London School of Economics'te düzenlenen ASEN toplantılarında milliyetçilik konusu ele alındı. 'Ulusçuluğun Karanlık Yüzü' başlıklı iki günlük toplantıda, milliyetçilik çağdaş bir olgu olarak çeşitli yönleriyle masaya yatırıldı. Bu çalışmada, İngiltere ve Türkiye'de yükselen milliyetçilik akımlarını değerlendirirken, daha geniş bir konjonktürde "kendine özgü ülke koşullarının" ne anlama geldiğini etraflı bir bakış açısıyla irdelemeye çalışacağız.
İngiltere'de etnik temelli milliyetçiliğin yükselişe geçtiği görülüyor. İngiliz ulus kimliği yaratabilmek adına 1960'larda yoğun bir propaganda süreci yaşandı. İngiliz müziği, Dünya Kupası şampiyonluğu bu sürece katkı sağlamakla beraber, emperyal dönemden sivil ulusçuluğa geçiş sürecinde İngiliz ulus projesinin hedefine tam olarak ulaştığı söylenemez. Tarihten gelen ırklararası husumetleri bertaraf etmesinden medet umulan çok kültürlülük siyaseti, 60'lı yılların tabandan gelen özgürlükçü ve bağımsızlıkçı hareketleriyle örtüşerek İngiltere'de kök salmaya başladı. Günümüzde, göçmen karşıtlığı ve İslam fobisinin yükselişi, İngiltere'de pompalanan yeni milliyetçi anlayışın arka planında inceden inceye tasarlanmış bir egemenlik tesisi olduğuna ilişkin güçlü sinyaller veriyor.
Tabandan gelen muhalif hareketlerin zayıflamasıyla, boşluğu baskıcı yasalarla doldurmaya çalışan bir siyasal iradenin devreye girdiği gözlerden kaçmıyor. Bu çalışmada, söz konusu siyasal iradenin galebe çalması için siyasilerin yanısıra akademi ve bazı raportör kurumların oluşmakta olan yeni egemen etnik sınıf etrafında egemenlik sağlama yönündeki hummalı çalışmalarının izini süreceğiz.
Türkiye'de kışkırtılan milliyetçilik ile İngiltere'de yükselen milliyetçilik nitelik ve nicelik açısından farklar taşısa da, özünde hizmet etmeye çalıştıkları otoriter egemenlik diktesi anlamında çarpıcı benzerliklerinin altı çizilmeli. Çalışmada bu benzerliklerden yola çıkarak yakın geleceğe ilişkin ne tür öngörülerde bulunabileceğimiz sorusuna da cevap arayacağız.
Refah düzeyi son on yılda arttığı halde, üstelik klasik kolonyalist dönemin yaralarını pansuman etme gibi bir fırsat yakalayan düzen, İngiltere'de neden kendini milliyetçilik temelinde tahkim etme ihtiyacı duydu? Irklararası dengeyi dinamitleyecek umarsız bir İngiliz milliyetçilik neden körüklenir oldu? Üstelik, sivil milliyetçilik kavramının etnik sınıfa dayalı milliyetçiliği tarihe gömeceği projeksiyonları yapılırken, yanlış giden ne oldu?
İngiltere-Türkiye arasında karşılaştırma yaptığımızda bu sorular daha bir anlam kazanıyor. Türkiye'de yükselen milliyetçilik dalgası ile İngiliz milliyetçiliği tesadüfi bir paralellik mi arzediyor, yoksa birbirine benzer münbit bir zeminde mi ürüyorlar? Dahası, birbirine paralel gelişmelerin uluslararası siyasete etkisi nasıl oluyor? Evrimci bir medeniyet hayalinin parçası olarak sivil milliyetçiliğin, etnik sınıf temelli milliyetçiliği tarihe gömeceği beklentisi neden fos çıkıyor? Milliyetçilik, İngiltere'de olduğu gibi ister gönüllülüğü özendiricilik kisvesi altında, isterse son günlerde Türkiye'de azgınlaşarak dikte edilmeye çalışılan zora dayalı etnik milliyetçilik olsun, tüm çıkış ve biçimleriyle gerici adımlar olarak tanımlanmayı hak ettiklerini söylemek mümkün.
İngiltere'de terörle mücadele ve asayiş gerekçeleriyle şişirilen milliyetçilik ruhu ile Türkiye'de yükselen milliyetçi dalga sadece ortaya çıkış açısından sergiledikleri benzerliklerle değil, makro ölçekli projelerin birer parçası olduklarına ilişkin taşıdıkları ipuçlarıyla da ortak paydaya sahipler. Milliyetçi projeden kasıt strateji yaratan kurumların milliyetçiliği, ana siyasi emel ve çıkarları için bir katalizör olarak kullanma planlarıdır. Toplum mühendisliği olarak da tanımlanan bu tasarımları ilerde daha ayrıntılı ele almadan, bir diğer etkenden söz etmekte yarar var.
11 Eylül saldırılarının bu eğilime miladi bir gerekçe teşkil ettiği ve yok saymak istediği bütün unsurlara karşı kesintisiz bir karşı hücum üstünlüğü tesis etme çabası genel kabul gören bir görüştür. Milliyetçi hareketler elbette bu milat öncesinde de etkendi. Ancak, karakter ve bütünlük olarak ulus-devlet temelli milliyetçilik akımlarının sınır ve sorumluluklarının daha kapsamlı bir küresel güvenlik doktrinine endekslendiği görülmektedir. Şimdi sorunun daha yerel görünümlü ayrıntılarına bakabiliriz.
İngiliz Muhafazakar Parti Lideri David Cameron, çokkültürlülüğü (multiculturalism) tarihe gömmeye hazırlandıklarını açıkladı. Yerine egemen İngiliz (English) kültürüne entegrasyon şartı getirdi. "Diğer kültürler bize entegre olmaya çalışsınlar. Bundan böyle her kültürel değere hoş geldin demeyeceğiz." sözleri gelecek seçim manifestosunun kalbi olmaya namzet.
