Edebiyatçı. 1962 Balıkesir-Gönen doğumlu Cemal Şakar, öykü yazarıdır. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunu olup birçok öykü ve deneme kitabı kaleme almıştır. Yazıları çeşitli edebiyat dergilerinde yayınlanmaktadır.
Vahiy dışı bir akıl ve telakki ile inşa edilmiş modern bir dünyada yaşıyoruz. İçinde yaşadığımız bu dünyaya hükmeden varlık ve bilgi paradigması ister istemez hepimizi etkiliyor. Modern özgürlük anlayışı ne vaat ediyor?
Çok geniş bir soru, hani ne söyleseniz yine de eksik kalacak cinsten. Bilinenleri şöyle kısaca özetlemek mümkün herhalde: Modernliğin bize vaat ettiği özgürlük Tanrı’yla ve devletle ilişkili. Buna göre Tanrı ve devlet (bir dönem Batı ve hatta Doğu için özdeş kavramlar zaten) sınırlar koyar ve bireyi bu sınırlara uymaya icbar eder. Bu durum özgürlüğün kısıtlanmasıdır.
Aydınlanmacı tezlere baktığımızda modern özgürlük tanımını net olarak görmek mümkündür. Mesela 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesinde yer alan klasik formülde özgürlük, “başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmek”; Montesquieu’da “kanunların izin verdiği her şeyi yapabilme hakkı”; Locke’da “yapma veya yapmama gücü”dür. Aron’un tanımı kapsayıcıdır: “Her birimize bir başkasının, yapmak istediğimizi yapmamıza engel olmaksızın, herhangi bir şeyi yapabileceğimiz veya yapmayabileceğimiz konusunda verilen güvence.” Hayek de özgürlükten, “bir insanın başkalarının cebrine maruz kalmadan hareket edebilmesi” diye söz eder.
Burada burjuvazinin güçlü bir sınıf olarak ortaya çıktığını ve kendisini laik-seküler bir tabana oturttuğunu belirtmemiz gerekiyor. Bu anlamda Batı’daki özgürlük arayışını, öncelikle bir sınıfın kendisini özgürleştirme mücadelesi olarak görmek gerekiyor.
Bu süreç içerisinde, ‘yapma ve yapmama’ iradesini elinde bulunduran bireyin iradesini neye göre ve nasıl yerine getireceği sorusu da toplum sözleşmesiyle giderilmeye çalışıldı. Cumhuriyet fikri de bu toplum sözleşmesinin ideal hali olarak kabul edildi. Fransız Devrimine Aydınlanmanın tecessüm etmiş hali diyebilirsek eğer, orada ortaya çıkan cumhuriyetçi akım, bireyin tüm baskıcı (Tanrı ve devlet) kurumlara karşı bir özgürlük mücadelesi vermesini önerir. Tanrı ve devlet yerine halkın egemenliği bu söylemin önemli argümanlarındandır. Bireyin özgürleşmesini toplumun özgürleşmesine bağlayan bu düşüncede Tanrı ve tek adam hâkimiyetine dayalı otoritelerden kurtulmak özgürlüğün önünü açmak olarak değerlendirilir.
Modernleşmenin bize yeni bir birey ve toplum tasavvuru sunduğu açıktır. Rasyonalite, laiklik ve sekülerlik bu tasavvurun yapı taşlarındandır ve özgürlük bu yapının temelleri üzerinde yükselir. Buna göre söz konusu temeller üzerine bina edilecek yeni toplum, aklın ve bilimin aydınlığında yeryüzünde bir cennet kuracaktı; tabi ki bu cennetin inşası gelenekten kopmakla mümkündü. Zira gelenek demek akıldışılık, hurafe, bidat demekti.
Ancak şu kadarını belirtmekte fayda vardır: Batı’daki bu özgürlük arayışları sınırsız özgürlük anlayışına doğru evrilmiştir. Tanrı’dan bağımsızlaşan birey, karşısında kendisini sınırlayacak herhangi bir yasa görmek istememektedir. Bu sınırsız arayışı tabii ki tam bir çözülme, parçalanma ve cinnet hali demektir.
Biyolojik ve entelektüel olarak sınırlı insanın özgürlük arayışı, gerçekte özgürlüğün kaybı olarak nitelendirilebilir mi?
