Ben ne güzel öyküler yazacaktım.
Benim kalemime hüzün uğramayacaktı hiç. Satırlarıma acı vurmayacaktı. Benim öykülerimde güneş hep pırıl pırıl, yıldızlar ışıl ışıl olacaktı. Mevsimlerden baharı, aylardan nisanı anlatacaktım. Güvercinler kanat çırpacaktı paragraflarımda, virgüllerimde kelebekler uçuşacak, noktalarım dağ gibi sabit ve kararlı duracaktı. Ah gözyaşlarını ıslatmayacaktı kâğıtları, benim öykülerimde gülümseyen insanlar yaşayacaktı...
Evlerine huzurla ekmek taşıyan babaları, onları delice seven kadınları, nur bakışlı çocukları sunacaktım okurlarıma... Sıcacık odalarda, sıcacık yürekli kahramanlar, sıcacık sevdalar akıtacaktı içinize; satırlar tükenirken onlardan ayrılmak istemeyecektiniz. Başka öykülerimi bulmak için karıştıracaktınız kitapları, dergileri... Bir nefeste okuyacaktınız sonra... İçinizde kardelenlerin açtığını, düşlerinizde gül fırtınalarına tutulduğunuzu görecektiniz. Ve her gün besmeleyle sımsıkı tutunarak uyanacaktınız yaşama.
Benim öykülerimde; sağnak yağmurlar altında ıslanan ve şafakla yola düşen yolcular olacaktı. Azıkları umut, çarıkları azim, asaları zafer haykıran yolcular... Ve hiç yorulmayacaklar, yarı yolda kalmayacaklar, teslim olmayacaklardı; yürekleri dağdan tepeye, tepeden tümseğe, tümsekten çözülmeye yüz tutmayacaktı... Ve siz onlara hayran olacaktınız... Kederden değil, mutluluktan ağlayacaktınız...
Harflerimi kasırgalar, depremler bile gelse eğip bükemeyecekti. Ilık meltemler, alizeler okşayacaktı yüzlerinizi. Acı ve kan; soygun ve talan kelimeleri geçse, anlamını bulmak için sözlüğe bakacaktınız. Sonra bana kızacak ve soracaktınız: Var mı böyle birşey diye... Ben de utanacaktım... Nasıl yazdığıma şaşacaktım...
Benim öykülerimde; okul önlerinde ağlaşan kızlar olmayacaktı hiç... Her gün işinden atılma korkusuyla başını secdeye koyan babalar yer almayacaktı... Açlıktan ağlaşan çocuklarına Ömer masalları anlatan ümitvar anaları aktarmayacaktım... Ölüm oruçlarına yatan mahkumları bilmeyecektiniz. Ölüm sınırındaki evlâtları için sabahlara kadar soğukta titreşen ebeveynleri görmeyecektiniz. Çünkü yoktular...
Bir nefeslik özgürlük için meşale yakan ve Yusuf misali zindanlara düşen yiğitler de yoktu... Zindanlarda inim inim inleyenler de. Şayet yazmışsam ütopya diyecektiniz. Bana inanmayacaktınız... Sorgulayacaktınız... Ben de tamam yalandı diyecektim, öylesine yazmıştım, laf olsun diye...
Benim öykülerimde; eline tutuşturulan çikolataya bu da neymiş gibisinden bakan, çöplerden ekmek toplayan çocuklara, emekli kuyruğunda telef olan yaşlılara, okula gitmek için dağlar seller aşan öğrencilere, o öğrencilere aşık ama işinden atılmış öğretmenlere, asık yüzlü müfettişlere, tutanaklara, kınamalara, sürgünlere de rastlamayacaktınız. Rastlarsanız yakama yapışacaktınız... Kabuslarını değil, gerçekleri yaz diye... Ben de tamam diyecektim, Özür! Yine mi zırvaladım, bir daha tövbe...
Sonra ölüm evleri, ölüm oruçları da yansımayacaktı samanlı kağıtlara... Bir deri bir kemik kalmış ama zerrece merhamet görmemiş tutukluları, onların hayatını bir saman alevi gibi önemsiz ve lüzumsuz gören devletlileri, yaşamında bir saatlik açlık bile bitmemiş ama halkına hep martaval çekmiş erkanı, tuzu kuruları, şekeri bolları, yağı katmerlileri de anlatmayacaktım. Eğer zorlarsanız çıkar ağzından şu baklayı diye, güllük gülistanlık kartpostallar gönderecektim size... Siz de evinizin başköşesine asacaktınız... Üzerine not düşecektiniz; hayatı bir şiir tadında yaşayacaktınız. Yaşatacaktınız.
