Osmanlı Gayr-i Müslimlerinin Romanı -3

Kadrican Mendi

Osmanlı klasik döneminde milletler sisteminin birbirinden yalıtılmış yapısı, her cemaat üzerinde farklı tezahür eder. İdareci-ruhban sınıflar açısından bir türdeşlik, çıkar birliği olsa da cemaatlerin değişime uyum ve uyumsuzluk süreçleri kendi iç dinamiklerinin etkisi altında kaldı. Gayrimüslimler 18. yy sonlarında milletler sistemi sayesinde geniş ayrıcalıklar elde etmiş ve her cemaat fiilen topluluk ile devlet arasında aracı rolü üstlenen kendi dini önderlerine karşı sorumlu hale gelmişti. Avrupalı devletlerin azınlıkları himaye ve Osmanlı Devleti'nin içişlerine karışma siyaseti ile gayrimüslimlerin yabancı tabiiyetine geçmeleri süreci el ele gitmekteydi. Osmanlı Rumları, Rus tabiiyetine, 1830'dan sonra geçme eğilimindeydiler. Bu durum gayri müslimlerin Osmanlılık gibi bir bilince tamamen yabancı olmalarından kaynaklanıyordu. Zira onlar Osmanlı'dan özerk ve içişlerinde bağımsız birer cemaat olarak farklı ideallere sahiptiler. Osmanlı parlamentosunun mebuslarından Boşo Efendi bu durumu şu veciz (!) ifadeyle ortaya koyuyordu. "Osmanlı Bankası ne kadar Osmanlı'ysa, ben de o kadar Osmanlı'yım."

19. yy sonlarında Osmanlı Hristiyanları Osmanlıyla kader birliği anlayışından hızla uzaklaşarak birer diaspora haline dönüşüyorlardı. İstanbul'un yerli Rumlarından Loksandra ailesi için tarih çok farklı şeyler ifade ediyordu:

"İşte Kırım Savaşı neymiş diyorlar? Savaş mı? Nerdeymiş bu savaş? Bize zararı olacak mı, olmayacak mı? Zararı olmayacaksa Allah'a şükür. Zararı olacaksa koru İstanbul'u Panayamu* Sultana, koş bir mum yak. Girit'te çıkan ayaklanmadan ve Osmanlı devletinin bu isyanı bin bir güçlükle bastırabildiğinden kimin haberi olmuştu? Sultan Aziz'in alaşağı edildiğini ve sonra öldürüldüğünü Loksandra şans eseri öğrenmişti. Bir akşam yemekten sonra Dimitro'nun canı sigara istemişti. "Loksandracığım" dedi. "Sultan Hamit'in kafasından bana bir cigara getir de yakayım" (Vazo insan kafası biçimindeydi). Loksandra: "Sultan Aziz'in kafasından demek istiyorsun" dedi. Dimitro "Sus yavaş konuş" diyerek ona Sultan Aziz'in artık kafasının olmadığını, çünkü kafasının kesildiğini, dedikoduya bakılırsa onun yerine geçen Sultan Murat'ın delirdiğini (ister inan ister inanma), şimdiki Sultan'ın ise Murat'ın kardeşi Abdülhamit olduğunu anlatıyordu. Loksandra bedduayı basıyor.

"Sus bre! Delirdin mi böyle bağırıyorsun?" Milletin İstanbul'da politikaya aldırdığı yoktu. Çünkü sultanlar öyle de olsa böyle de olsa istediklerini yapıyor, millete sormuyorlardı. Rumlar oldukça imtiyaz sahibiydiler. Bir yanda Rusya'nın ve Gladston'un yardımlarıyla, öbür yanda kendi beceriklilikleriyle normal bir hayat sürüyorlar, toprağı işliyor ve zenginleşiyorlardı.