Böylesi bir bakış özgürlüğün mutlaklaştırılmasıyla ilgili. Oysa özgürlük arayışlarında ve tartışmalarında özgürlüğün mutlaklaştırılmadığı görülecektir. Batı metafiziğinde ‘öteki’, her zaman mutlaklığı kıran bir şey olarak düşünülmüştür; özgürlük hep öteki’yle sınırlandırılmaya çalışılmıştır.
Aksi halde, insan hiçbir zaman istediği kadar, gönlünce özgür olamaz, zira o sınırlı bir varlıktır, o halde özgürlük diye bir şey yoktur demek, fazla karamsar bir düşünce gibi geliyor bana. Hatta özgürlüğün reddine varabilir bu yaklaşım; ki İslam tarihi açısından baktığımızda bu reddiyeyi görebilmek mümkündür.
Allah’ın yarattığı her şey sınırlıdır. Dolayısıyla insanın entelektüel kapasitesi ve fiilleri de sınırlıdır. Özgürlüğü bir sınırsızlık arayışı olarak görmek yerine akıl ve iradeyle birlikte düşünmekten yanayım. İnsan düşünür ve bir şeyi irade eder, burada önemli olan mesele insanın irade ettiğine ulaşması, onu eyleme döküp dökememesidir. İnsan irade ettiği her şeyi eyleme dökmeli midir? Bence kritik soru budur ve bu soru, bütün özgürlük tartışmalarının kilit noktasıdır. Çünkü az önce dediğimiz gibi bir de öteki vardır ve biz onunla birlikte yaşamaktayız. Daha da önemlisi devlet kamusal alana(Agora anlamında kullanıyorum. Bu arada, bizde bu kavramın yanlış tanımlandığını düşünüyorum. Bu yanlış ve kasti tanım nedeniyle devlet bütün bir sivil alanı temellük edebilmekte ve insana evinden başka sivil bir alan bırakılmamaktadır.) müdahale etmeli mi, kamusal alanı düzenlemeli mi sorusu gündeme gelmektedir. Geleneksel yaklaşımlar bu soruya iştahla evet derken, liberal görüş devletin kendini alabildiğine geri çekmesini, mümkünse kendisini buharlaştırmasını önerir.
Tam bu noktada Müslümanların yüzleşmesi gerektiği acil sorunlar var. Hem Müslümanların yaşadığı tarihsel tecrübeler hem de bugün yaşanan modern sorunlar bağlamında Tanrı-devlet-toplum-insan ilişkileri yeniden gözden geçirilmelidir. Çünkü emir’e itaatin Allah’a itaatle özdeşleştirildiği tarihsel tecrübelere sahibiz. Allah’ın yeryüzündeki gölgeleri olan emirlerin yönettiği devletler daha dün gibi yakınımızda ve sonuçları da apaçık meydanda. Hadi biraz daha bugüne gelelim.Adına “İslam Devleti” denen yapılar bugün de mevcut ve bunlar şeriatı uyguladıklarını ilan etmiş durumdalar. Şimdi insanlar bu yönetimlerin altında mı yaşamak isterler yoksa Türkiye’deki cumhuriyetin altında mı; hatta İsveç Krallığı’nda mı? Müslümanların, kendilerini İslam Devleti olarak tesmiye eden bu yapılara karşı şiddetli eleştirileri olduğu malum ancak neler önerdikleri meçhul. Pekâlâ, devlet kamusal alana müdahale edip düzenlemeyecekse; mesela içkiyi, kumarı, zinayı vs. yasaklamayacaksa o zaman İslam Devletinden söz edilebilir mi? Sorular can yakıyor ve bunlarla yüzleşmeden yürümek de mümkün değil.
İnsanın özgürlük arayışının vahiy ve fıtrat açısından değeri nedir? Vahiy ve vahyi taşıyan Resul gerçekten bizi özgürleştirmek için mi gelmiştir?
Kur’an’ın ve sünnetin, söyleşimiz boyunca tartıştığımız modern özgürlük bakımından bize bir şey vaat etmediği açık. Kur’an ve sünnette özgürlük sadece hür-köle bağlamında ele alınan toplumsal bir statü olarak tartışılır. Ancak burada metafizik bir okuma yapılarak, Kur’an’ın bizi tek Allah’a inanmaya davet ettiği, bu davetin insanı diğer ‘birçok tanrılara’ karşı özgürleştirdiği söylenir. Yani özgürlük bir bağlanma sorunu olarak ele alınır; tek Allah’a bağlan ki özgürleşesin!