İşçi Partisi cenahında ise ipler Blair'e sadakatiyle tanınan İçişleri Bakam John Reid'in elindeydi. Reid, su katılmamış bir egemen etnik sınıf kayırmacılığı ile yakın geçmişe kadar liderlik hayalleri kuruyordu. Reid, terörle mücadeleyi etkin ve devamlı kıldığı imajım her fırsatta veren reklam ve çıkışlarla halktaki 'öteki' ve yabancı korkusunu alenen sömürmeyi sürdürdü. Yeni Başbakan Gordon Brown ve kabinesinin daha dengeli bir çizgi izleyeceği umuduna karşın, çokkültürlülükten egemen, etnik sınıf ve merkez kültür egemenliğine yönelişin kolay geriye döndürülebilir bir süreç olmayacağı kesin. İngiltere'de son günlerde yaşanan 'terör' tehdidinin Brown hükümetini Blair dönemindekinin tıpkısı otoriter bir anlayışa kilitleyeceği anlaşılıyor.
3 Mayıs'ta yapılan İngiltere yerel seçimlerinin bölgesel aidiyet ve duyarlılıkları artırdığı görüldü. The Independent gazetesi 'Bölünmüş Ulus' sürmanşetiyle Britanya'nın Galler, İskoçya ve Kuzey ve Güney İngiltere olarak hızla bölündüğü yorumunu yaptı. Muhafazakarların siyasi retoriği, beyaz ve müreffeh Güney İngiltere'de yansımasını bulurken, diğer bölgelerin gerek ekonomik ve gerekse etnik anlamda marjinalize olduğu gözlemleniyor. Bir potada eriyen (meîting pot) ulus kavramı yerine İngiliz (beyaz) aidiyetinin yükselişine ilişkin köşe kapma siyasetinde, İşçi Partisi de elini çabuk tutarak Muhafazakar Parti'den geri kalmama yarışına girdi. Blair kabinesinde bakanlık yapan John Reid, "Biz eskiden Güney İngiltere'ye nüfuz edemezdik." açıklamasını yaparken, sınıf temelli İşçi Partisi retoriğinin, şimdi İngilizlilikle yer değiştirdiğini söylüyor. Beyaz İngilizlilik unsuru kullanılarak, egemen etnik sınıfın milliyetçilik rüzgarları ile yükselişini anlamak için tarihsel seyrine bakmakta fayda var.
İngiliz emperyalizminin tarihsel köleleştirmeci, kolonyalist baskısına, azınlıkların ve özellikle Afro-Karayiplilerin kendi tarihlerini 'ağıtsal' olarak yeniden üretmeleri özgürlüğüne dayanan, çokkültürlülük temeline dayalı eğitim ve kültür siyaseti artık işlevsel bulunmuyor. Savunmayı terk edip hücuma geçişin bir işareti bu.
İngiltere, merkez kimliği silikleştiren, kültürlerin tren vagonları gibi yan yana durduğu bir siyaset yerine, İngiliz etnik sınıf merkezli eğilim güçleniyor. Egemen etnik sınıf ve öncü kültürün pohpohlandığı bu süreç, Batı medeniyetlerinin gelişim felsefesini oluşturan Sosyal Darwinizm ve onun üstünden bir hiyerarşi yaratılmasından başka bir şey değil. Böylelikle, evrimleşmenin sözde alt basamaklarında bulunan kültürler yeni bir Sosyal Darwinist şablon icabı ya temsil hakkı bulamayacak ya da 'entegre ol da gel' tavrına muhatap olacak.
İngiliz sisteminin tarih boyunca açık zorbalık göstermeksizin, yeryer şeker verircesine hükümranlık kurduğu iddiasını hatırlarsak, tansiyonu yükseltici bir milliyetçi dinamitin fitilinin neden şimdilerde ateşlendiğini sormamız gerekir. Bunun üç nedeni var. Birincisi hegemonyanın dizginlenemeyen güç talebi. Hem dünya ölçeğinde, hem de kendi ırksal ilişkiler bağlamında, sınırsız bir mutlak hükmedicilik eğilimi. Roger Griffin bu hegemonyayı, kendini putlaştırarak, "güç için güç kazanma nihilizmi." olarak nitelendirirken, ideal bir yeni düzen kurma ütopyasından otomatik olarak neden vazgeçildiğini anlatıyor.1
İkinci neden, belli sınıf ve egemenlerin, -İngiltere'de Beyaz Anglo-Saxon elitleri- üretim ve iletişim araçları üstündeki üstünlüğe rağmen, ideoloji ve adalet savaşını kazanamıyor olmalarında aranabilir. Müslümanların henüz çağrılarım gür bir sesle sahne alarak duyurmakta zorlanmalarına rağmen, cevval ve tevhidi bir İslami anlayışın kaim kılınmasıyla, her alanda muhaliflerini telaşa sokacaklarını kestirmek zor değil. Bu nedenle mücadelenin söylemler etrafında gizli açık bir hak-batıl mücadelesi olduğu düşünülmelidir. Milliyetçilik bu anlamda mücadelenin manidar zeminlerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır.
Üçüncüsü, her vakit, siyasal erkin egemenliğinin dişlilerini yağlayacak askerlere (vatandaşlara) gereksinim duyulması. Sanayi devrimini takiben tarihsel dönüşümün lokomotif rollerinden birini işçi sınıfı oynadı. Günümüzde karmaşıklaşan üretim ve yönetim ilişkileri yeni sadık askerlerle -yani vatandaşlarla- takviye edilir oldu. Bu arada, kapitalist sistemlerin benmerkezci egemen etnik temele güçlü vurgular yapmalarının bir tercih olduğu kadar bir savunma refleksi olması üzerinde durmakta yarar var. Doğrudan temsil gibi demokrasi talepleri (Paris Komünü gibi) 19. yüzyıl ütopyası olarak çoktan rafa kaldırılmış durumda.