Askerlik yapmıyorlardı, çünkü Türkler onların eline silah vermekten çekiniyorlardı. Birkaç kuruş verip askerlikten kurtuluyorlardı. Ülkenin iç bölgelerine pek gidip gelmedikleri, Türklerle alış-verişleri olmadığı ve rüşvet vermesini bildikleri için işleri yolunda gidiyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse Abdülhamit'in baskı rejimi altında Türklerin Rumlardan daha çok özgürlüğe sahip oldukları söylenemezdi. Bu yüzden bütün azınlıklar birbirleriyle uyum içinde yaşıyorlardı. Kafalarını kızdıran ve onları kışkırtan olmadığı sürece Loksandra'nın fukara yumurtacı ve ağırbaşlı bekçi ile paylaşamayacağı ne vardı? Ve işte böyle o devirde yılın en önemli olayları politikayla değil, evlilik, doğum, deprem ve kimi kez de "Falanca mor fistan" ile ilgili olaylardı. Nedense o yıl imzalanan Ay-Stefano anlaşması Loksandra'nın aklına takılıp kalmıştı. Çünkü Kaptan Gikas'ın Odesa'dan getirmiş olduğu semaveri yerinden indirmiş, parlatmış ve hazır hale getirmişti. Bilemezsin ki, bakarsın Ruslar Bakırköy'e giriverirler. Adamlara bir çay da mı pişirmesin? Bir buyurun da mı demesin?"1

Osmanlı'nın müslümanlarının durumunun gayrimüslimlerden daha kötü olduğu genelde vicdan sahibi tüm yazarların ortak kanaati olarak beliriyor. Bunlardan çağdaş Yunan edebiyatının kurucularından sayılan Georgios Vizyinos "Moskof Selim" isimli kitabında "iyi kalpli garip Türk" dediği Selim'in hikayesinde, aslında Osmanlı Devleti'nin bozulan yönetim dişlileri arasında müslüman unsurun nasıl öğütüldüğünü anlatıyor. Hikayede; bir Yunanlı gazetecinin rastladığı Selim eski bir Rus üniforması giymiş, Türklerle muhatap olmayan ve Rusları özlemle bekleyen bir garip adamdır. Selim, Moskof oluşunun trajik serüvenini anlatıyor. Babası tarafından sevilmeyen bir çocuktur. Bu ezikliğin sonucu babasının gözdesi olan ağabeyinin askerden kaçması üzerine önün yerine askere yazılır. (Babası ise durumu öğrendiğinde Selim'i takdir etmek yerine asker kaçağı diğer oğlunu öldürtür.) Ve Selim'in Osmanlı'nın kaderiyle örtüşen macerası başlar. "O zamanlar askerliğin ne demek olduğunu bilmiyordum. Bana bir dakika izin verin koşup annemle helalleşeyim diye rica ettim onlardan. İmkansız. Kura çekmek için gelmiş subay öyle biriydi ki Allah korusun! Elinde liste olan binbaşı yeni askere alınanları birer birer ahıra topluyordu. Beni de önce oraya ayırdılar. Sanırdın ki binbaşının babasını içimizden biri öldürdü. İşte, bize öyle davranıyordu. Şimdi düşünüyorum da hayatımda hiç kimseye bu uğursuza olduğu kadar düşman kesilmediğimi anlıyorum."2

Katıldığı savaşta düşmanlarla çevrildikleri ve binbaşının onları bırakarak kaçtığı bir sırada sancağı düşman eline düşmekten kurtarırken yaralanır ve hastaneye kaldırılır. Selim: "Yaram iyileşip de hastaneden çıkınca o sarı yüzlü savaş kaçağı binbaşıyı görüyorum... nasıl tanımam ki! Serasker onu üç rütbe birden terfi ettirmiş ve bayrağı düşmanın elinden kurtardığı için göğsüne bir de nişan asmıştı! Beni tanıyınca kendisine yaklaşmam için işaret etti. "Bugün dedi tahkimat yapmak üzere bir müfreze Balkanlara gidiyor. Sen de onlarla git. Çukur kazar toprak taşırsın. Haydi, seni buralarda bir daha gözüm görmesin!" O Fransız doktor işin doğrusunu bana açıkladı: Padişah efendimiz bayrağı düşmanın eline düşmekten kim kurtarmış ise onun, üç rütbe birden terfi ettirilmesini ve kendisine nişan verilmesini emretmiş. Ama o hain binbaşı Seraskerin gözdelerinden birinin akrabası oluyormuş ve savaştan kaçtığı için cezalandırılmadığı bir yana üstelik nişan almış terfi etmiş! O kaçarken, benim dökülen kanlarım sayesinde!"3