Zaten modern özgürlüğün doğası, Allah’a ve tek kişinin otoritesine karşı olmak, onlardan bağımsızlaşmak, özerkleşmektir. Burada bir doğa/tabiat farkı vardır ve uyuşmaları mümkün değildir. Hem birey açısından hem de devletin meşruiyeti açısından bu böyledir. Devlet meşruiyet kaynağı olarak ilahi yasaları bir kenara bırakıp rasyonel, laik ve seküler ilkelere göre kendini tanzim edecek, birey de bu esaslara göre düzenlenmiş toplum sözleşmesi çerçevesinde özgürce hareket edecektir.
Ancak meseleye özgürlük değil de hak açısından bakmak belki daha sağlıklı bir yol olabilir. Bugün nerdeyse kutsallaştırılan inanç, ibadet, fikir özgürlüğü gibi haklar, Kur’an’ın ve sünnetin teminat altına aldığı haklardır. O gün oluşturulan toplumsal vasat, bu hakların rahatlıkla yerine getirilebildiği, kimsenin de bu hakların kullanımından dolayı kınanıp horlanmadığı bir ortamdı.
İnsan tüm yaratılmışlardan aklı ve iradesi ile ayrılıyor. Aklı sayesinde bilgiyi kullanıyor. Bilgi de insanın özgürlük alanının en temel yapıcısı durumundadır. Sizce özgürlük ve akıl ilişkisini nasıl değerlendirmek gerekir?
Özgürlük ve akıl üzerinden bir ilişki kurmak yerine, irade ve sorumluluk üzerinden bir ilişki kurmak bana daha sağlıklı geliyor. Çünkü bu tartışma geleneksel olarak özgürlük üzerinden değil de irade üzerinden tartışıldı. Aslına bakarsanız kelam okulları ilk dönemden itibaren bu sorunu şiddetli bir şekilde tartıştı, özellikle Mutezile ve Eşarilik ciddi bir birikim ortaya koydu. Sorun değişmediği için, bugün yeniden, özgün bir tartışmanın yapılabileceğini sanmıyorum. Sorun aynı ve bu soruna ilişkin birikim de ortada, bize düşen bunun üzerine kafa yorup yorumlardan birine katılmakmış gibi geliyor bana.
Tarihsel süreç içinde bu iki okul birbirlerini ciddi şekilde etkileyip dönüştürdü.Zaman içinde bir ortodoksi oluşturdular ve tartışılan fark, kavramların kıldan ince, kılıçtan keskince ayrımına kadar indi; vaciptir/âdettir gibi.
Şahsi kanaatim insanın sorumlu olduğu, bu sorumluluğunu yerine getirmesi için kendisine akıl ve irade verildiğidir. İnsan durmaksızın seçim yapar, sorumluluğunu yerine getirmek gibi yerine getirmemek, ahdine bağlı kalıp kalmamak da bir seçimdir. Ahlaki olan da iradeyle seçmek ve eylemekle ilgilidir, cebren yerine getirilen bir eylemde ahlakilikten söz edilemez.
İnsanın uğruna özgürlük mücadelesi vereceği değerler sistemi nedir ki, tarih boyunca insan bu değerler sistemi uğruna mücadele ettiğini söylemektedir. İnsan hangi bağlardan kurtulmak istemektedir?
Tarih boyunca savaşlar yoluyla insanın özgürlük mücadelesi verdiği tezi bana doğru gelmiyor. Zaten tartıştığımızda bağlamda özgürlüğün modern bir kavram olduğunu söylüyoruz. Geleneksel toplumlarda böylesi bir anlayış yoktu. Bugün adına değerler sistemi dediğimiz şeyin öncelikle modern bir kategori olduğunu belirtmek isterim. Biz modern formasyondan geçmiş insanlar olarak, modernlikle malulüz ve aklımız da modern bir akıl. Bu akılla geriye dönüp geçmişi yeniden modern aklımıza uygun olarak inşa ediyoruz.
Gerçekten tarih boyunca gördüğümüz savaşlar, katliamlar özgürlük uğruna mı yapıldı?
Peygamberlerin ortaya çıkışını ve hicretlerini bir özgürlük mücadelesi olarak görmek mümkündür. Ama bu bile Batı’nın özgürlük anlayışıyla tam örtüşen bir durum değil. Az önce de konuştuğumuz gibi onlar bir sorumluluk yüklenmişti ve ayrıca insanların doğuştan birtakım haklar getirdiklerine inanıyorlardı. Kavimleriyle birlikte bu hak ve sorumluluklarını layıkıyla yerine getirebilecekleri yerlere hicret ettiler. Buradaki çatışmanın temelinde iktidarların kendi kurduğu düzenlerin değiştirilme korkusunun yattığını belirtelim. Çünkü vahiy, adalet ve ahlak temelli toplumsal bir vasat öneriyordu. Bu da muktedirlerin işine gelmiyordu.