Vatandaşlık, yöneten sınıfın meşruluğunu dayandırdığı bir yeni tanım olarak ortaya çıktı. Bu bakımdan, yönetilenlerin değil, yönetenlerin tercihli geçiş hakkını gözetiyor. Denizaşırı işgal ve müdahaleler hep kutsal vatandaşlık çıkarları için yapılırken, savaşan askerlerin yarattığı fedakarlık edebiyatı ulus mitosunu besliyor. Bu kanla canla bedel ödeyerek, yetmediği noktada tarihe kesintisiz hamaset göndermeleri yapıldıkça canlı tutuluyor.
Bristol Üniversitesi akademisyeni Steve Fenton'un yaptığı 'Kimliğiniz ne?' anketine katılanların, ulus aidiyeti yerine kendilerini 'birey' olarak tanımlamaları, ulus-devlet ve etnik temelli kimliklerin ne denli antipatik karşılandığını ortaya koyması açısından önemli. Yine de bireylerin milliyetçi-kolektif alandan kaçarak 'birey' tanımına sığınmalarının alternatif bir duruş sağladığını söylemek kolay değil. Sistemin ideolojik aygıt ve hükümranlığın enstrümanlarına daha sıkı sarılarak 'birey'in içini boşaltması nedeniyle, birey olmak alternatif bir kimlik olarak çoğunluğun uranlığına karşı koymak yerine adeta kaçarak kendini işlevsizleştirmek anlamına geliyor. John Stuart Miller'in "Özgürlük Üstüne" adlı çalışmasında çizdiği çerçeveye uygun olarak, bireyin özgürlüğü başkasının özgürlüğünün başladığı noktada bitiyor. Birey, bireyin markaj alanında sıkışıyor; sesi kısılıyor, duymazdan geliniyor. Bireyin önünde popüler milliyetçi ideolojiler sayesinde kolektif ruha kilitlenmek dışında çıkış yolu kalmıyor. Makul vatandaşların Nazi döneminde nasıl acımasız birer kasaba döndüklerinin tarihi, bireyin kolektif ruha ihtiyaç duyarak toplu histeriye katılmasının ve kana susamış kitlelerin, muhalif bireyleri gözünü kırpmadan harcayacağı korkusunun da çok sayıda örnekleriyle doludur.
Egemen elit kesim, üretim ve yayın araçlarını ellerinde tutmanın yetmediğini düşündüğünden tepeden inmeci bir hükümranlık arayışına geri dönerek, İngiliz vatandaşlık dayatmalarını bütün yakıcılığı ile hissettirmekten kaçınmıyor. Birinci Dünya Savaşı'ndan kalan, hesaplarını bitirmek için işgal ve müdahalelerden kaçınmayan İngiltere'deki bu tür dayatmalar, bu nedenle geçici, izole ve masum birer milliyetçi dalga olarak değerlendirilemez.
Paralel milliyetçi dalgaların uluslararası ilişkileri şekillendiren ortak rolleri var. Mesela İngiltere ve Fransa'yı vakumlayan bu eğilimler, Türkiye'de ulusun yüksek çıkarları adına her türlü keyfiliği -üstelik gücünü dışarıdaki oluşumları emsal göstererek- meşru görebiliyor. "Milliyetçilik, gücünü başka milliyetçiliklerden alır." sözü doğrulanıyor. Bu söz hasmane milliyetçiliklerin birbirini azdırdığını ifade etmekle beraber etkileşim içinde değilmiş gibi gözüken kopuk milliyetçi hareketlerin diğer ulus-devletleri ve sistemlerini içine alan ortak çekim alanları yarattığını göstermesi açısından önemli.
Böylece global etkileşim rüzgarları sayesinde en destursuz milliyetçilik akımları soluk alabilecekleri uluslararası konjonktürü yakalamış oluyor. Milliyetçi akımlar farklı ülkelerde sadece paralel seyretmekle kalmayıp, birbirlerinin aynı anda hem sebebi hem sonucu haline geliyor.
Türkiye'de Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt'ın 12 Nisan'da yaptığı basın toplantısı ve ardından 27 Nisan muhtırasının yukarıda sözünü ettiğim uluslararası çatlakları fırsat bildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri soğuyup, Batı'da milliyetçi refleskler artmamış olsaydı, TSK'nın Türk siyasetini belirleme cüretini göstermesi az da olsa zorlaşabilirdi. Uluslararası rüzgarların yönü bu nedenle önemli.
İngiltere'de terör tehlikesi, Türkiye'de ise iç ve dış tehditlerin sonucu bir güvenlik doktrininin okus pokus edilmişçesine birbirine benzer (identical) mücadele paketleriyle yaşama geçirilmesi bu nedenle sürpriz değil.
Milliyetçi dalgalar, Fransa'da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine takoz koymak adına ya da Avrupa Anayasa referandumunda olduğu gibi bir histeri şeklinde kendini gösterebilir. İngiltere'de vatandaşlık ve kültürel entegrasyon dayatmaları günlük siyasetin olağan söylem biçimleri olarak bir yandan normalize edilirken, diğer yandan Civitas gibi araştırma kurumları'nın İngilizlerin ırki tehdit altında bulunduğunu ve göçmen dalgası yüzünden ülkenin çok yakında 'beyaz' İngilizlilik karakterini yitireceği türünden araştırmaları ateşe odun taşımaya devam ediyor.
