Özür Tartışmasının Ortaya Koyduğu Gerçek: Şoven Zihniyetle Hesaplaşmanın Gerekliliği

Rıdvan Kaya

 

 

Ermeni halkından özür kampanyasının yol açtığı tartışmalar Türkiye’de egemen siyasi kültürün düzeysizliğinin yeni bir göstergesi oldu. Sorunlu kültürel atmosferin ve onun beslediği marazi ruh halinin tezahürleri bu tartışmayla birlikte tazelendi adeta. Takım mantığıyla varılan toptancı değerlendirmeler, genellemeci yargılar; bir çırpıda verilen hükümlerle rahatsız olunan düşünce ve eylemlerin sahiplerine layık görülen ihanet, satılmışlık, kökü dışarıdalık suçlamaları; tartışmaya, anlamaya, hakkı teslim etmeye tümüyle kendini kapatmış zihinsel yaklaşımlar ve daha buna benzer bir dizi adaletten, erdemden uzak tutumlarla karşılaştık bir kere daha.

Önce muhatabının kim olduğu belirsiz, öznesi konumundakilerin de tam olarak ne adına hareket ettikleri açık olmayan toplam iki cümlelik bir bildiri kamuoyunun imzasına açıldı. Söylenen şuydu:

“1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felaket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkar edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum”

Zamanlamasıyla da bir hayli sorunlu sayılabilecek bu kısacık bildiri karşı taarruzun, daha doğrusu karalama ve linç çabalarının fitilini ateşledi. Özür kampanyası ile çılgına dönmüş kesimler duruma zembereğinden boşanmış ulusal histeri kampanyasıyla karşılık vermekte gecikmediler.

Yapılan ihanetti! Ülkeyi bölüp parçalama çabası içinde olan emperyal güçlerle satılmış aydınların işbirliğinin ispatıydı! Zaten ortada özür dilenmeyi gerekli kılan bir hadise de yoktu! Ermeniler masum değil, bilakis katliamcı taraftı! Asıl katliama, tehcire, soykırıma uğrayanlar bizimkilerdi…

Bunlar yeni sözler, ilk kez duyulan iddialar, tezler değil. Yıllardır resmi ideoloji ve resmi tarih eğitiminin ezberlettiği klişeler. Adalet zaten hak getire; bu yaklaşım hiçbir biçimde tarihsel tutarlılık kaygısı da içermemekte. Olaylar, tarihler, aktörler, sayılar bu yaklaşım sahiplerince birbirine katıp karıştırılmak suretiyle içinden çıkılmaz bir hale sokulmakta. Zaten fazla da tutarlılık, delil, ispat kaygısı taşınmadığından çok sıkışıldığında rahatlıkla savunmacı konumdan saldırganlığa geçilebildiği görülmekte. Az evvel ısrar edilen “Bizimkiler asla böyle bir şey yapmış olamazlar!” tavrı çok kısa bir süre sonra rahatlıkla “Az bile yapmışız, hainler daha fazlasını hak ediyorlar!” söylemine dönüşebilmekte.

Ermeni halkından özür bildirisi, bir bildiri olmanın ötesinde Türkiye siyasi-sosyal yapısına dair açığa çıkardığı boyutlar ekseninde tartışılmayı hak ediyor. Ayrıca İslami kimliğimiz zaviyesinden konunun değerlendirilmesi ve ortaya çıkan tartışmaya ilişkin tutum belirlenmesi de önem arz etmekte.

Özür Bildirisinin Ahlaki Niteliği

Öncelikle özür bildirisini hazırlayan ve imzaya açan liberal aydınların kalkış noktalarının haklı ve samimi olduğunun kabul edilmesi akli ve ahlaki bir gereklilik. Ermeni meselesi Türkiye’de tabu haline getirilmiş ve on yıllardır açık, dürüst bir biçimde tartışılamayan, resmi ideolojinin ipotek koyduğu bir mesele. Neredeyse tüm dünyanın kabul etmesine karşın Türkiye devletinin ısrarlı bir biçimde inkâr tutumunu benimsediği ve bu yüzden de uluslararası arenada zaman zaman ciddi sıkıntılarla karşılaşmasına neden olan Ermeni sorunu aynı zamanda ilginç ittifaklara da düzlem oluşturmakta. Ermeni meselesinin kuşatıcılığı sayesinde Kemalist yönetici sınıf ile sürekli çatışma içinde olduğu muhafazakâr kesimler inkâr cephesinde buluşabiliyorlar. Öyle kuşatıcı, kapsayıcı bir cephe ki bu; hükümet ile Genelkurmay’ı, İşçi Partisi ile Saadet Partisi’ni, Cumhuriyet ile Vakit gazetelerini aynı tezleri, tepkileri verirken müşahede edebiliyoruz.