Ben daha çok iç isyanları, ayaklanmaları ve devrimleri özgürlükle ilişkilendirmekten yanayım. (Özellikle son yıllarda dışarıdan getirildiği iddia edilen özgürlüğün Müslüman toplumlarda nelere mal olduğu ortadadır.) İnsanların üzerindeki devlet baskısı iyice arttığında, onların insan olmanın onuruyla yaşama hakları kısıtlandığında, insanlar bu zilleti kaldıramaz ve ayaklanırlar.
Mesela Hz. İbrahim’in nemrutlara karşı giriştiği mücadele ya da Hz. Musa’nın kavmini Mısır’daki kölelikten alıp oradan çıkarması tam bir özgürlük arayışıdır. Öyle ki kavmi bile bu vaade inanamadı ve ayak sürüdü. Hz. İsa’nın Dağdaki Vaaz’la zirveye ulaşan mücadelesi, ondan sonra her türlü kokuşmuşluğun, çürümüşlüğün yanında, insanlar üzerinde bir despotizme dönüşmüş tapınak baskını ve oradaki tezgâhı dağıtması da aynı bağlamda değerlendirilebilir. Tabii Hz. Muhammed’in önce hicreti sonra da Mekke’ye dönüşü tam bir özgürlük ve esenlik bildirisidir.
Bir de işin kişisel yanı vardır. Vahiy, insanı önünde oluşabilecek putlara karşı özgürleştirirken, nefs tezkiyesi yoluyla da kendine karşı özgürleştirir. Çünkü insan kendi içinde zıtlıkları yaşamaktadır, bu zıtlıklar onu bir yanıyla çamura doğru çekerken diğer yanı da göğe doğru çekmektedir. Bu, insan için ciddi bir çatışmadır. Böylesi bir çatışmada vahiy ve sünnet önemli kılavuzdur. Nefsin yanında bir de şeytanı ekleyelim. İnsan vahyin ve sünnetin terbiyesiyle hem nefsinin taleplerine hem de şeytanın iğvasına karşı özgürleşir. Kin, nefret, haset gibi duygularını yenerek, aşarak özünü gürleştirir; fıtratına uygun bir şekilde yakınlaşır. Zaten iyilik, güzellik, doğruluk, adalet hep fıtrata uygun davranmakla, yaratılış amacını gerçekleştirmekle mümkündür; aksi zulümdür, kötülüktür, çirkinliktir, yanlışlıktır.
Özgürlük ve kulluk ilişkisini nasıl bir denge üzerine kurmak gerekir? İslami ilkeleri kendi hayat telakkileri açısından kabul edilmez bulanlar, Müslümanları hep bir köle ve kul psikolojisi içerisinde tasvir ediyor. Müslümanın kulluğu onun özgürlüğünün kısıtlayıcısı mıdır?
İsterseniz buna siyasi bir cevap vermeye çalışayım: Herkes kuldur, önemli olan kime kulluk edildiğidir. Bugün siyaset bilimi insanın etrafını sarmış yarı tanrılardan söz etmektedir. En ceberut haliyle devlet bu yarı tanrıların başında gelmektedir; sermayenin, makamın, mansıbın, heva ve hevesin vs. nasıl puta dönüştüğünü biliyoruz. Hatta nefsin elinde insanın nasıl kendi kendisinin kulu-kölesi olabileceği de ortada. Müslümanlar tek Allah’a inanarak bütün putları kırarlar.
Batı’da bugün özgürlük taleplerinin neredeyse sınırsız özgürlük, öteki’nin varlığının reddi noktasına gelmesiyle birlikte insanların nasıl savrulduğunu gözlemlemek mümkün. Uyuşturucu bataklığından cinsel tercihlere, seri katillikten toplu intiharlara kadar varan bu çılgınlık insanı giderek belhumadal’a doğru sürüklemektedir. Bilindiği gibi insan şerefli bir varlık olma potansiyeliyle yaratılmıştır. Burada ona düşen görev Allah’ın çizdiği meşru sınırlara uymaktır. Bu meşru sınırlar insan fıtratıyla örtüşen, ona en uygun sınırlardır. Meşru sınırlar içinde kalan insan yaratılmışların en şereflisi olma ihtimalini güçlendirir. Aksi halde, meşru sınırların çiğnenmesiyle birlikte insanın nereye kadar düşeceği kestirilemez. Çünkü düşmenin nerdeyse bir sonu yoktur ve bu düşme sonucunda insan kendisini de tanıyamaz hale gelir. Böylesi bir noktadahayvanlar dahi ondan daha şereflidir.