"O zamanlar tam yedi yıl Padişahımıza hizmet ettim ve beni terhis ettiklerinde kemerimde yedi para yoktu. Bunu şikayet olsun diye söylemiyorum. Bizler canımızla malımızla efendimiz Padişahımıza aidiz ve her şeyimizi onun yolunda harcamak hayırlı ve sevaptır. Merhamet ve şefkat sahibi padişahımız evinden alınıp götürülen her askerin yine devlet tarafından evinin kapısına getirilip bırakılmasını emretmişti. Bana gelince, beni nerdeyse yalınayak başıkabak, memleketimden on iki günlük mesafede bir yerlerde bırakıvermişlerdi. Söyle ne yapabilirdim? Evimize varıncaya kadar, Padişahın budala kulları üç dört kere tutup beni hapse attılar, elimdeki tezkereyi okuyamadıkları için beni hırsız sanmışlardı. Sonunda, göğsü kabararak sadakatle ve pırıl pırıl ümitlerle askere gitmiş olan ben, savaşın alevleri içinde hak ettiğim nişan yerine itilmiş kakılmış, hor görülmüş olarak göğsümdeki yaralar ve omzumdaki dilenci torbası ile memleketime döndüm..."4

Bir müddet sivil hayata intibak etmeye çalışan Selim o buhranlı ortamda, Hersek, Sırbistan ve Bulgaristan ayaklanmaları üzerine evli, üç çocuk sahibi zengin bir çiftçi olarak yeniden orduya yazılır. Sırbistan'a sevk edilir ancak orada savaşla aldıkları topraklan barış masasında Ruslara verilince kahrolur.

"Bir Çar paçavrası ile serasker bizim Sırbistan'dan çıkmamızı emrettiler. Tüh! Allah belasını versin onların! Bu bir adamı kendi alın teri ve kanıyla inşa ettiği evinden kovmaya benziyordu. Çıktık da, sözüm ona barış için, tatsızlık olmasın için! Padişahın seraskeri ve devletteki öteki haram yiyiciler işte bu kadar işinin ehliydiler."5

G. Vizyinos bu satırlarda değişimin ve Osmanlı'nın bu değişime ayak uyduramayışının farkında olmayan, kendini hala fetihçi ve efendi Türk imgesiyle özdeşleştirilen müslüman tebanın yabancılaşması ve kimlik buhranını ancak yine bir Osmanlı tebasının görebileceği bir yalınlıkla tasvir ediyor.

Selim işte bu ruh haliyle aslında itiraf etmek istemediği bir nefreti içinde büyüterek, savaşmaya devam eder. Osmanlı'nın kaderi sanki Selim'de tecessüm etmiş oradan oraya savrulmakta, ağır yaralı vücudunu sürüklemeye ve sebeplerini anlayamadığı hezimete karşı koymaya çalışmaktadır. Olaylar onu Rus kuşatması altındaki Plevne'ye sürükler. Burası Selim'in tutunduğu son ümit, son sığınaktır. Ancak Plevne düşer, Türk ordusu teslim olur. Bu Selim için tam bir kimlik erozyonu olur. Ordu geri çekilirken ağır yaralı olan Selim'i arkada bırakmıştır.

"Aşağılarda, nehrin ötesinde top sesleri duyuluyordu. Ateş açılmış, vuruşuyorlardı. Allah! Allah! içimden din kardeşlerim için tek bir dua etmek gelmiyordu! Allah'ım onlara yardım et diyemiyordum. Orada aşağılarda neler olduğunu anlayamıyordum ama Plevne'nin artık bizim olmadığını hissediyordum! Sen kederimden ya da ümitsizliğimden de, ben sağlık durumumdan ya da dondurucu soğuktan diyeyim, üzerime bir uyuşukluk ve şaşkınlık çöktü. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir tek silahım yoktu. Allah... hayır, Allah değil, kendi din kardeşlerim beni düşmanlarımıza kurban etmişlerdi. Şimdi herkesin benden, yaptıklarımın hesabını sormaya hakkı vardı. Gelsinler! Beni kıtır kıtır kesip köpeklere atsınlardı. Öylece, bitkin ve kaputuma bürünmüş bir halde sürünerek kendimi bir kayalığın dibine attım."6

