Doğru ve adil olanı umutlaştırmak fıtridir. Ancak haklar ve özgürlükler kendiliğinden verilmez. Umut edilen ile umudu oluşturmak aynı şeyler değildir. Kendi özgünlüklerini, mayalanmalarını ve direnişlerini oluşturamayanlar umudu üretemezler. Layık olunmayan umutlar geçici ve aldatıcıdır. 27 Mayısların, 12 Eylüllerin sivilleşme vaadleri hep hak edilmemiş umutları besledi bu ülkede. Şimdi de 28 Şubat sonrasını dizayn etmek isteyenler umutlaştırılmak isteniyor ve yine ölü hayallere sığınılıyor.
Ölü hayalleri gıdıklayan en önemli oyun, demokrasi sahnesidir. Bu sahne yığınları, kurgulanmış mekanizmalara katmanın en uygun aracı olarak karşımıza çıkartılır. Bu yöntemle halk sözde kendi iradesinin temsilcilerini seçer, Ancak temsili irade demokrasinin en önemli çıkmazlarından birisidir. Zira temsil sistemi, halk adına halkı kandırmanın da sistemidir. Zira halkı temsil etmenin kuralları ve halkın hak ve hukuk istemlerinin özgürlük alanı anayasalarca belirlenir. Anayasalar ise her zaman egemenlerce biçimlendirilir ve sonrada çağdaş sihirbazların medyatik yönlendirmeleri eşliğinde halka açılarak büyünün etki alanı yaygınlaştırılır.
Egemenler "aydınlanma dönemi" ile birlikte, despotik konumlarının kırılma riskine ve evhamlarına karşılık, demokrasi oyunu ile halkın önünde eğilerek çıkarlarını meşrulaştırma yöntemini seçtiler. Ancak egemenlerin karşısında eğildikleri sadece kendi kuralları ve kendi oyunlarıydı. Zira halka uzatılan demokrasi havucu yanında her zaman yedekte tutulan bir de sopa politikası mevcuttu. Bu nedenle demokrasiler, halkların özgürlüğü ve adaletin tevzii açısından bazı imkanlar bahsetse de çoğu zaman bir aldanış rejimidir. Demokrasi totaliter ve baskıcı rejimlerin zulmünden kurtulmak için yapışılacak sahici bir kulp değildir. Demokrasi, halkların fıtratlarına yabancılaşması sorunuyla da ilgilenmez. Bir de kimliğini demokratlık üst kimliği ile tanımlamaya çalışanlar vardır ki; yanıp tutuştukları demokrasileri sadece ütopyalarını süsleyen ve egemenleri neşelendiren bir kurgudur.
Halkların kendi durumlarını ve geleceklerini tayinde neyi talep ettikleri önemlidir. Kur'an-ı Kerim, nimete ulaşmanın da karanlığa saplanmanın da iradesinin, halkların kollektif bilincine bağlı olduğunu belirtir. Tevhid ve adaletin tanıklığını bir misyon olarak üstlenme bilincindeki müslümanlara düşen takva boyutu ise insanları uyarmak ve halklara doğru hareket hattını göstermektir.
Dünya egemenleri gittikçe halkları güneyleştirmektedirler. Güneyleşmek itilmek kakılmak, sömürülmek ve Kuzey'in imkanlarına imrenerek yaşamak demektir. Sahte vaatlere ve çözümlere imrenmek, kurgulanmış umutlarla avunmaktır. Ancak bu aldanışın faturası yokluk, yoksunluk, aşağılanma, feryat, gözyaşı ve tutsaklık şeklinde geri dönmektedir. Bu aldanış dünyada yaşanan onur kırıcı rezilliktir. Ahiret yurdunda uğranılacak düşkünlük ise çok daha elem verici olacaktır.
O halde tüketilen umutlar peşinde olmamak; yılmayan, hayatın anaforlarında kaybolmayan umutları üretmek gerekmektedir. Yenilgi; günlerin insanlar arasında dolaşması sünnetinin bir tecellisidir. Ancak yalancı umutlar ve aceleci beklentiler peşinde olanların mağlubiyetleri ise çoğu zaman karamsarlığa, yılgınlığa ve teslimiyete dönüşmektedir.