Meşru sınırları çiğnemek demek, gayri meşrusu olmamak demektir ki böylesi bir hal gerçekten çılgınlıktır, cinnettir. Gayri meşrusu olmayan bir insan neler yapmaz ki! Oysa Müslüman yaptığı kadar, yapmadığıyla tanınır ve bu iman dairesi onu emin bir insan kılar.
Modern özgürlük algısı bugünün haz ve tüketim dünyasında Müslüman zihinleri nasıl etkiledi? Müslümanların bireyselleşmesinin en önemli dinamiklerinden birisi olarak karşımıza çıkan bu özgürlük algısına karşı nasıl bir hukuk oluşturmalıyız?
Modernliğin önemli dayanaklarından birisi bireydir. Gelenekle ilişkisini koparan modernlik aynı zamanda insanı da cemaat mensubu olmaktan, aidiyetini, kimliğini ortak bir bağ üzerinden kurmaktan kopardı. Herkes tekil tekil varlıklar olarak toplum içinde yer almaya başladı. Hatta toplum bile tekil tekil insanlardan oluşan bir topluluk olarak tanımlanmaya başlandı.
Modernlikle malul olduğumuzu söyledik, bu süreçten herkes payına düşeni aldı. Bugün her yerde, her zeminde insanlara modern bireyler olmaları ve kararlarını kendi başlarına almaları salık veriliyor.
Bu noktada nasıl bir hukuk oluşturulacağı konusunda bir fikrim yok. Ama şunu tespit etmek lazım: Bir kültürel atmosfer içinde yaşıyoruz. Bu kültürel atmosfer Batı’nın kurduğu bir atmosfer ve şimdilik bunun dışı yok. Sadece eleştirmekle, bunun yanlışlarını tespit etmekle bir şey yapmış olmayız. Güçlü olan her zaman zayıf olanları üzerine çeker, bir büyü, bir çekim yaratır. Buna karşılık yapılacak şey onunla yarışabilecek bir kültür inşa etmekten geçer.
Mesela neden dünyada insanların önemli bir kısmı Amerikan köftesi yemek istemektedir deTekirdağ köftesi kimsenin umurunda değildir? Yine aynı şekilde kot pantolon bir tutku olarak herkesi çekerken Adana şalvarı neden kimsenin aklına gelmez?
Salt ideolojik karşı çıkışlar, salt ilkesel duruşlar anlamlı bir eylemdir ama topluma değip onları değiştirmeye yetmez. Onlara alternatifler sunmak gerekir, üstelik güçlü kültürlerle yarışacak çapta alternatifler. Yoksa sahip olduğumuz birçok güzellik, giderek salt otantik, egzotik kültürel bir unsur olarak turizme eklemlenir.
Ancak kültür üretmek tek başına insanı, cemaatleri aşan bir durumdur, daha çok devlet iradesiyle mümkündür. Devlet de hadi güçlü bir kültür üreteyim demekle üretemez; bu bilim,teknoloji, iktisat, hukuk, askeriye, maliye gibi devletin bütün kurumlarıyla güçlü olmasıyla ilgilidir. Bazı kurumların güçlü olduğu ama bazılarının zayıf olduğu düşünülemez. Hadi çıtayı bir tık daha yukarıya taşıyalım; bu durum medeniyet kurup kuramamakla ilgilidir. Medeniyetlerin dinî referanslı yapılar olduğunu düşünürsek, Müslümanların, tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi önce güçlü bir medeniyet kurmaları gerekmektedir. Ancak bu sayede kendilerini ifade edip insanlığa öneriler sunabilirler.
Müslümanların özellikle son dönemlerde fiilî savaşlara dönüşen ancak son iki-üç asırdır süregelen özgürleşme mücadeleleri ile Batılı anlamda özgürlük arayışlarının farkı nedir?
