-1966 yılında yayınlanan ve sizin Harvard'daki doktora çalışmanız olan ilk kitabınız Jozef Conrad ve hayatı, onun yayınlanmış yazılarıyla kısa hikayesi arasındaki ilişkiyi ele alan ilk araştırmaydı. Siz kitapta, daha sonra hikayenin eleştirisi için temel çıkış noktası yaptığınız konular üzerinde odaklanıyorsunuz: Kimlik, kişilik, varlığın fenomenolojisi, Avrupai eğilim, tarih ve toplum boyutuyla edebiyat vs... Kitap acaba sınıfsal okumada metodik bir sisteme doğru atılmış esaslı bir adım olarak değerlendirilebilir mi?
-Bu kitap ile "Başlangıçlar: Amaç ve yöntem" adlı çalışmam doğru ve yanlışın tecrübe edilmesi noktasında önemli çalışmalardı. Bu iki çalışmam bir şekilde yaşanmış tecrübelerdeki derin sorunlarla -ki bu Conrad'ın durumunda kimlik sorunu ya da daha doğru bir ifadeyle kimliksizlik sorunudur dil ve süreklilik sorunu arasında ortak bir zemin bulmaya çalışmaktaydı. Kısa hikayeler üzerinde yoğunlaştım. Çünkü, Conrad'ın kısa hikayelerini geliştirme ve onları uzun hikayeye dönüştürmedeki arzusu, sürekli onun için sorun yaratmıştır.
Conrad'daki sorunlu yönlerin tümünü böyle ele alırken, bunu da okuyucuya objektif bir şekilde sunmaya çalıştım: Conrad'ın hayatı, yaşadığı süreç, başarıları, başarısızlıkları, yayıncıları, dostları, deniz yolculuğu ve Polonya. İki konuyu bir arada sınıfsal bir şekilde ele alabilmek için bir metod geliştirmeye başladım. Mütevazi bir başarı elde ettiğime inanıyorum. Ancak burada temel aldığım düşünce, egzistansiyalist felsefe ile Myrlo-Bonetti'nin fenomenolojisi ve Martin Heidegger oldu.
Başlangıçlar adlı çalışmamda -açık olduğu üzre- kendim için yeni bir yol oluşturmaya çalışıyorum. Ve burada temel vurgunun Vico üzerinde olduğunu sanıyorum. Çünkü başlangıçların keşfedilemeyeceğini ancak yapılacağını, yaratılacağını ve oluşturulacağını ilk açıklayan O'dur. Şunu demek istiyorum, ben otuz yaşın ortalarındayken klasik bazı şeyler gerçekleştirmiştim. Bir kitap vermiş birçok da makale yazmıştım. Şimdi de benden istenen bir şekilde meşhur olmam. Bu uzun bir vakit aldı. 1966 yılında başladı, savaşın etkisiyle birara kesildi. Herhangi bir projenin hayata geçirilmesi, bir şekilde yöntem oluşturulmasını gerekli kılıyordu. Yöntem seçimi bir başlangıç biçimiydi. Ancak merkezi olan, tabii ki okunulan metin ya da hikayeydi. Kişi nereden başlar? Nereye gider? Edebi bir biçim olarak hikaye sabit bir olgu olarak değil ancak bir tür kavga ya da tartışma olarak kişinin duygularını nasıl etkiler?
Bundan sonra, söz konusu düşünceye uygun olarak gelişen eleştiri çerçevesinde, bir soru gündeme geldi. Yapısalcılığa ve Michael Fuco'ya önem vermemden bu yana söz konusu ilgim daha da arttı. Bu iki deneme kitabının son derece faydalı sonuçlar meydana getirdiğini düşünüyorum. Ayrıca bu iki kitap 1967 savaşına ve Arap dünyasına döndüğüm yıllara denk düşmüştü. 1969 yılında Amman'a gittim.1970 yılında meydana gelen kara Eylül olaylarında oradaydım. Sonra Filistin özgürlük hareketine ilgi duymaya başladım. Aynı yıl Lübnanlı bir hanım olan Meryem'le evlendim. 1972-1973 yılları arasında, akademik seneyi serbest bir şekilde geçirdiğim Beyrut'ta, Başlangıçları tamamladım. Arapça öğrenmeye başladım ki bunu daha önce okulda ciddi bir şekilde hiç yapmamıştım. Onbeş yaşından beri Arapça çalışmayı bırakmıştım. O günlerde Enis Feriha'dan her gün dersler almaya başladım. Onunla geleneksel ve modern birçok metinleri okuduk: Taha Hüseyin, Tevfik el-Hakim, Necib Mahfuz. Sonra geleneksel kültürden ibn-i Haldun ve Gazali. Bu iki düşünür o dönemde tarihi ve edebi metinleriyle bende büyük fikri uyanış yaratan insanlardandı.