İşte böylesine kapsamlı bir tabuyu tartışmaya açmak ve yaşanmış büyük acılar ve zulümler karşısında duyulan üzüntüyü dillendirmek temelde saygın bir davranış sayılmalıdır. Aradan neredeyse bir asır da geçmiş olsa bu ölçüde büyük bir felaketin sıradan sayılamayacağının; yüzyıllarca yan yana yaşamış halklar arasına uçurum ören, derin bir düşmanlığa, nefrete yol açan bu kirli icraatın izlerinin silinmesi gerektiğinin; Ermeni halkının maruz kaldığı trajediden dolayı üzüntü duyulduğunun beyan edilmesi erdemli bir davranıştır.

Ne yazık ki, bugün yaşananlara olduğu gibi tarihi hadiselere de devletçi-milliyetçi bir perspektiften bakmaya şartlanmış kafa yapısının bu insani hassasiyeti anlaması mümkün olmadığından bu girişimi anında ihanet kavramıyla tanımlayıp, kötü niyet, gizli saik, dışarıdan emir almak gibi klasik otoriter yaftalarla suçlamaktan geri kalmadı. Tarihle yüzleşmek, gerçeği net biçimde ortaya koymak ve sorumlularla hesaplaşmak yerine, her zaman yapıldığı üzere alışılagelenden “farklı” davrananların mahkûm edilmesi tercih edildi. İnkâr cephesinin Ermeni meselesi ile ilgili olarak izlediği kademeli bir savunma ve oradan karşı saldırı geliştirme taktiği özür tartışması ile bir kere daha gözlemlendi.

İnkâr Temelli Adalet Anlayışı!

İttihatçı çizginin takipçisi Kemalist zihniyetin Ermeni meselesinde takındığı inkârcı tutumun nedenlerini anlamak zor değil. Zaten tüm ideolojik-siyasi donanımları inkâr üzerine kurulmuş! Garip olan ulusalcı-Kemalist zihniyete ve kadrolara karşıt olduğunu söyleyenlerin tutumu. Neyi inkâr ettikleri, reddettikleri belli değil!

1915 tehcir kararıyla yüz binlerce Ermeni’nin bulundukları bölgelerden zorla göç ettirilmesi sırasında soğuktan, açlıktan ve de yol boyu maruz kaldıkları saldırılardan ötürü kırıldıkları tarihi bir gerçek değil mi? Varsın sayı Ermenilerin abarttığı gibi bir buçuk milyon olmasın da “resmi tarihçi”lerin de kabul etiği şekilde iki yüz bin olsun! Az mı? Sonuçta Anadolu’nun Ermenilerden “arındırılmış” olduğu açık değil mi? Bu durumu Savunma Bakanı Vecdi Gönül gibi “İyi ki gitmişler, yoksa ulus devlete sahip olmazdık!” diye savunan devletlû koroya düzenin “ümmetçi” olmakla suçladığı kesimlerin de katılması olacak iş mi?

“Ama onlar da işgalci Ruslarla işbirliği yaptılar; yüzyıllarca birlikte yaşadıkları Müslümanları katlettiler; bugünkü Ermenistan’ı Müslüman-Türk nüfustan arındırdılar; tezlerini kabul ettirmek için teröre başvurup, ‘diplomatlarımızı’ öldürdüler vs. vs.”

Hepsi doğru bile kabul edilse bu savunular Ermeni halkına karşı işlenmiş zulmü meşrulaştırmaz. Ulusalcılık virüsünü kapmış Ermeni çetelerinin işgalcilerle işbirliği içerisine girmesi ve Müslüman halka karşı katliamlar yapması o çetelerin suçuydu ve cezasını da onlar çekmeliydi. Bir toplumun içinden çıkan birilerinin o topluluk adına işledikleri suçlardan dolayı tüm toplumu cezalandırmak en ilkel hukuk anlayışının dahi cevaz vermeyeceği bir zulümdür. Ve 1915’te bu yapılmıştır!

