Türkiye siyasetinin sabit gündem maddelerinden biri olan anayasa tartışması AK Parti’nin, MHP’nin de desteğiyle Meclis’ten geçirdiği ve Nisan ayı içinde referanduma sunulması beklenen değişikliklerle birlikte yeni bir aşamaya taşınmış durumda. Halktan onay alması durumunda cumhurbaşkanlığının yetki ve sorumluluğunu artıran bu düzenlemelerle birlikte halen parlamenter vasfıyla tanımlanan sistem artık cumhurbaşkanlığı vasfıyla tanımlanıyor olacaktır.
Bu köklü sistem değişikliğinin haricinde Meclis’te onaylanan değişiklikler, seçilme yaşının 25’ten 18’e indirilmesi, Meclis üye sayısının 550’den 600’e çıkarılması, yargıda paralel görüntüye yol açan askerî yargıya son verilmesi gibi çeşitli düzenlemeler de içeriyor. Bununla birlikte uzunca bir süredir sıcak bir şekilde tartışılmakta olan anayasa değişikliği konusu bekleneceği üzere bu ve benzeri tali maddeler üzerinden değil, daha önce meclisin ve başbakanlık makamının üstlendiği kimi yetkilerin yeni düzenlemeyle cumhurbaşkanına devredilecek olması üzerinden yürütülüyor.
Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğu tarihten bu yana sistematik bir şekilde kamuoyu gündemine taşımaya çalıştığı ve bu yüzden “başkan yaptırma-yaptırmama” şeklinde ayrışmalara ve çatışmalara da konu olan bu konunun nihayet referandum aşamasına taşınmış olması şüphesiz iktidarın ve hassaten de Erdoğan’ın başarısı, muhalefetin ise başarısızlığıdır. Bu yönüyle referandumda çok fazla zorlanmayacağı düşünülen Erdoğan’ın hedefine epeyce yaklaştığı ve bu neticeyi de bizzat kendisinin sağladığı açıktır. Bununla birlikte tam da bu hususun, aynı zamanda söz konusu düzenlemenin en kırılgan noktasını teşkil ettiği de görmezden gelinemez. Şöyle ki mevcut değişiklikler alabildiğine kişiye özel bir düzenleme şeklinde belirmekte ve bu yüzden taraftarlarınca savunulmakta zorlanılırken, karşıt unsurların ise en fazla yüklendiği zaaf noktasını burası teşkil etmekte.
Statüko Muhafızlığından Taviz Yok!
Türkiye siyasetinin nirengi noktasını oluşturan statükoculuk ve statüko karşıtlığı şeklindeki ayrışma ekseninin mevcut sistemin yapısına ilişkin olarak büyük-küçük, kapsamlı-dar her türden siyasi değişiklik önerisi gündeme geldiğinde adeta otomatik bir şekilde devreye girdiği biliniyor. Bu olgu son anayasa değişikliği gündemiyle birlikte bir kere daha tazelenmiş oldu. Sol görünümlü muhalefet her zamanki tavrıyla koyu bir ‘statüko’ savunusu içerisine girerken, muhafazakâr kimlikli siyasi iktidar ise destekçileriyle birlikte ‘değişim’ yönünde çaba sarf etmekte.
Klasik siyasi literatür açısından paradoksal bir vaziyet olarak adlandırılabilecek olan bu görüntü enteresan bir şekilde Türkiye siyaseti, hatta daha genel manada toplumsal yapısı açısından doğal ve alışılagelen durum olma özelliği taşıyor. Muhalefet cephesinde rejimin değiştirilmeye çalışıldığı, cumhuriyetin kazanımlarının elden gittiği vb. iddialar, yakınmalar, belki önceki dönemlere nazaran biraz daha kısık bir sesle de olsa bir kez daha tedavüle sürülürken, nasıl olup da statükoculuğun devrimcilik şeklinde pazarlandığı sorusu ise yine önemini koruyor.