Küreselleşmenin dünyayı küçük bir köye dönüştürerek, ulus-devleti ya tümden önemsizleştirdiği yahut dev dünya şirket yatırımlarının akışını kolaylaştıran 'brokerlar' gibi hareket etmeye zorladığını düşündüğümüzde, milliyetçilik "Bizim bizden başka dostumuz yoktur!" türünden ham ve tepkisel bir içe kapanma haline gelir, Küresellik karşıtlığı ve korkusu TSK'nın söylemindeki dar etnik milliyetçiliğinin emrine amade kılınır. Bu haliyle, etnik milliyetçilik sonuç olarak, Türkiye'deki sivil ulusçuluk projesinin alenen iflasıdır. Sosyolog Mesut Yeğen'in, Türkiye'de Cumhuriyet politikalarının Kürtleri önce yok sayıp Türk olma potasında eriten asimilasyoncu siyaseti terkedip, 2000 yılından beri Kürt realitesini tanımak zorunda kalan ama siyasal anlamda ve insan haklarına saygı gösterme konusunda baskıcılığını sürdüren bir egemen etnik milliyetçilik vurdumduymazlığı gösterdiği tespiti, Türkiye'nin kışkırtılan milliyetçiliğinin esasında neye hizmet ettiğini göstermesi açısından üzerinde durulmaya değer. 'Milliyetçi akide'nin TSK'nın gerek basın toplantıları, gerekse 27 Nisan muhtırasında tüm berraklığı ile ön plana çıkıvermesi bu açıdan tesadüfi değil. İngiltere, sivil milliyetçilik kisvesi altında egemen etnik sınıf ideolojisine ara gazı verirken, Türkiye'de etnik milliyetçilik dayatması "İster sev, ister sevme" türünden katıksız bir zorbalıkla etnik-dinsel harmoni idealinden uzaklaşarak dayatılıyor.
Jeffrey Kirsley, Nationalism ve Ethnicity dergisinde yayımlanan asimile edici milliyetçilik (assimilative) ile 'tümden dışlayan' (exclusivinist) milliyetçiliği ele alan makalesinde, asimile edici milliyetçiliğin ortak bir dil ve kültür etrafında ulusal aidiyet yaratırken bunu belli bir oranda katılımı özendirerek yaptığım dile getirmekte. Kirsley, dışlayıcı milliyetçiliğin daha çok etnik milliyetçilik kisvesi altında kendini gösterdiğini söylerken; Hans Kohn, etnik ve sivil milliyetçiliğin esasında yapay kategoriler olduğu savını ileri sürerek, Fransa'da sivil milliyetçilik vurgusunun etnik sınıfa dayalı olduğu gerçeğini örteceğini, Almanya'nın etnik temelli milliyetçiliğe karşın sivil milliyetçi yanını görmezden gelmeye yol açacağını ifade ediyor. Hans Kohn, İngiltere ve Türkiye arasındaki etnik-sivil dozaj türünden farkları elimine ediyor ve son tahlilde "Milliyetçilik bal gibi milliyetçilikten başka bir şey değildir." tespitini yapmış oluyor. Milliyetçiliğin kendi arasındaki nüanslarının ötesinde Catherine Boylan'ın, varoluşsallık sorununa dikkat çekerek yaptığı açılım kayda değer. Boylan, milliyetçiliğin dinin bastırılarak veya reddedildiği bir noktada semptom olarak ortaya çıktığını, bu bağlamda, neyi söylediğinden çok neyi gizlediğinin önemli olduğunu ifade ediyor. Boylan, milliyetçiliği kitlelerin yeni dini olarak tanımlarken, milliyetçiliğin ortak ve kapsayıcı bir eşitlik talebi yerine kabilesel dürtüleri öne çıkaran bir diş bileyiciliğe dönüştüğüne dikkat çekmekte. Yeni milliyetçilik dalgasının uğrunda savaşılacak ve gerekirse ölünecek bir ulu gaye olarak yeni askerler türettiğini dile getiren kadın yazar ekliyor: "Ulusçuluk bir dindir." Aynı temayı, 'Violence and Transcendence' başlıklı tebliğinde işleyen Prof. Peter van der Veer ise Hindistan ve Çin'de ascetic (zühd) ve dinsel ülküye ulaşmayı (millenerianism) dini ideolojik amaçlarının bir parçası olarak kullandıklarından söz ediyor. Peter van der Veer örnekle Mao'nun yarattığı vizyonun, sekülarizmin ta kendisi olduğuna dikkat çekmekte. Çin'de okullar için yer açmak adına Budist tapmakların yıkılmasının (huîmiao banxue) da 'semai din' temelli olmasa bile, kendi seküler mantığı içinde aslında 'dine karşı din'i ikame ettiği tespitini yapmakta. Giovanni Gentile'nin "Faşizm bir din midir?" sorusuna, sunduğu 'total ahlaki sistem' nedeniyle, "Evet, siyasal bir dindir." şeklinde yanıt vermesi, bu alanda süren cevval tartışmalara birer örnek teşkil etmekte.2
Milliyetçilik-Din ilişkisine bu tür yaklaşımlar yeni değil. Cartlon Hayes'in 50 yıl önce yayımlanan, 'Milliyetçilik: Bir Din' kitabı, konuya özlü biçimde ışık tutması ve bugünkü çalışmalar için bir öncellik taşıması açısından önemli.3 Hayes, İngiliz milliyetçiliğinin, kilisenin rolünü dışarıda tutan tutumuna rağmen, Ahit'ten gelen 'seçilmiş ulus' (chosen nation) ve püritanizmin ulusu bir din gibi nasıl ikame ettiği saptamasını yapıyor. Hayes, esasında Emilio Gentile'nin günümüzde sürdürdüğü, çağdaş sekülarizmin dinselleşirken, dinlerin neden sekülerleştiğinin sorusuna da karşılık veriyordu. Siyasal din ve sivil din kavramları etrafında sürdürülen tartışmalar, bireyin varoluşsal güvensizliğini (onthological insecurity) çözmek durumunda olan sistemlerin alternatif olarak milliyetçilik adı altında ahlaki normlar sunarken, sonuçta kendi müminlerim yarattıklarını gösteriyor. Tartışma, milliyetçilikle efsunlanan insanların kendi dinlerinin mümini olup olmadığı tartışmasından çok, özünü ilahi bir güçten almayan bu (seküler) din mensuplarına, 'ilahi din' (divinity) özlü mümin demenin ne derece yakışık alacağı bir terminolojik sorun olarak karşımıza çıkıyor. Özünü ister dünyevi tağutlardan alsın, isterse Allah'a has kılınan dinden alsın, Türkiye bağlamında belli bir inanç manzumesine tabi olmayı şart koşan Türk laikliğinin nasıl bir müminlik çerçevesi çizmekte olduğu da bu tartışmalarla netleşiyor.