Selim Rusya'da esirlik döneminde gördüğü iyi muamele sonucu, Plevne'nin aklını başına getirdiğini söyler. Gerçekten tüm çektiği acılar ve ihanetlerden sonra gördüğü insanca muamele, kafası karışmış Selim'i tamamen çözer. "Selim Plevne'de bir avuç Rus savaş esirinin ne yokluklara ve işkencelere katlanmak zorunda kaldığını görmüş ve Rusya'da başına gelecek felaketleri beklemeye başlamıştır. Halbuki Selim, esir kaldığı yıllar boyunca doyasıya yemek yemiş, sıcak ve temiz elbiseler giymiş, memleketinde kendi soydaşlarından duymadığı tatlı ve teselli edici sözler dinlemişti. Dahası özel olarak inşa edilen binalarda dini ibadetlerini serbestçe ve rahatsız edilmeden yapabilmelerine izin verilmişti. Gerçek bir İslam düşmanı bunlara izin verebilir miydi? Bu durum karşısında Selim'in müslümanlarla Rusların bir arada yaşayabilecekleri fikrini benimsemesinde şaşırtıcı bir şey yoktu ve Türkiye'nin Avrupa'daki topraklarını işgal eden Ruslara karşı savaşanları aptallıkla suçluyordu."7

Vizyinos duygularıyla hareket eden bu Osmanlı Türkü'nün çözülüşünü tasvir ettikten sonra, kendisinin de bizzat tanığı olduğu bu dönemi (G. Vizyinos, Doğum: 1849, Ölüm: 1896) daha farklı bir açıdan değerlendirir. Bu, devletlerarası ilişkilerin dostlukla değil makyavelist siyasetlerle yürütüldüğünü farketmiş, batının emperyalizmini sorgulayan bir aydının bakış açısıdır.

"Bu politikayla Rusya, yüzyıllardır Türklerle Rusları ayıran uçurumun üzerine bir köprü kurmaya çalışıyordu. Aslanlıkla başarılamayan tilki kurnazlığıyla gizlice elde ediliyordu. Esarette bulunan yüz bin kadar Türk askeri hoş tutuluyor ve kendilerine burada esir değil, sadece Rusların" misafirleri oldukları duyguları telkin ediliyordu. Böylece Türkler gelecekte Ruslar'a, peygamber Muhammed'in emrine göre aynı çatı altında misafir olarak "tuz-ekmek" yiyen herkese gösterilmesi gereken davranış ve dostluğu göstermeye borçlu bırakılıyordu."8

Selim bu tatlı günlerin sonunda anavatana dönüşlerini ve bunun üzerlerinde yaptığı psikolojik tahribatı anlatarak, Moskof oluşuna dair son noktayı da koymaktadır.

"Babasıyla Pavlovska, Selim'i denize kadar geçirip kucakladılar ve ırmaklar dolusu gözyaşlarıyla uğurladılar. Ama o güzel yaşantı bu sahillerde sona eriyordu. Bu sahillerde her esir üzerinde Rus işi ne varsa çıkarmak zorunda kaldılar ve savaş alanlarında onca zaman üzerlerinde taşıdıkları yarı çıplak ve çoğu yalınayak, rıhtımda bekleyen gemilere çıktılar. Teknelerin safra bölümlerine varıncaya kadar acımasızca tıka basa dolduruldular. Devletin başkentine vardıklarında her biri anavatanın tatlı kucağına davet edildikleri güne lanet ediyordu... Korkulu bir yolculuktan perişan olmuş, aç susuz ve soğuktan donmuş bu esirleri vapurlar sürüler halinde Galata Köprüsü'ne ve Boğaziçi kıyılarına boşaltıp bırakıyorlardı. Esirlerin yanında bulunan subaylar karaya çıkar çıkmaz Seraskerlik'in yolunu tutuyor, düşmanlarının ülkesinde o kadar iyi bakım görmüş olan kırk bini aşkın Plevne gazisi, uğrunda canlarını defalarca tehlikeye atmış oldukları muhteşem saraylar, camiler ve konakların Önünde açlıktan ve soğuktan ölmeye terk edilmiş bulunuyordu.

Selim: 'Katıldığımız onca savaş ve başardığımız onca işten sonra biz padişahın askerlerinin yahudilerden sadaka almak zorunda bırakıldığımızı ve ipek şemsiyeli, eldivenli o çıtkırıldım efendilerin önümüzden geçerken yüzümüze bile bakmadıklarını hatırladıkça kalbim kan ağlıyor' dedi.