Şüphesiz siyasal iktidarın gündemleştirmeye, gerçekleştirmeye çalıştığı birtakım düzenlemelere ilişkin olarak muhalefetin itiraz etme, reddetme, söz konusu düzenlemeleri halkın desteğiyle püskürtmeye çalışma hakkı vardır. Bu manada eğer yapılmak istenen değişikliklerin hak ve özgürlükler açısından daralmaya sebep olacağı, halkın iradesine sınırlamalar getireceği, siyasal karar süreçlerinde istişare ve katılım mekanizmasını kısıtlayacağı vb. türden kaygılar taşınıyorsa buradan kalkarak itiraz etmek, reddetmek muhalif olmanın doğasının bir gereği ve anlaşılabilir bir tutumdur. Ne var ki sistemde her türden değişikliğe ‘statüko kalesinin yılmaz müdafii’ misyonuyla karşı çıkmanın, Kemalist rejim dayatmasını kutsamanın hiçbir inandırıcılığı ve de saygınlığının kalmadığı da ortadadır.
Ne kadar çarpıcıdır ki laik-Kemalist elitin tam da bu ‘dokundurtmayız, değiştirtmeyiz’ sloganları eşliğinde seslendirdiği dogmatik tavır geniş kitlelerin tepkisini çekmekte ve dindar camiada neredeyse asırlık bir temeli bulunan resmi ideolojik dayatmacılığa karşı refleksi harekete geçirmektedir. Toplumsal yapının külliyetli bir miktarını teşkil eden söz konusu kesim için herhangi bir siyasal-yasal düzenlemenin kim tarafından ileri sürüldüğü, savunulduğu kadar, hatta belki ondan da fazla kimi rahatsız ettiği, kim tarafından karşı konulduğu belirleyici olabilmektedir. Bu yönüyle CHP özelinde temsil olunan laik-Kemalist anlayışın şu veya bu biçimde resmi ideolojik kutsama ekseninde gündemleştirmeye, savunmaya çalıştığı karşı çıkışların söz konusu düzenlemeleri geniş kitleler nezdinde daha sevimli ve gerekli kıldığı da bir vakıadır.
İktidar Nasıl Bir Değişim Öngörüyor?
Öte yandan kişi merkezli düzenleme görüntüsü, gündemdeki anayasa değişikliğini köhnemiş, tıkanmış, tükenmiş statüko yapısına köklü ve kesin çözüm şeklinde yorumlayan iktidar çevrelerininse en büyük handikaplarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Gündeme alınan değişiklik önerisinin kabul edilmesiyle bürokratik mekanizmanın zayıflatılacağı ve halk iradesinin devletin işleyişine doğrudan yansıyacağı iddia edilmektedir. Bunları elbette temelde olumlu, ilerletici gelişmeler olarak yorumlamak mümkündür ama tüm bu beklentilerin tek bir kişi üzerinden gündemleşmesi, tek bir kişiye endeksli olarak tasarlanması riskli ve zaaflı bir duruma işaret etmektedir.
Hiç kuşkusuz Tayyip Erdoğan bugüne kadar ortaya koyduğu performans itibariyle bilhassa sistemin gadrine uğramış kesimlerin sevdiği, itibar ettiği bir isim olarak bu beklentileri karşılayabilecek konumda birisi olabilir. Hem içeride hem dışarıda İslami hassasiyet sahibi geniş kitlelerin şahsına karşı ne kadar güven duyduğu ve kendisini nasıl konumlandırdığı bilinmektedir. Bununla birlikte sonuçta şahsa özel bir düzenlemenin yarınlarda kimlere ne tür zeminler sunabileceğinin garantisi yoktur. Bu yönüyle gündemdeki değişikliklerin ciddi manada risk ve zaaf içerdiği görmezden gelinemez.
Mevcut yapının halk iradesine çeşitli engeller, sınırlamalar getirdiği; bürokratik mekanizmayı adeta dokunulmaz kılıp kutsadığı; toplumun taleplerinin doğrudan yansıtılmasına izin vermeyip ancak belli kırılmalarla sisteme yansıtılmasına izin verdiği bir gerçektir. Bu itibarla tüm bu mekanizmanın sorgulanmasının ve değiştirilmesine yönelik adımların desteklenmesinin genel manada maslahatımıza uygun olduğu söylenebilir. Ve buradan kalkarak bürokratik oligarşik işleyişi zayıflatacak, geriletecek düzenlemelerden yana tavır takınmanın gerekliliğinin, hatta zorunluluğunun altı çizilebilir. Bununla birlikte tüm bu olumlu adımların nasıl sağlanmaya çalışıldığı sorusu görmezden gelinebilecek bir ayrıntı olarak değerlendirilemez. Arzu edilen, umulan tüm bu olumlu gelişmelerin tek bir kişi üzerinde çok fazla yetki temerküzüyle sağlanmaya kalkışılması ciddi bir zaaf noktasıdır ve mutlaka sorgulanmayı, tartışılmayı hak eder.