İngiltere'de ulusçuluk hareketlerinin özünde egemen etnik sınıfın değer ve çıkarlarını temsil ettiği savı, paralel milliyetçilik olarak tanımladığımız hareketlerin derinlikte niyet ve çıkarlarına ışık tutuyor. Prof. Eric Kaufman, etnik ham bir milliyetçilikten sivil milliyetçiliğe sıçrayan toplumların genlerindeki egemen karakter ve değerleri asla yitirmediğini söylüyor. Bu tespit, sivil milliyetçiliğe ilişkin çarpıcı bir de itirafta bulunuyor. Klasik sosyal bilim yorumları, etnik temelli milliyetçiliğin insanlığın evrimi ile -sivil- daha kapsayıcı neredeyse teknik bir milliyetçiliğe dönüşeceğini vaaz etmekteydi. Bu evrimleşmeci devinim mütekamil hale geldikçe kurucu ulus-etnik çekirdek, öz önemsizleşecek, gitgide eriyecekti. Özellikle küreselleşme sürecinin hızlanması bu yöndeki beklentileri iyiden iyiye artırdı. Kaufman'ın gözlem ve önerileri ise egemen etnik sınırı geri çağırıyor. Geniş kitlelerin 'ulus'a iman etmeleri ve onun ülküsüyle mütenasip bir akaid oluşturmalarının yanısıra etnik kültür, ince bir stratejiyle kendi hakim değerlerini gözeterek, kesintisiz bir egemenlik talebinde bulunuyor. Egemen etnik sınıf ve egemen kültür içice geçiyor. İngiltere örneğinde gördüğümüz, Avrupa-Batı kültürünün parçası olarak İngiliz etnik sınıf özünde (Beyaz Anglo-Sakson) üstün kültürün taşıyıcılığı görevine soyundurulmuş oluyor. Diğer kültürler dıştan, güya ilerlemeci bir ivmeyle çemberin merkezine itiliyor. Muhafazakar Parti Lideri David Cameron'un mottosu, 'kültürlerin entegrasyonu' tam da bu süreci teşvik ediyor. Kaufman, bu kültürel evrimci geçişi zor kullanmak yerine, gönüllülüğü teşvik ederek gerçekleştirmeyi öneriyor. İletişim ve kültürel araçları elinde tutan ve bunu gerektikçe, yumuşak güç (soft power) aracı olarak kullananlar, kitlesel zevk ve algılama biçimlerini gitgide daha fazla bu siyasetin emrine sunuyor. Bayağı kültür ve sanat ürünleri baş döndürücü bir hız ve yüzeysellikle tüketim ağına girerken, halkın zevklerini bilemek ve geliştirmek yerine, edilgenleştiren ve reyting yarışını toplumun en düşük beğeni katsayısına indirgeyen anlayış daha bir yayılım şansı buluyor.
Kaufman, tezinde, bireylerin egemen kültüre entegre olmak için filtreden geçebileceklerini ancak kültürlerin geçemeyeceğini öne sürüyor. Bu anlayışa göre egemen etnik sınıf dışında, 'her azınlık kültür heybesini dışarıda bırakmalı.' Etnik sembollere, hatta soy ağacı üzerinde yaratılan 'aura' gibi dışta kalanlara batmayacak özendirmelerin yapılması bu tezin çarpıcı satır başlarından bazıları. Egemen etnik sınıf, çemberin dış halkasındaki kişi ve kültürlerin son tahlilde çekirdekteki etnik özün (core) niceliğinin ayırdına varmadan ve -tabii kendini adamadan- geçmesine izin vermiyor. Prof. Kaufman, etno-kültürleri azınlık veya çoğunluk olarak formüle eden Will Kymlicka'nın tezine karşı çıkarak, sivil milliyetçi görünmek adına ırka ve soy ağacına bağlılığı yok saymanın yanlışlığına işaret etmekte. Bu savın geçerlilik kazanması eşitlikçi ve ortak insanlık temeline oturan her türlü ideali çöp tenekesine atmak anlamına gelecek.
Egemen etnik sınıf kuramının siyasal platformda etkinlik kazandığına ilişkin güçlü işaretler alınıyor. Mesela, Muhafazakar Parti Lideri David Cameron, Londra, Hampsted'te yayımlanan yerel gazete Jewish Chronicle'e (Mart 2007) verdiği demeçte, Yahudilerin başarılı entegrasyonlarını öve öve bitiremiyor ve diğer kültürlere örnek gösteriyor. 'Balık Ağından' geçen kültürler gibi, Yahudilerin ülkeye uyumları ve -Doğu Avrupa'da 19. yüzyıl boyunca çile çekmiş ekseriyeti 'Yiddish' orijinli Yahudilerin aksine- elele bir beraberlik içinde Britanyalılığı tesis ettikleri sık duyulan bir tekrardır. Bu nedenle, Cameron 'Yahudi' referansını, medeniyete engel teşkil etmeyen seçilmiş bir din-kültür referansı olarak kullanıyor. İçten içe Yahudilerin kültürel ve dinsel kodlarının entegrasyona daha elverişli olduğu iddiasında bulunuyor. Siyasetçilerin sempati ve oy kazanmak için yerel basına verdikleri mesajlarda aşırılık çabalarını normal karşılayanlar çıkabilir. Ancak bu tür söylem sahiplerinin ciddi bir sıkıntısı var: Müslümanların keskin karşı duruşları (en azından bir kısmı için bu söylenebilir) ve asimilasyona soğuk bakmaları nedeniyle hizaya getirilememeleri. Bu gerçek değişmediği sürece ayrışmaların bu direnç noktasında yaşanacağını öngörebiliriz.