Çok geçmeden bu çaresiz yaratıkların sabrı taştı. Seraskerlik'in avlusunu kuşattılar ve binlerce ses, evlerine dönebilmek için, aylardır alamadıkları ve dökülen kanlarının ve çektikleri çilenin bedeli demek olan aylıklarının artık ödenmesini istiyorlardı. Ama -Selim'in görüşüne göre- yüksek mevkilerdeki kişilerin israfı yüzünden askerlere ödenecek para kalmamıştı. Bunun üzerine son ümitlerini de yitirerek sokaklara dökülen askerlerin her birine bir parça kuru ekmek dağıtmak zorunda kaldılar ve alacaklarının en kısa zamanda kendilerine ödeneceğini söyleyerek aldattılar! Zamanla tifo ateşi, hastalarla birlikte aynı duvarlar arasında yığılmış muhacirlerle talihsiz askerleri silip süpürmeye başladı, yüzlerce ve yüzlercesi ölüp gitti. Haklı olarak çileden çıkmış bu adamların korkusundan zaptiyeler onların ellerindeki her türlü silahı almışlardı. Ve böylece Selim, çamur deryası içinde ve yardıma muhtaç kıvranırken genç bir zaptiye ondan, belindeki Rus kılıcını vermesini istemişti. Selim, bana 'gencin bu edepsizliği beride nasıl bir iz bıraktı, tahmin edersin' dedi. Geçirdiğim korkunç hastalık nöbetleri içinde bulunduğum korkunç durum yetmiyormuş gibi, şimdi de kalbimi yaralamak İçin bu genç çıkagelmişti. Ona 'Köpek!' dedim. 'Yüzbaşı Selim'in elinden Moskof bile tek bir silah alamadı!' Zabıtaya karşı bu düşüncesizce davranışından ötürü Selim'i acımasızca dövmüşler ve elinden yalnız kılıcını almakla kalmamış, asker kaputundaki subaylık şeritlerini de sökmüşlerdi. "Sokakta bunları omuzlarında taşır bir de dilenirsin diye çıkışmışlardı ona. Devleti rezil etmek için mi? Artık asker değilsin, subay ise hiç değilsin. Yok ol buradan!"9

Hikaye Selim'in yaşadıklarıyla kalbi arasındaki çatışmalardan tablolarla devam eder. Selim'in kurulu düzenin -ki bu bile mevcut sınırların muhafazasına indirgenmiştir- muhafaza edilmesinden öte bir dünya görüşü yoktur. Kontrol edemediği olayların hızla bu düzeni aşındırması, tüm inandıklarının avuçlarının arasından uçup gitmesi buna karşı kalben hala kendini sorumlu hissettiği kurumlar ve bunlardan gördüğü karşılık Selim'in trajedisidir. Yaşadıklarından çıkardığı mantıki sonuçlar yine de onun meşruiyet problemini çözemez ve Selim yok olacağını bile bile kalbinin sesini dinler. Selim hikayenin sonunda ölüm döşeğinde Moskof kimliğinden sıyrılır ve yine bir Türk olarak ölür.10

Yukarıda bahsettiğimiz 19. yy'la birlikte gayrimüslimler arasında yaygınlaşan tabiiyet ve himaye arayışı, özellikle ticaretle uğraşanlar arasında oldukça yaygındı. Bu sınıf genellikle Avrupalı şirketlerin mümessilliğini yapıyor ve özelikle büyük şehirlerde Avrupalı bir yaşam tarzının da taşıyıcılığını üstleniyorlardı. Özellikle Selanik, İzmir, İstanbul gibi kozmopolit şehirlerde cemaatlerin klasik yapıları da değişiyor, toplumsallık ilişkileri, mekanların kullanımı, eğlence çeşitleri farklı görünümler alıyordu. Cemaat mensuplarının arasında özellikle kozmopolitleşen tüccar ailelerce yazları sayfiye yerlerinde satın alınmış yazlıklarda başlayan iletişim ve bağlar "kapı komşuluğu ve tanışmayla belirlenen" yeni kamusal ilişkileri oluşturur.11 Bu haliyle gayrimüslim cemaatler bir yüzleriyle batıya dönük ve yeniliklere açık halleriyle kabuklarını zorlarken kendi içlerinde ise yeni laik unsurlarla eski cemaat hiyerarşisini savunan klasik yönetici-ruhban sınıf arasında çatışmalara sahne oluyorlardı. Bu nedenle "Osmanlı Gayrimüslimleri" adı altında yapılacak bir genellemenin içinde bazı önemli ayrıntıları gizleyebileceğini göz önünde bulundurmak gerekli... Gayrimüslimlerden yahudiler kendilerine sahip çıkacak bir Avrupalı devlet olmaması nedeniyle genellikle kendi menfaatlerini Osmanlı'nın güçlü olmasında görürlerken hristiyanlar'da ise özellikle Ermeni ve Bulgarlar'da milli kiliselerin inşası ve cemaat içinde laik unsurların kilise hiyerarşisine kabul edilmeleri için yapılan mücadeleler bu döneme damgasını vurur.12