Pratik olarak bugün iç içe iki stratejik mağlubiyet yaşanmaktadır. Birincisi küresel kapitalizmin tüm dünyamızı kuşatmış olması ve gündemi kendi tezleriyle belirleme başarısıdır. İkincisi ise kendi dünyamızda taşınan hedeflerin, içinde bulunduğumuz konum ve merhaleyi gözetmemesi ve kuşatamamasından doğan hayal kırıklıklarıdır.
Birinci yenilgi İslam coğrafyasının sömürgeleşme sürecini besleyen temel zaafımızla da alakalıdır. Yani tarihi süreç içinde Kur'an merkezli bir ümmet olma zindeliğimizi kaybedişimiz, küresel kapitalizmin yaşamı tüketme ve sömürme vahşiliğine direnmek yerine eklemlenmek zilletini yaygınlaştırmıştır. İkinci yenilgi ise yitirdiğimizi, itikadi ve sosyal planda yeniden inşa etme görevini yerine getirmeden, nefislerdeki dönüşümü gerçekleştiren bir arınmayı ve vahyin liderliğine bağlılığı kendi ölçeğimizde amelleştirmeden, azim ve umudumuzu böylesine rafine bir bağlılık, bilinç derinliği ve adanmış bir tanıklık ile oluşturmadan, vahyi mesajı bile yaşadığımız merhaleyi gözeten bir bütünlükle kavramadan İslami uyanışın kademe atlamaya çalışıp kendini iktidar hedefine kilitlemesiyle oluşmuştur.
Adam olmanın, birlikte iş görmenin, sağlıklı bir aile ve alternatif eğitim birimleri oluşturmanın, sistem içi ilişkileri çözümlemenin, tebliğde çeşitlilik ve sürekliliğin, ilkeli ve açık kimlikli ilişkiler kurmanın, oluşum merhalemizde tuğyana karşı direnişin, mücadelemiz içinde İslamı yaşamanın ve tanıklaştırmanın imkanlarını elde edemeden ve kalıcı bir zemin oluşturulmadan yönelinen iktidar hedefi aldatıcıydı. Yaşadığımız ülkedeki süreç, kendi özgünlüğünü ve merhalesini oluşturmadan, ihtilalci veya demokratik yollarla iktidar umudu taşıyanların yanılgısını da ortaya çıkardı. Güç ve iktidar olmak aceleci bir umuttu. Sahici bir stratejiye ve tarih perspektifine dayanmıyordu. Yönelinen umutların gerçekçi dayanaklardan mahrum olduğu görülmeye başlandıkça, yenilgi bir çok insanda ve çevrede tahripkar olmaya başladı.
Oysa su mecrasına akar. Fırtına koparmaya kalkışanlar, nitelik ve birikimlerinin sürekli akan bir su damlası seviyesinde olmadığını bile fark edemediler. Su mecrasına aktığı müddetçe damlaya damlaya göl olacağı gerçeği küçümsendi. Medine'yi kurma ümidini taşıyanlar, Mekke'de damla olmanın değerini bilemediler. Damla olmak önemliydi. Saf ve berrak. Saklanan ve durağan değil, doğal çevresi içinde oluşan ve akan.
Evet. Umut etmek ile umut oluşturmak aynı şeyler değildir. İslamcı duyarlılığın sıkıştırıldığı ve sıkıntı içinde olduğu bir yenilgi süreci yaşanıyor. Bu süreçte gerçekliğimizi konuşmak, yitirdiklerimizi fıkhetmek, nereden başlayacağımızı ve merhalemizi tartışmak çok daha imkanlı. Küreselleşme adına yükselen değerler olarak gündemimize sokulan demokrasi, insan haklan, çoğulculuk, bireyselleşme gibi kavramları da konuşmamız gerekli. Bu konuşma klasik kelam tartışmasından öte, ötekini anlamamıza, imkanlarını, sınırlarını ve çelişkilerini kavramamıza yardım etmeli. Bize dayatılan gündemler çerçevesinde proje üretmemiz istenmekte. Neyin projesi? Tabii ki küreselleşmeye teslimiyetin. Ama yağma yok. Tabii ki biz de projelerimizi kadınlarımızın özenerek işledikleri göz nuru danteller gibi üretmeliyiz. Ancak eklemlenmek için değil, küresel kapitalizmi aşmak için. Ama önce günlük sorumluluklarımız, günlük ibadet ve günlük ödevlerimiz. Çünkü idealleri ve çözümleri onları kavrayabilecek insanlarla var kılıp gündemleştirebiliriz ve projelerimizi de kendi gerçekliğimiz içinde üretip anlamlandırabiliriz.