Dikkat çeken bir diğer nokta, gerektiği yerde kültürler ve dinlerarası ittifakın oluşabilmesi. İslam'ı, hem bir din, hem de kültür olarak görüp ona karşıt bir özbenlik tesisi sağlanıyor. Yakın geçmişe kadar, İngiltere'de Müslüman göçmen kültürünün de vagonlar gibi sıralanan onlarca kültürden biri olması umut edilmişti. Müslüman göçmen kültürler, dinden çok bir kültür referansı olarak, çokkültürlü sistemin bir parçası olmalıydı ve bu yüzden hiçbir ayrıcalığı yoktu. Şimdi ise egemen sınıf bu konuda motor bir rol oynayarak hiyerarşik bir kültürel seleksiyon ve hegemonya kuruyor. Tipik olarak, ulus ve devlet aygıtlarını egemen sınıf (merkez) lehine hakim kılma çabası. Bu nedenle, Prof. Eric Kaufman'ın yaklaşımlarının bir durum değerlendirmesi olduğu kadar geleceğe yönelik bir uzman tasarım paketi olduğu söylenebilir.
İngiltere'de etnik milliyetçiliğe kayışın ortaya çıkış nedenlerini hatırlamakta yarar var. İngiliz İmparatorluğunun dağılmasının ardından, İngiliz milliyetçiliği (Britanya değil) 1960'lardan sonra hız kazandı. Göçmenlik, futbol kültürü ve Avrupa karşıtlığı ve İngiliz kimliğini önemli ölçüde besledi. The Spectator dergisi, 1960'lardan sonra pohpohlanan bu milliyetçi dalgaya karşın, sınıflar arası sıçrama yapmanın güçleştiğini konu alan bir makaleye yer verdi. Bu çalışma madalyonun öbür yüzünedikkat çekerken, 'ulus' etrafında yaratılan kolektif ortaklık mitinin pratikte nasıl hayata geçirilemediğinin somut örneklerini veriyor.4
İngiliz ulusunun niteliğine ilişkin öteden beri cevval tartışmalar yapıldığına değinmiştik. Anthony Smith, İngilizlerin hem ulusal, hem de uluslararası olma özelliğini aynı anda taşıdığını ve 19. yüzyılın sonlarından itibaren orta sınıf ve burjuvazinin modernleşme sürecine girerek bugün anladığımız tarzda İngiliz ulusçuluğunu yarattığını Öne sürerken, Kristan Kumar, İngiliz sınıfının belli bir etnik sınıfa dayanmadığını, egemen ideolojinin iktidarını sürdürebilmesi için elitler dışında bir ulus ve ona sadık askerlere -vatandaşlara- ihtiyaç duyduğunu kaydediyor. Kumar, milliyetçi akımların dini dışlarken, oluşan boşluğu yeni milliyetçi amentü ile takviye ettiğini ifade ediyor.5 Bu arada, geçtiğimiz günlerde ulus kültürü içinde dinselliğin yer almadığını söyleyerek, İngiliz parlamentosunda Hıristiyanlığın daha fazla temsil edilmesini isteyen Canterburry Başpiskoposu'nun çağrısı dinsel damarları kabartılmış bir milliyetçilik misyonu olarak hislere doğrudan tercüman olması bakımından anlamlı sayılabilir.
Araştırmacı Steve Fenton İngiltere çapında yaptığı anketten elde ettiği verilerden, kendini İngiliz ulusuna ait gören İngilizlerin yüzde 40 olduğunu ortaya koyuyor. İskoçya'da bile kendini İskoç olarak görenlerin oranının sadece yüzde 47 olduğunu tespit ediyor. Buradan ne İngiltere'de ne de İskoçya'da yerel kimliklerin ekseriyeti sonucunu çıkarıyoruz. İngiliz (English) etnik kimliğine açıktan vurgu bu denli az yapıldığı halde, nasıl oluyor İngiliz milliyetçiliği domine edici bir dalga haline gelebiliyor?
Bunu anlayabilmek için kendini İngiliz ulus tanımıyla tanımlamayanların alternatif kimliklerini öne çıkararak birey tercihine sarıldıkları görülüyor.
Milliyetçiliğin, ulus bilinci ile açık bir kolektif birliktelik yaratmak yerine bireyin alanını açan bir liberallikle, ulusalcı ideolojinin etki alanını tabana yaydığını söylemek mümkün olabilir. Kendini etnik sınıfa ait görmeyen alt kimliklerin veya daha gevşek Britanyalılık tanımına izin veren anlayışa rağmen milliyetçiliğin artış eğiliminde olduğunu bu nedenle söyleyebiliyoruz. Birey tanımlamalarını milliyetçiliğe tehdit görmeyen milliyetçi projeler esasında suyun toplu akışını değiştirecek bir hamle yapma savaşı veriyor: Britanyalı olmayanı, önce Britanyalı olmaya, Britanyalı olanı tercihen etnik egemen sınıf olmaya çağıran itici bir silsile özendiriliyor.
Bundan ise milliyetçiliğin son derece kaygan ve salgın hastalık gibi kendini, belli bir etnik yapı hatta sivil milliyetçilik anlayışıyla sınırlamak istemeyen bireyleri tek tek, gizli ya da açık pençesine alma iştahına sahip dersek abartmış olmayız.
