -reelpolitiğin geçerli olduğu bir dünyada mistik bir olgu olarak kalan- bu cennet topraklara füzelerini göndermektedir.
Ve şimdi, "barış süreci"nin öldüğü yerde, müslümanlarla yahudiler arasındaki ebedi nefret ve güvensizliğin korkutucu işaretleri doğmuştur. Bu yılın başlarında Le Monde'da yer alan ve Fransız Yahudi Topluluğu lideri tarafından kaleme alınmış bir makale "İslamcı Kangren" başlığını taşıyordu. Bunun karşı sayfasında ise cübbesinin altından çıkan ahtapot kollarıyla Müslüman bir imamı tasvir eden bir karikatür yer alıyordu. Jarusalem Post gazetesinde ise İsrailli bir "güvenlik uzmanı"ndan alıntı yapılarak "İran tarafından yönlendirilen milyonlarca müslüman manyak, cennette kendilerine vadedilmiş ve onları bekleyen bakireleri tahayyül ederek ağızlarından salyalar akıtmaktadırlar" ifadesi yer alıyordu. Arap dünyasında ise Holocaust inkarcılığı yeniden gündeme geliyor. Hitler'in "Mein Mampf" (Kavgam) adlı kitabı Beyrut'ta yeniden basılıp kitap dükkanlarında satışına başlandı. Kahire'de ise Roger Garuudy'nin Holocaust katliamının varlığını sorgulamaya tabi tutan "İsrail Siyasetinin Kurucu Mitleri" adlı kitabı ilk defa Arapça'ya tercüme edilerek basildi. Garaudy'nin bizzat kendisi ise Lübnan, Suriye ve Ürdün'de Arap entellektüelleri tarafından büyük bir kahraman gibi karşılandı ve Şam'daki karşılama ise Suriye Devlet Başkan vekili Abdülhalim Haddam'a gösterilen ilgi ve alakadan daha az parlak değildi.
İşte biz böylesine zehirli bir ortamda "Ortadoğu Barış Süreci"ne inandırılmak isteniyoruz. Bizi kurtaracak olan ancak gerçektir -gerçek de şudur ki, barış süreci ölüdür ve zaten başından beri de ölüydü-, Arafat'ın fiziki sağlığı uzun süreden beri sallantıdadır. Defolu ve mevzii bir barışa kendisini kilitleyen Ürdün'ün Haşimi Krallığı ise gittikçe güvenilmez gözükmektedir. Diktatörleri değilse de Arap halkları barışın öldüğü konusunda uyanda bulunan ve tüm maddeleri uygulanması gereken BM kararlarının yeniden hayatiyet kazanması noktasında ısrar eden Avrupalı liderlere niçin sıcak mesajlar verdiklerini aylardır anlamış bulunuyorlar. Buna karşın İsrail politikalarını eleştirisiz bir şekilde ve alışıldık biçimde takip eden ABD, Bush ve Clinton yıllarını önemli dış politika girişiminin barış hususunda gerçekleştiğini kavrayamamış görünüyor. Geriye dönüp yeniden başlamak için çok mu geç yoksa? Şu çok kritik aşamada barış için toprak ilkesinin yeniden gündeme gelmesi ve tüm işgal edilmiş toprakların sahiplerine iadesi mümkün mü? Eğer mümkün değilse birçok Arap, Batı ve Doğu arasında gittikçe büyüyen nefret ve acı dolu yıllara mahkum olduğumuza inanmaya ve İsrail'i eleştirmeyi aklından bile geçirmeyen müttefiki Amerika'ya karşı sert davranmanın gerekliliğini düşünmeye başlayacaklar. Yeni seçilen bir liderin dış politika listesinin başında yer alması gereken nokta dört sözcükten oluşuyor: Yeni bir Ortadoğu barışı.