Cemaatlerin içindeki bu klasik idari/ruhban sınıfla yeni laik unsurlar arasındaki çekişme, Rum cemaatinde Osmanlı'ya karşı siyaset belirlemede iki ayrı tavra zorluyordu. İlki Osmanlı'yı Helenleştirme umudu taşıyan ve Atina'nın Türklere karşı düşmanca bir tavır almasını isteyenlerdi13 ki şehirli, modern eğitim görmüş, laik sınıfın çoğunluğunu oluşturan kesim bu siyaseti savunuyordu.14 Osmanlı seçkinler sınıfına mensup Rumlar ise meşruti bir idare ile güçlenecek bir Osmanlı'nın kendilerine Osmanlı'yı yönetme şansı vereceğine inanıyorlardı. 1908'de gerçekleşen Jöntürk darbesi bu atmosferde gerçekleşmiş ve tüm cemaatler tarafından coşkuyla karşılanmıştı. Ancak ittihatçıların gerçek niyetleri -ki bu daha güçlü ve merkezi bir devlet oluşturmak, batının kapitülasyonlarını ve doğal olarak bunların yerli uzantılarını kaldırmaktı- fark edildiğinde bu coşkunun yerini önceleri ihtiyat daha sonra ise bir çatışma almıştı. "Rum ve Ermeni liderler kısa zamanda ittihatçıların emellerinin kendi geleneksel ayrıcalıkları ve uzun vadeli çıkarlarıyla uyum içinde olmadığının bilincine vardılar. Bu iki cemaat ile ittihatçılar arasındaki güvensizlik ve çatışma havasını yaratan, işte bu bilinçti. Ancak uzlaşmazlığın temelinin ne etnik ne de dinsel olmadığını vurgulamak gerekir. Uzlaşmazlığın kökleri, ittihatçıların Osmanlı toplumunu dönüştürme planlarının ırkı ya da dini ne olursa olsun bütün ayrıcalıklı sınıfların durumunu sarsarak ve küçük burjuvaziyi işlerin başına geçirmeyi amaçlayarak yarattığı sınıf çatışmasında yatıyordu."15

Yanlis Manglis'in (d. 1909) roman kahramanları da başlangıçta olumlu karşıladıkları 1908 hareketini çözümlemekte gecikmezler. "... Kuşağından bir kağıt çıkarıp Alkivadis'e uzattı. Yarısı Türkçe yarısı Yunanca yazılmıştı. Yüksek sesle okudu;

"Enver Bey, Niyazi Bey, Cavit ve Talat Beylerden oluşan İttihat ve Terakki hükümeti bugün ant içmiş bulunmaktadır. Bugünden itibaren zalim rejime son verilmiştir. Hepimiz kardeşiz. Bu memlekette, Türkiye'de artık, Bulgar, Yunan, Romen yoktur. Müslüman ve İbrani de yoktur. Bu mavi gökyüzü altında hepimiz Osmanlı olmaktan gurur duymaktayız. İmza: Enver Bey..."

Jöntürkler samimi miydiler? Samimiyseler durum ellerinde aynı mı kalacaktı? ... Türkiye casus doluydu. Bütün ağaların, paşaların, beylerin, çiftlik sahiplerinin -Türk, Rum, Yahudi, Ermeni olsun-hepsinin çıkan Yıldız Sarayı'na bağlıydı. Ve din adamlarına gelince, sultanın aynı zamanda halife olması, onların garantisi demektir. Şimdi... Ağaların kazanacağı ne var? Ama halkın kazanacağı çok şey var. Onun için halk seviniyor ve durumu anlıyor. Yine de biz memnuniyetimizi gösterelim. Yeni idarecilerin buyurdukları gibi halkla bir olalım. Böyle düşünüyordu Alkiviadis...