Terörle mücadele bahanesinin, göçmen karşıtlığı gibi bahanelerle, hemen her türlü bireysel özgürlüğü bir kalemde feda edilebildiğinin canlı ve güncel örnekleri önümüzde duruyor. Eğer bu süreç etnik ya da dışlayıcı sürecin başlangıcı olarak görülebilirse, eskiden olduğu gibi uyum sağlaması istenen kültürlerin yerini, metazori uygulamalar alacak demektir. Kaufman'ın çekirdeği tutan egemen etnik sınıfı, bu değerleri politik sürecin fiili durumu haline getiriyor. Kültürlerin dikey olarak gelişmişten, az gelişmişe bir avuç elitin hiyerarşik çıkarlarım tepeden inme uygulamalara dönüştürmesi ile sağlanıyor. Mesela göçmenlik yasaları aşın sertleştirildikçe göçmen kesimden merkeze telaşlı bir hareket (mobilizasyon) yaşanacak. Bu noktaya Steve Fenton dikkat çekerek göçmenlerin, İngiliz halkına göre kendilerini İngiliz olarak tanımlama eğilimlerinin azımsanamayacak seviyede olduğunu söylüyor. Gönüllü entegrasyonun en büyük umut kaynağı, artan yabancı düşmanlığının, kendini yabancılığa ait sembol ve kimliklerden hızla kurtarmaya çalışan göçmen ve alt sınıf İngilizlerin egemen kimlik ya da kültüre doğru hücum edercesine yönelişi.
Sözünü ettiğimiz politikaların İngiliz sistemi üzerinde iki yönlü etkisi olduğunu söyleyebiliriz:
1. Sistemi sorgulamayan ötekileri sorgulayan dışlayıcı sistem.
2. Siyasi meşruiyetini halktan alan ama gitgide halktan kopan ve milliyetçi ideolojiyi en yumuşak ve omurgasız biçimiyle ideolojiksizmiş gibi gösteren bir kaypaklıkla yapıyor olması.
Bireylerin talepleri kolektif alana somut temsil olarak dönüşemediği için rahatlıkla başka bireylerin çıkar ve özgürlüklerine çarparak sıfırlanır. Milliyetçilik bu açıdan kağıt üstündeki vatandaşı bireye indirirken, aynı anda bireyi, -ülkenin âli menfaatleri açısından- bir diğer bireyle marke edecek kadar önemsizleştirebiliyor. Açmaz o ki, milliyetçi propagandist çarklara kendini kaptırmak istemeyenlerin sürüden kopabildikleri alan, yine bu bireysel alan olmaktadır. Bireysel kaçış ve kimlik tanımlamasının ulus ideolojisi ile son tahlilde çatışmaması, etnik milliyetçilik kamçılandıkça açık pozisyonda yakalanan bireylerin birden ortak merkez kimliğine deplase olabileceklerini göstermektedir. Faşizmin tarihi çığ gibi büyüyen kitle psikolojilerinin tarihidir. Yumuşak karın işte burasıdır. Özellikle hak ve özgürlükler alanında yeni kazanımlar bir kenara sivil özgürlükler sözleşmesi ve anayasası olmayan İngiltere'de birey olmanın tek başına kurtarıcı bir unsur olmaması, bireysel hak ve özgürlükleri korumak adına çıkışlar yapan muhalif kesimin ortak hassasiyeti olarak kendini gösteriyor.
İngiltere sivil milliyetçilik kisvesi altında benmerkezci etnik sınıfla gitgide vatandaşlık taleplerinin de yetmeyeceği, yerini apaçık ırkçı parametrelerle tanımlanan 'fizyonomik' ırkçılığa bırakacağı bir aşırı uç durumu var elbette. İngiltere'de de milliyetçiliğin doyum noktasını kestirmek zor. Milliyetçilik bütün siyasi projelere rağmen hakim bir katman olmayıp, total hegemonyayı besleyen katmanlardan bir katman olarak da kalabilir. Bu nedenle milliyetçilik akımları, önü alınamaz bir faşizme kayışın öncü habercisi olmaması için inandırıcı bir neden bulunmamaktadır.
Türkiye'de milliyetçilik hareketlerini gelişmelerin neresine oturtabiliriz? Benzerliklerin yanısıra Türkiye'ye özgü milliyetçilik koşullarından söz edebilir miyiz? Türkiye'nin kendine özgü koşullar söylemi ile en yalınkat güvenlik stratejilerinin dayatıldığı bir ortamda Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın konuşmalarının metin analizini yapmak yararlı olacaktır.
Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın son basın toplantısında etnik sınıfa dair sarfettiği iki cümleyi hatırlayalım: "... Bizim milliyetçiliğimiz Atatürk milliyetçiliğidir. Bu da hiçbir zaman etnik temele dayalı bir milliyetçilik anlayışı olmamıştır. Bizim milliyetçiliğimiz kendi insanımızı, vatanımızı, bayrağımızı, devletimizi sevmek demektir. Yani bizim milliyetçiliğimiz, vatanseverliktir. Bunda endişe duyulacak hiçbir şey yoktur. Tam aksine bu milliyetçilik, gurur duyulacak, ifade edildikçe mutlu olunacak bir milliyetçiliktir."
Üstteki paragrafa bakarsak, milliyetçilik tanımı insan sevmek, bayrak sevmek ve devlet sevmektir. Orgeneral Büyükanıt hızını alamıyor ekliyor: Vatanı da sevmektir.
Büyükanıt, konuşmasının ikinci paragrafında hamasî sloganlar yerine işin teknik çerçevesini çizmeye başlıyor: "Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran halka Türk' denir, demiştir. Hiçbir etnik ayrım yapmamıştır. Zaten Anayasamız da bu anlayıştadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, hiçbir zaman soydaşlık esasına dayalı bir Anayasa değildir, yurttaşlık esasına dayalı bir Anayasa'dır. Bu coğrafyada yaşayan bütün insanların hepsini birden kapsar, etnik ayrımcılık yoktur."
Konuşmanın ikinci bölümüne dikkatle bakarsak, 'Türk nedir' sorusunun cevabı çıkar karşımıza. Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini kuran halka 'Türk' denir demiştir. Kaufman'ın 'egemen etnik sınıfını' hatırlatıyor, değil mi? Büyükanıt devam ediyor: "Atatürk hiçbir etnik ayrım yapmamıştır."