Yenilgiler birçok peygamberin, kendi kavmi karşısında tattığı acıdır. Yenilgiler tecrübedir. Yenilgiler büyümenin imkanıdır. Yeter ki "Kur'an'ın Aydınlığına Doğru" hedefi bizim için kuru bir slogan değil, içi doldurulan bir yaşam ve idrak biçiminin şiarı olsun. Şimdi duygusal ve öykünmeci bir toplanışın değil; bilinçli, birikimli ve takva temelli bir toparlanışın eşiğindeyiz. Devrimciliğimiz, kendi merhalemizi keşfetme ve kazanma mücadelesiyle ispatlanacak. Bilgide, inançta ve eylemde tanıklığımız sınanacak. Karanlık tablolar karşısında İbrahimi tavrı, tek kişilik ümmet olma azim ve kararlılığını ayakta tutan şahsiyetlerle dostluklarımızı bir kere daha bütünleştirmek ve derinleştirmek zorundayız. Ümmeti yeniden ihya edecek olan umut, pratik mücadele içinde sahih birikimleri, yönelişleri ve direnişleriyle hakkın şahitliğine adanmış dostların kucaklaşmaları ve irtibatları ile zeminini kurumlaştıracaktır.
Unutulmamalıdır ki Mekke'de horlanan, aşağılanan, dövülen, işkenceye uğrayan, hicrete zorlanan, öldürülen, ambargo altına alınan, aç bırakılan insanların umudu Allah'tı, imanlarıydı, kararlılıkları ve direnişleriydi. Onlar bir avuçtu. Onlar azdı. Ama sünnetullaha uygun bir mücadele hattına can vererek kendilerini ürettiler ve oluşturdular. Onlar azdı; ama Kitabı ve hayatı doğru okuyorlardı. Onlar öncelikle Allah rızası için ve ahiret korkusu ile yaşarlar, ilahi müjdelerden haz alırlardı. Zulmü, şirki, sömürüyü ayetler ışığında ve daha işin başındayken ifşa ederler, egemenlerden yüz çevirirler ve gecenin belirli vakitlerinde Rablerine yaklaşırlardı. Onlar azdı ama inançlarında ve görevlerinde azimli ve sebatkardılar. Sadece ve sadece insanların hayrını, iyiliğini istiyorlardı. Zorluklara aldırmadılar. Dünya nimetlerini elde etme tutkusu mesailerini tutsaklaştırmadı. Marjinallik psikolojisine kapılmadılar. Zulüm ve haksızlık karşısında topluca dayanıştılar ve direndiler. Onlar melaike değildiler, onların da eksikleri, hataları hatta vahiyle bile uyarıldıkları zaafları oluyordu. Ancak tertil üzere okudukları Kur'an ve aralarındaki Rasul (s)'e bağlılık, onların arınma vesilesi oluyordu. Onlar azdı; ama nitelikli bir azınlığın değerini biliyorlardı. Ve nihayetinde onlar, çoğunluğun değişmesine vesile oldular. Ve insanlığa Medineleri kurmanın yolunun Mekke'den geçtiğini, Mekke'de oluşturulan niteliğin bir yükseliş için temel olduğunu iyice öğrettiler.
Zaaflarla malul, sıkıntılara duçar, kısa soluklu hedefleri tükenenler, acaba Peygamberi sünnetin örnek almamız ve fıkhetmemiz gereken bu temel boyutunu ne kadar dikkate alabildiler? Ya Kur'an neslini inşa sürecine adım atanlar? Durumumuz ne kadar iyi, sınanmalara ne kadar hazırız? Dürüst, erdemli, adanmış olanlar bir adım öne çıksın. Nefsimize, yakınlarımıza, insanlığa ve çağa söyleyecek sözümüz var.
Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve ben müslümanlardanım diyen güzel sözlülerden ve güzel sözlülerle birlikte olanlardan olmak ne kadar güzel. Güzellikleri korumak ve çoğaltmak dileğiyle...