Milliyetçilikler zaten haksızlık ve mantıksızlık temeli üzerinde şekillendiğinden, ilahi bir adalet ve ahlak anlayışı da içermediğinden gözdağı vermek maksadıyla, intikam saikiyle, kendine alan açmak, güçlendirmek ve daha buna benzer bir dizi hedefe matuf olarak zulmü meşrulaştırabilir, hatta gerekli görebilir. Oysa meşruiyet ve adalet temelinden hareket eden bir anlayışın sahipleri, savunucuları asla bu tarz cahili kaygılara prim vermezler, veremezler.

Ortada tarihsel bir süreklilik ve kendi içinde tutarlı bir ideolojik hat var. Homojen bir ulus oluşturma sevdasıyla devlet denen mekanizma farklı kimliklerden olanlara, farklı algılananlara karşı bir tahammülsüzlük ve baskı aygıtına dönüştürülmüş. Ermenilere yapılanları Ruslarla işbirliği yapan Ermeni çetelerinin icraatlarına bağlayan mantık; mübadeleyi, Varlık Vergisi’ni (1942), 6–7 Eylül (1955) olaylarını nasıl izah edecek?

Kimse kendini kandırmasın! Sarıkamış’ta maceracı bir tavırla, daha doğru bir tanımlamayla manyakça bir ruh haliyle on binlerce askerini soğuktan donduran zihniyetin, kendi askerine dahi acımayan militarist kafanın, nefret hisleri beslediği Ermenilere acımış olabileceğine kim inanır? Hâlâ bugün dahi başörtüsünden dolayı, İslami kimliğinden dolayı, Kürt kökeninden dolayı vs. vs. kendi vatandaşlarını düşman belleyen ve onlara türlü eziyetlerde bulunmayı mubah gören bir mantığın Ermeni meselesine ilişkin olarak adil ve hakkaniyete uygun bir tavır belirlemesi beklenmemeli.

Nitekim bu sorunlu kafa yapısının hemen her türlü siyasi-toplumsal soruna ilişkin takındığı inkâr, suçlama, karalama tutumunu bu kez de söz konusu bildiri üzerinden tekrar ettiği görülmüştür. Özür kampanyasını başlatan isimlere yönelik olarak insafsızca ve ölçüsüzce saldırılar sergilenmiştir. Öyle ki, iş imzacıları kınamayan Cumhurbaşkanı’nın kökenine kadar vardırılabilmiştir!

Bildirinin Sorunlu Mahiyeti  

Bununla birlikte özür kampanyasını başlatan isimlere yönelik ölçüsüz, mesnetsiz suçlamalarda bulunulması ile bahsi geçen kampanyanın usul ve içerik açısından değerlendirilmesi arasındaki farkın da iyi ayırt edilmesi gerektiğini hatırlatalım. İmzacı aydınların temelde samimi bir çaba ve insani kaygılarla hareket ettiklerini düşünmek demek, söz konusu bildirinin ve bildiriyle birlikte başlatılan kampanyanın doğru, yerinde ve faydalı olduğunun kabul edilmesi anlamına gelmez.

Ne yazık ki, imzacıların eylemi hiç arzulamadıkları bir sonuç doğurmuştur. Bildiri ile muhtemelen toplumun tarihiyle yüzleşmesi hedeflenmiş ama tam tersi bir sonuç alınmış ve ulusalcı damarın kabarmasına katkı sağlanmıştır. Ulusalcı zihin yapısında zaten bir hayli köklü bulunan asabiye hastalığı daha da artmış ve düpedüz katliam savunuculuğunun dillendirilmesine kadar ulaşmıştır.

Hiç tartışmasız, bildirinin siyasi mesajı ve içeriği sorunludur. Belki yapılması gereken şey devleti ve devletin ideolojisini paylaşan kesimleri Ermeni meselesi ile yüzleşmeye, kirli geçmişle hesaplaşmaya çağırmak olmalı iken, özür bildirisi gereksiz bir biçimde toplumu sanık sandalyesine oturtmuştur. Devletin üstlenmesi gereken vebali adeta yaymış, halkın omuzlarına yüklemiştir!

Ermeni halkının yaklaşık bir yüzyıl önce bu coğrafyada yaşadıkları acıları görmezden gelmek, sorumlularıyla en azından tarih sahnesinde hesaplaşmamak büyük bir haksızlıktır ama tam tersini yapıp bir halkı doğrudan inisiyatif sahibi olmadığı uygulamaların sorumlusu saymak, işlemedikleri suçları adeta üstlenmeye ve bunlardan dolayı özür dilemeye zorlamak da adaletsizlik değil midir?