"İyi söyledin Alkiviadis" dedi, "Eğlence istiyorsun iyi. Eminim ki yarın kaymakam da jandarmalar da bunu duyacaklar. Ama, kardeşim, bu ne biçim eğlence bizim için anlıyor musun? Halk uyanır kendi gücünün farkına varırsa şu ağaya bak bir de bize bak diye düşünmeye başlayacak anlıyor musun kardeşim? Şu şahit Kütaroglu'nu gördün mü, kollarını açıp seni kucaklamaya kalkıştı!.. Siz ne dersiniz buna muhterem peder? Size katılıyorum, sevgili Nikolae. Dikkatli ve basiret sahibi olmak gerektiğine inanıyorum."16

Ayrıca yeni düzen ve onun getirdiği söylenen özgürlük de, bu ayrıcalıklı sınıfın üyeleri tarafından kuşkuyla karşılanıyordu.

Nikolae "Özgürlük ne demektir?" diye sözlerine devam etti. "Özgürlük soyut bir kavramdır. İstediğin gibi gerip gevşettiğin bir ip. Hangi özgürlüğü istiyorlar? Kontrolsüz bir özgürlük mü? Ayak takımının özgürlüğü mü? Köpekleri salıvermek mi?.. E bu olmaz, insanoğlunun ilkel içgüdülerine özgürlük tanımaya gör, o zaman vay haline. Kontrollü, ağaların ayrıcalıklarını ve çıkarlarını garanti altına alan bir özgürlüğe evet. Ne dersiniz muhterem peder?"

"Tamamıyla haklısınız, sevgili Nikolae. Her çeşit özgürlük bizi de ürkütüyor. Söylediğiniz gibi, hiç kimse bu işin sonu nereye varır, bilmiyor. Sultanlar biz din adamlarını, Kutsal Patrikhane'yi, hiç rahatsız etmediler. Kilisenin haklarını ve mallarını elinden almadılar. Bazen yoldan çıktıkları olduysa da, bunu keyiften yapmadılar, ihtiyaçtan yaptılar..."17

İşlevselliğini kaybetmiş eski Osmanlı milletler sistemi İçinde cemaatler, hem bu düzenden kaynaklanan avantajlarını korumak hem de, içlerinden çıkan yeni neslin laik-milliyetçi ve çoğu zaman pragmatist hareketlerini kontrol etmek gibi bir sorunla karşı karşıyadırlar. Ortada batı sermayesinin palazlandırdığı, ırki ve dini bağlan üzerinden atmış kozmopolit bir yeni nesil ise halkın nefretini kazanmaktadır.18 İlginç olan bir diğer nokta da; gayrimüslim tebanın bahsedilen küçük bir burjuva sınıfı dışında Avrupa'ya hiç de iyi bir gözle bakmamaları ve bunun gerekçelerini de geç de olsa doğru sebeplere bağlayabilmeleri!...

(Devamı gelecek sayıda...)

Dipnotlar:

* Panayamu: Meryem Ana.

1- M. Yordaniadu "Loksandra" s. 64-65

2- C. Vizyinos "Moskof Selim" s. 26

3- C. Vizyinos, a.g.e., s. 30

4- Ag.e., s. 30

5- A.g.e., s, 31

6- A.g.e., s. 43-44

7- A.g.e., s. 46

8- A.g.e., s. 49

9- A.g.e., s. 54

10- A.g.e, s. 62

11- Bkz. F. Georgeon, P. Dumont, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Yaşamak", İletişim yay., s. 209.

12- Bulgar cemaati içinde Ekzarhane ile Svedi Sinod meclisinin çekişmesi için bkz. A. Hamdı Akseki "Bulgaristan Mektupları" Rağbet yay., s. 88-89; Ermeni cemaatinde benzer çekişmeler için bkz. İlber Ortaylı, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Millet", Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, cilt 4, s. 1000.

13- Feroz Ahmad, "İttihatçılıktan Kemalizme", Kaynak yay., s. 85.

14- T. Kastanakis "Hacı Manuil", s. 202; K. Politiz "Yitik Kentin Kırk Yılı", s. 153; M. Yordaniadu, a.g.e., s. 13; D. Sotirîyu "Benden Selam Söyle Anadoluya", s. 17

15- F. Ahmad, a.g.e., s. 88.

16- Y. Manglis, "Ağanın Çocukları", s.153.

17- Y. Manglis, a.g.e., s. 146.

18- T. Kastadanakİs a.g.e.,  s. 6-19;  M. Yordaniadu, a.g.e., s. 104; K. Politiz, a.g.e., s. 9; Ivo Andriç "Drina Köprüsü", İletişim yay., s. 245.