Öncelikle istişare, katılım ve yetki paylaşımı gibi ilkelerin, değerlerin tek bir kişiye geniş yetkiler tanınması suretiyle zayıflatılması hoş karşılanabilecek bir yaklaşım değildir. Çünkü bu ilke ve değerler sadece siyasal sistemin işleyişiyle ilgili olarak değil, sağlıklı, nitelikli toplumsal bir gelişmenin de olmazsa olmazları olarak görülmesi gereken şiarlardır. Belli aşamalarda, belli devrelerde bu değerlerin geri plana itilmesi, bir tür ayak bağı teşkil etmemesi gerektiği şeklindeki yaklaşımların toplumsal bünyede ne tür kalıcı hasarlara yol açtığı bilinmektedir.
Bu yüzden “hele şu kritik dönemi bir atlatalım” yaklaşımıyla şekillenen ve asli manada benimsenmemekle birlikte geçici tedbir mantığıyla sahiplenilen siyasi tavır ve düzenlemelerin bir müddet sonra kalıcı hale geldiği ve hâkim siyaset geleneğine dönüştüğü unutulmamalıdır. Gerek Türkiye siyasi kültürü gerekse de daha geniş manada İslam ümmetinin siyasi geleneği zorunluluk gerekçesiyle ve muayyen dönemler için başvurulduğu iddia edilen nice uygulamaların norma dönüştüğünün örnekleriyle doludur.
Öte yandan mevcut durumda ‘şahsa özel’ nitelikli düşünülen birtakım düzenlemelerin yarınlarda başka ellerde ne tür sonuçlara yol açabileceğine dair kaygıların hiç gündeme gelmemesi de düşündürücüdür. Türkiye gibi çalkantılı bir siyasal-toplumsal yapıya sahip ve kırılgan bir coğrafyaya oturan bir ülkede yarınlarda rüzgârların bugünkünden farklı estiği bir atmosferin ne tür siyasal süreçleri ve şahsiyetleri öne çıkartacağına dair öngörülerde bulunmanın zorluğu atlanmamalı, bu tür bir durumun ortaya çıkaracağı riskler görmezden gelinmemelidir.
Değişimi Savunanlar Neyi Ne Kadar Değiştirme İradesine Sahip?
Kaldı ki anayasa değişikliği düzenlemesinin ortaya çıkarabileceği kimi sonuçlara ilişkin bu tür kaygıların da ötesinde bizi asıl düşündürmesi gereken husus ise Kemalist resmi ideoloji zeminine oturmuş rejimin mahiyetine dair bir tartışma ve değişiklik teklifinin, çabasının gündemde olmayışıdır. Her ne kadar kimi kesimlerde idari sistemin işleyişine dair adımlar köklü bir rejim değişikliği şeklinde algılanıyor olsa da bu algı yanıltıcıdır.
Tepeden tırnağa Kemalist resmi ideolojinin rengini taşıyan mevcut anayasanın bu boyutuna ilişkin bir tartışma da talep de gündemde yoktur. Her ne kadar statüko muhafızı kimi çevrelerin, CHP’nin, bazı örgütlerin ve Kemalist medyanın bu doğrultuda bazı itirazlar dillendirdiği görülmekteyse de bunlar somut bir ‘tehlike’den ziyade korkutmaya endeksli klasik Cumhuriyetçi söylemin tezahürlerinden başka bir şey değildir. Nitekim bu yöndeki tartışmalara cevaben iktidar mensupları da ısrarla rejimin niteliğine dair hiçbir farklı yaklaşımlarının bulunmadığı, rejim tartışmasının çoktan kapanmış olduğu, aslında bizzat kendi yaptıkları değişikliklerin Atatürk dönemi pratiğini çok daha net yansıttığı türünden savunmalar geliştirmektedirler.