Biliyoruz ki Ermeni meselesi Türkiye’de sağcı-devletçi zihniyetin yaygınlaşması ve giderek ırkçı-şoven yaklaşımların geliştirilmesi için düzenin etkili bir biçimde yararlandığı malzemelerden biri. Militarizmin tahkim edilmesi için de kendisine sıkça başvurulan bu meselenin halkı sisteme yakınlaştıran bir boyuta sahip olduğu bilinmekte. Sistemden net bir biçimde ayrışma zorunluluğu başka pek çok konuda olduğu üzere Ermeni meselesine ilişkin olarak da net tavır almamızı gerekli kılmakta.

Müslümanlar olarak -her konuda olduğu gibi- Ermeni sorununa ilişkin olarak da net, makul ve en önemlisi de adaletten yana bir tavır belirlemek zorundayız. Ermeni halkına karşı işlenen suçun üzerinin örtülmesine, yok sayılmasına, basitleştirilmesi çabalarına karşı tavır almalıyız. İslami duyarlılık sahibi kesimlerin büyük ölçüde milli-muhafazakâr reflekslerin devreye girmesiyle ve aynı zamanda gelenekçi-muharref bir din anlayışının da katkısıyla Ermeni halkına karşı işlenen zulmü yok saymaya yönelik devletçi propagandaların etkisine kolay girebildikleri bir gerçek. Bu durumu da göz önünde bulundurarak Ermeni sorunu üzerinden tahkim edilmeye çalışılan sağcı-devletçi yaklaşımlarla aramıza net sınırlar çekmeliyiz.

Ama tüm bu hassasiyetler elbette bizim bu konuyla ilgili her yapılanı onaylamamızı, duyarlılık sahibi herkesin gündemleştirdiği etkinliklerin peşine takılmamızı gerektirmez.

Neden Özür Bildirisini İmzalamamalıyız?

Öncelikle yapılan edilenin, ortaya konulanın ne adına, nasıl bir kimlikle ve kimler tarafından gerçekleştirildiğini hesap etmek durumundayız. Bu açıdan bakıldığında İslami kimliğimizi önce çıkartma, belirleyici kılma yerine liberal çevrelerin peşine takılmanın anlaşılabilir bir tutum olmadığını görmeliyiz.

Öte yandan mahiyeti itibariyle de söz konusu bildirinin içerdiği yanlışı görmezden gelmemiz mümkün değildir. Meydana getirdiği büyük sarsıntıya rağmen özünde bu bildiri kendisini bu sistemin ve toplumun organik bir parçası olarak gören bir zihniyetin ürünüdür. Türk ulusal kimliğine mensup aydınların bir tepkisidir. Bu yüzden bildirinin imzacılarının bu yapısal süreklilik içerisinde geçmişte işlenmiş suçlardan dolayı özür dilemeleri mantıklı olabilir. Oysa bizler bu düzenin, sistemin, hatta toplumun bir bileşeni değiliz. Daha da ötesi bizler kimliğimizle, inancımızla, insanlarımızla bu düzenin mağduru ve aynı zamanda da muhalifiyiz.

Dolayısıyla sistemin kurucu zihniyetine mensup kadrolarca Ermeni halkına karşı işlenmiş olan ve sonraki süreçte de yine aynı sistem tarafından tarihsel bir süreklilik içinde inkâr edilmek suretiyle devam ettirilen suçlardan dolayı özür dilememiz işgüzarlıktan da öte, kendimizi düzenle aynileştirmek anlamında açık bir yanlış olur. Oysa bizim düzenle aynileşmeye, bütünleşmeye değil, her alanda ayrışmaya ihtiyacımız bulunmaktadır.   

Öte yandan şunu da bir kere daha hatırlatmakta yarar var: Özür boyutuna katılmamakla beraber bildiride dile getirilen “acıların paylaşılması” vurgusu önemlidir. Gerçekten de İttihatçı kafanın Ermeni halkına yönelik uyguladığı soykırım boyutlarına varan etnik arındırma siyaseti ve ardından Kemalist kadroların inkâr yoluyla bu büyük zulmü yaşatmaları karşısında “insanım” diyen herkes acı duymalıdır. Bu adaletsizliği, haksızlığı herkes reddetmelidir. Doğal olarak bizler de Müslümanlar olarak bu acıları derinden hissetmeli ve aynı zamanda işlediği suçlardan ötürü bu zulüm düzenini eleştirmeli, suçlamalı, mahkûm etmeliyiz. Aslında sadece işlediği suçlardan değil, kendimizi bu düzenin her şeyinden beri kılmalıyız!