Bu mücadelelerin temelinde emperyalizm ve fiilî işgalekarşı direniş vardır. İşgallerle birlikte biliyoruz ki insanların onurlu, izzetli, haysiyetli yaşama hakları ellerinden alınır. Bütün bir yaşam işgalcinin belirlediği yasalara göre düzenlenir. Maalesef güç her zaman yasayı belirler.
Müslüman toplumların andığınız yıllardan beri verdikleri mücadelenin özü bence sözünü ettiğimiz izzetli yaşama haklarının geri alınmasına yöneliktir. Aynı zamanda işgalcilerin çizmelerinin kirlettiği harim-i ismetlerini korumak şeklindedir.
Aynı yıllar Batı’nın bilimsel ve teknolojik olarak zirve yaptığı yıllardır, en çok güçlendiği zamanlardır. Refah içinde bir yaşam sürmektedirler. Böylesi müreffeh bir yaşam içinde Batı daha çok hem bireysel hem de toplumsal olarak özgürlüğün sınırlarını tartışmaya çalışırken; diğer yandan başka ülkelerde insanların yaşam haklarını ellerinden alıyordu.
Biri insanca hayatta kalmaya çalışırken, diğeri saadet içinde keyif çatıyordu ve bu keyfi nerede sınırlandırması gerektiğini tartışıyordu.
Son yıllarda etrafımızda yaşanan bahar rüzgârlarını da sağlıklı bir şekilde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Bu insanlar diktatörlerin sultası altında yaşamaktan nefes alamaz hale gelmişlerdi. Keyfi baskılar, tutuklamalar, işkenceler ve öldürmelerle bu ülkeler alabildiğine güvensiz bir hale dönüşmüştü.
Bir rüzgar bütün Müslüman toplumları etkiledi ve özgürlük çığlığı yükseldi. Bu çığlık az önce andığımız insanca yaşam hakkını içermekle birlikte aynı zamanda eleştirdiğimiz Batılı yaşam biçimlerini de içeriyordu. Daha rahat tüketmek, tüketim malzemelerine daha rahat ulaşmak, Amerikan köfte salonlarının her yerde açılması gibi.
Turizm amaçlı olarak Müslüman coğrafyadan İstanbul’a akan insanları biraz gözlemleyin, AVM’lerden taşıyamayacakları kadar alışveriş poşetleriyle çıktıklarını görürsünüz. İçki, fuhuş bataklıklarına ‘özgürce ulaşmak’ bu turizmin başat unsurlarındandır. Bu insanlar için İstanbul, sınırsız özgürlüğün ütopyası adeta.
Birkaç asırdır fiilî sömürge ve zulümler altında büyük acılar yaşamış coğrafyamızın özgürleşmesi sizce hangi öncelikleri dikkate almayı gerekli kılıyor?
Buna birçok açıdan cevap verebiliriz. Ama bunca dağılmışlık, parçalanmışlık ve dahi amip gibi bölünmenin hızla sürüyor olması acı verici. Ortak bir kitaba inanan ümmetin nasıl böylesi bir hale geldiği üzerine düşünmek gerekiyor. Sadece Müslüman öldüren ve adı İslami olan örgütler var bu coğrafyada, bunu izah etmek zor. Her şeyi Batı’nın manipülasyonuyla, onun şeytaniliğiyle açıklamak topu taca atmak gibi geliyor bana. Bütün bu örgütler fetvalarla iş görüyorlar, hepsi gelenekten kendisine referans bulabiliyor. Bu nedenle bunca yıldır ürettiğimiz Müslüman kültürüyle yüzleşmek elzemdir. Müslümanlar nasıl böyle bir hale geldiler? Nasıl oluyor da bir grup diğerinin camisini, diğeri de aynı gün ötekinin camisini bombalayabiliyor? Nasıl kanlarını birbirlerine helal görüyorlar? Hani masum bir insanı öldüren bütün bir insanlığı öldürmüş gibi olacaktı!
Burada aydınlara, âlimlere, sanatçılara düşen görev öncelikle ortak paydayı büyütmek ve bütün ümmeti bu ortak paydada toplamak olmalıdır. Ulus devlet reflekslerinden bir an önce sıyrılıp birine diken battığında bütün vücudun hissedeceği o hassasiyeti yeniden kazanmak önceliklerimiz içinde olmalıdır diye düşünüyorum. Ümmet uzun yıllardır ulus devletin, kabilenin, grubun refleksleriyle tepki vermektedir. Ortak dili inşa etmek bence en önemli görevlerimizden olmalıdır.