Türkiye’de tam bir tabu konumuna oturtulmuş bulunan sistemin Kemalist niteliğinin değiştirilmesinin de hatta tartışmaya açılmasının da kolay olmadığı, bu yönde çok fazla sınır, engel bulunduğu bilinmektedir. Ayrıca Meclis aritmetiği açısından ancak MHP ile ittifak edilerek anayasa değişikliği düzenlemesine gidilebildiği ve MHP’nin ise bu noktada kaskatı bir anlayışa sahip olduğu ortadadır. Bu yüzden resmi ideolojik dayatmaların tasfiyesi bağlamında atılabilecek adımların zorluğu görmezden gelinemez. Mamafih 15 Temmuz sonrası yükseltilen söylemlerin, yeni dönem vurgularının, altı kalın kalın çizilen ‘halk iradesi’ kavramının anayasa değişikliği paketine ancak çok silik ve sınırlı bir şekilde yansıtılmış olması da dikkat çekicidir.
Ne yazık ki geldiğimiz noktada Kemalist, laik, Türkçü rejim olgusuna ilişkin temelden bir itiraz mevcut olmadığı gibi, bu yöndeki taleplerin güçlü bir şekilde gündemleştirilmesi çabası dahi söz konusu olmamış, olamamıştır. Oysa yaşadığımız sıkıntının, zorluğun, zorbalığın kaynağı tam burasıdır.
Önceliğimiz Kemalist Rejim Dayatmasının Sonlanması Olmalıdır!
AK Parti ve MHP’nin oylarıyla Meclis’te kabul edilip referanduma sunulacak olan anayasa değişikliği düzenlemesi kısmen ilerletici-geliştirici, kısmen de riskli boyutlar içermektedir. Halkın iradesinin, taleplerinin sisteme daha kolay ve doğrudan yansıtılması ve bürokratik işleyişin yol açtığı engeller ve sınırların aşılması bağlamında değişikliğin olumlu sonuçlar doğuracağı söylenebilir. Üstelik de başlayacak olan yeni dönemin, icraatlarıyla Türkiye’nin son 15 yılına damgasını vurmuş ve dindar kitlelerin güven duyduğu bir ismin merkezinde yer alacağı bir sürece işaret ediyor olması da avantajdır. Bununla birlikte aynı düzenlemenin çok fazla kişi odaklı bir mahiyet arz etmesi ve seçilen şahsa çok fazla yetki tanıması, ayrıca da aynı yetkilerin ileriki süreçlerde kimler eliyle nasıl kullanılabileceğine dair belirsizlik ise konunun zaaflı yönüne işaret etmektedir.
İçerdiği avantajlar ve risklerin değerlendirilmesi, tartışılması elbette önemli olmakla birlikte bizler açısından mevcut düzenlemenin asıl belirleyici boyutu içerdiği boşluk, rejimle güçlü bir hesaplaşma çabasının eksikliği hususudur. Yazık ki anayasa değişikliği konusunu neredeyse yüzyıldır insanımızı ezen, biçimlendiren, başkalaştıran Kemalist tahakkümün, köklü ve nitelikli bir şekilde sorgulanması ve aşılmasına yönelik bir fırsat, bir imkân olarak görmek mümkün değildir.
Ve yaşadığımız asıl sorun, sıkıntı, açmaz parlamenter ya da başkanlık sistemi tartışmasından öte, resmi ideolojik dayatmanın, zorbalığın nasıl sonlandırılacağı noktasında düğümlenmektedir. Siyasi partiler yasasından eğitim müfredatına, resmi törenlerden sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine dek her alana uzanan, yayılan, her yere rengini, mührünü basan laik, Kemalist, Türkçü resmi ideolojinin zihinlerimizi ve pratiklerimizi şekillendirme kudreti ve imtiyazının hangi süreçte ve nasıl tasfiye edileceğine dair bir iradeden bahsetmek çok zor. Oysa gündemdeki anayasa değişikliği konusuna ilişkin olarak asıl tartışılması, öne çıkartılması gereken husus bu olmalıdır!