İlk paragraftaki, milliyetçilik nispeten kapsayıcı şekilde verilirken, Atatürk'ün etnik tanımının geniş bir tanım olduğu zehabına kapılanlar olabilir. Basın yayın organlarının ve Başbakan Erdoğan özenli hazırlanmasından dolayı göklere çıkardığı konuşmanın bu bölümü özünde şunu dikte ediyor: Atatürk hiçbir etnik ayrım yapmamıştır. Çünkü (hakim-i mutlak) tek etnik yapı vardır. Bu ucu açık bir çıkarım olamaz. Çünkü Büyükanıt, 'Bu coğrafyada yaşayan bütün insanların hepsini birden kapsar' sözleriyle tabuta son çiviyi çakmaktadır. Bu son cümle ilk paragrafta sözü edilen insan sevgisi gibi nakaratları açığa çıkarmakta ve 'Türklük, Türkiye coğrafyasında yaşayan herkesi kapsar.' demektedir. 'Etnik ayrımcılık yok' dediği ise, başka bir etnik unsurdan söz edilmediği için, 'Kimseye etnik kökeninden ötürü ayrımcılık yapmayız.' anlamına da gelmiyor. 'İster sev, ister sevme, ister al ister alma!' Büyükanıt'a göre Türkiye'de yaşayan herkes Türk'tür, kabul etmeyen ise zaten Türklerin kapsam alanındadır.
Paralel milliyetçilik hareketlerinin çarpıcı benzerliklere rağmen, değişik görünümlerde ortaya çıktığına değinmiştik. Türkiye ve İngiltere milliyetçiliklerinin ortak paydasının egemen etnik sınıfa yapılan vurgu olması dikkat çekici. Fark, İngiltere'de bu mücadelenin hâlâ semboller ve hakim kültürün göz kamaştıran büyüsü nedeniyle gönüllülük esasına göre yönlendiriliyor olmasında. Türk milliyetçiliği ise egemenliği gönüllülük esasına göre değil, 'gözüne gözüne' sokarak tahkim etmeye çalışıyor. Dahası son milliyetçi yükselişleri, etnik milliyetçiliğin ekmeğine yağ sürecek bir araç olarak görüyor. Bu nedenle, Orgeneral Büyükanıt'ın lügatinde 'kurucu halkın' adı, İngiltere'de 'egemen etnik sınıf' oluyor. Allah'ın dinini hakim kılma yönünde saflaşmalar arttıkça ve insanlar hakkın şahitliğini seslendirdikçe, gayri sistemlerin milliyetçiliği hem süngü, hem kalkan olarak kullanıp, (tepkisel) bir hezeyana girmeleri bu açıdan şaşırtıcı gelmiyor.
Paralel milliyetçilik ülkeleri bir tsunami gibi bir anda yutmuyor. Ancak yeryüzünün değişik bölgelerinde birbirinden kopuk hareketler gibi uç veren etnik hatta sivil milliyetçi talepler, gitgide uluslararası konjonktürü domine etmeye başlıyor. Terör gibi tehditlerin uluslararası çapta işbirliği ile aşılabileceği yaklaşımları, egemen sınıflara abartılı ve fütursuz uygulamalar için 'açık çek' veriyor. Milliyetçilik ateşini harlayacak her fırsatın üzerine atlanıyor. John Hutchinson'ün söylediği gibi ulusların asker göndermek ve üzerinden milliyetçi şehit edebiyatları yaratmanın yanısıra dilde, eğitimde tarihe her dakika yapılan anlı şanlı atıflar bir milliyetçi çekim alanı yaratmakta. Milliyetçiler askerlerini kurban vererek, şehit(!) edebiyatı ile kendi sadık müminlerini yaratıyor. Peter van der Veer'in zühd sahibi kulları milliyetçiliğin baş aktörleri olmasa bile figüranları oluyorlar. Bu eski bir faşizm oyunu; bir kere etnik sınıfa hücum psikozu yarattığınız zaman üşüşen arılar gibi herkes o hakim kültürün parçası olmaya hücum ediyor. Mussolini okuyan bir adamdı ve çok akıllı bir faşistti. Nazilerin soykırımına çanak tutan en gaddar mütecavizlerin o ana kadar normal gözüken halktan kişiler olduğunu görüyoruz. Normalmiş gibi duran vatandaşlar, kitle psikolojisinin ötesinde, kendini faşizan otoriteye karşı şirin göstermeye çalışan ya da yağmadan pay kapmaya çalışan unsurlara dönüşüveriyorlar. Soykırımların sıradan halklar eliyle gerçekleştirilmesi böylelikle mümkün oluyor. Günümüzde soykırımlar kadar ürkütücü olan, bu baskıcı hukuk ve uygulamaların normalmiş pozunda hayata içkinleştirilmesi ve devamlılık kazandırılması tehdidin boyutları konusunda fikir vermektedir.
Türkiye'de değişik söylem ve tonlarda kışkırtılan milliyetçiliğin faşizan tohumlar serptiğini her dikkatli göz ve her açık dimağ görmek ve anlamak zorundadır. Bir battaniye ideoloji ve belli yanlarıyla din olarak milliyetçilik, alternatif ideolojilerin şu an için zayıflığını tespit ettiği kadar, bir marazi ruh halinin yansıması olarak da ciddiye alınması gereken bir olgudur.
Dipnotlar:
1- Introduction: God's Counterfeiters? Investigating the Triad of Fascism, Totalitarianism and Political Religion, Totalitarian Movements and Political Religions, Winter 2004, Volume 5, Number 3, p. 295
2- Totalitarian Movements and Political Religion, Winter 2004, Volume 5, P.305
3- Hayes, C. Nationalism: A Religion, 1960
4- The Spectator, Mayıs, 2007
5- Nation and Nationalîsm, 13(2) 2007, 321-329