Benim öykülerimde; hüzünlü şarkılar, yanık türküler, içli ezgiler, zaferi muştulayan marşlar da dinlemeyecektiniz. Ortaokul sıralarında öğrendiğiniz "neşeli ol ki genç kalasın" babında ritimler çalınacaktı kulaklarınıza. Eğlenecektiniz... Ne güzel şeyler yazıyor bu diyecektiniz... Kalkıp dans bile edecektiniz... Ve beni biraz daha sevecektiniz, sevinecektiniz... Şayet ritim değişirse birden, acıklı bir Yemen türküsü dağlarsa yüreğinizi; yine mi diyecektiniz... Nedir bu med cezirler... Sende mi?
Bense laga luga yok deyip mutluluk öykülerine soyunacaktım yeniden... Top oynayan çocukları anlatırken, toplarını kesen bir asabi ihtiyar çıkacak diye aklım gidecekti. Nisan yerine eylülü tuşlamayayım diye azami dikkat gösterecektim. Sisli, bulutlu, karlı, yağmurlu iklimleri kendime yasak edecektim. Yolda yürürken ayağınız bile takılmayacak, yediğiniz elmadan kurt çıkmayacak, saçlarınızda bir tek tel ağarmayacaktı. Sizi hayata motive edecektim. Siz de olacaktınız, boşuna okumuyordunuz ya beni... Eyvallah... Hakkımızdı.
Sizin evlâtlarınız, bilgisayar başında Mario oynarken, Filistin'de babasının kucağında ölen Muhammed Cemalleri, Çeçenistan'da destan yazan mücahitleri, Bosna'da gün yüzüne çıkan toplu kabirleri anlatır gibi yapsam; aklımla zorumun olup olmadığını düşünecektiniz. Sadedte gel diyecektiniz; ölenle ölünmez nutukları çekecektiniz... İstemiyorsan git diyecektiniz. Yılanlar mı sokuyor seni?
Benim öykülerimde; aile fotoğraflı büyüklere, dünyayı turlayan ama gönlünü eğlendirmekten başka bir şeye yaramayan siyasilere, her gün bilmem ne kadar borçlu doğan bebelere, gelir dağılımındaki dengesizliğe, adaletsizliğe, kul hakkı diye bir şeye de rastlamayacağınız. Onur, erdem, vakar, dersem alık alık bakacaktınız; cennet-cehennem-ahiret diye üstelesem kolonyaya sarılacaktınız... Birazcık şeref, iman, takva diye yinelesem üstüme yürüyecektiniz... Darağacınızı kuracaktınız... Sorgusuz sualsiz asacaktınız... Helvamı yemeyi de unutmayacaktınız.
Sonra kendinize güzel masallar anlatan başkalarının peşine düşecektiniz. Ama benden kurtulamayacaktınız. Düşlerinize girecektim; kâbus olup gecenizi bölecektim; gündüz bile hayalinizde canlanacaktım... Beni unutmak için eski ve güzel öykülerime sarılacaktınız. Ne iyiydi diyecektiniz, hep böyle yazsaydı ölür müydü sanki. Derin ahlar yakacaktı içinizi. Bense ölürdüm diyecektim. Zaten size hariçten gazel okurken bir ölüydüm tıpkı sizin gibi...
Sonra darbelere dönüşen satırlarımı okuyacaktınız. Ulan bu da öyleymiş, bu da köktenci diyecektiniz. O ruhlarınızı okşayan satırlar şarapnel parçaları gibi batacaktı gözlerinize. Unutmak için çocuklarınızı alıp kırlara koşacaktınız. Piknikler yapacaktınız. Hayvanlara acımayı bırakıp, mangalda etler pişirip, kemirecektiniz. Aklınıza geldiğimde... (gerçi hiç çıkmayacağım ya) kanımı içiyor gibi böbürlenecektiniz. Çocuklarınıza Cin Ali, Pokemon kartları sunacaktınız... Top oynayıp, ip atlayacaktınız. Yitip giden gençliğinize ah edecektiniz. Sonra oturup bir ağacın altına bölünmezlik marşları söyleyecektiniz...
Ama yağma yok! Kaçamayacaktınız benden. Öykülerimde bir gün kendinize de rastlayacaktınız. Maskeli ruhlar balosunda dolaşır gibi olacaktınız. Öyle benzetecektiniz ki hepsini kendinize; özünüzü tanıyamayacaktınız. Meğer benim gibi ne çok varmış diye hayıflanacaktınız. Hiç de özel değilmişsiniz görüyorsunuz ya... Komplekse kapılacaktınız...
Bense özgürlüğümün keyfini çıkaracaktım. Öykülerimi gökten yağmur gibi boşaltacaktım üzerinize... Daralmış kalpleriniz, körelmiş gözleriniz, nasırsız ellerinizle karşı koyacaktınız... Nereden tanıdık seni diyecektiniz... Püsküllü belanıza söylenecektiniz.
Oysa böyle öyküler yazmak istememiştim ben... Siz istediniz!