Böylece oryantalizm sorunu gündeme geldi. Bu düşünce ilk olarak 1974 yılında misafir öğretim görevlisi olarak gittiğim Harvard'da zihnimi meşgul etmeye başlamıştı. Söz konusu olay, 73 harbine denk gelmişti. Birbiri ardına gelen olayların halka bir senaryo içerisinde nasıl sunulduğunu görmeye başlamıştım. Burada temel olan şey, ard arda gelen olaylardı. Senaryo sorunu ise daha sonra gelen tali bir olaydı. Ve daha sonra Oryantalizm kitabına dönüşecek olan ilgim böylece başladı.
Oryantalizm tartışmasına başlamadan önce bununla bağlantılı başka bir konuya değinmek istiyorum. Özelde İslam genelde Doğu hakkında yazılan kitapların çoğu, medeniyet merkezleri olarak nitelenebilecek noktalar ile metinler ve kaynak eserler üzerinde yoğunlaşıyor. Fakat toplum ve günlük yaşam, sözel kültür neredeyse yok gibi. Bu olguyu nasıl yorumluyorsunuz?
-80'li yılların ortalarında Hind tarih okulunda "fonksiyonel araştırma" olarak isimlendirilen bir ekol keşfettim. Bu ekolün çalışmalarının tamamı, yazılı olmayan kaynaklara dayanıyor. Bu ekol Hind tarihinin, İngiliz etkisi altındaki ulusal seçkinler tarafından yazıldığını söyleyerek, eleştirel bir yaklaşım benimsiyor. Onların ilgisini çeken, şehirlerin fakirleri ile hiç bir yazılı metne sahip olmayan köylüler arasındaki çekişmede de görüldüğü gibi, Hind tarihidir. Bu keşfe kadar yazılı olmayan, halka dayalı ve kendisine has bir yöntemi olan bir tarihin varlığından dahi haberdar değildim. Fakat aynı cehdi ben Arap dünyasında göremedim. Ben şehirde yetişmiş biri olarak halk folklöründen pek haberdar değilim. Sadece yazılı edebiyatı bilirim. Bu da Arap tarih ekolünden hiç bir tarihçinin üzerinde çalışmadığı bir alandır. Bir topluluk çerçevesinde bunun mutlaka yapılması gerekir.
Hindistan yaklaşık 400 sene sömürge olarak kaldı. Eğitim orada tamamen İngilizlerin elindeydi. Ancak sayısı hiç de küçümsenemeyecek kadar Hind aydını, 1938'deki bağımsızlıktan hemen sonra İngilizler'den öğrendiklerinden yararlanmayı bildiler. Marks, Gramsci ve Bart konusunda orjinal bir karşılaştırma oluşturmak için ayrıntılı araştırmalar yaparak, bu karışımdan elde ettikleri bilgileri kendi tarihleri üzerinde uyguladılar.
Bende Arap dünyasında doğrudan kopyacı zihniyetin hakim yönünde olduğu gibi bir izlenim var. Fuco ya da Gramschi'nin eserlerinden birisini okuyan herkes '"Fucocu" ya da "Gramschici" oluyor. Bu düşünceleri Arap dünyasındaki vakıayla bağlantısı olan bir şeye dönüştürmek gayreti bulunmuyor. Biz, benim sürekli olarak komplekslilik ve çömezlik olarak adlandırdığım bir olgu olan hala Batı etkisi altında olma halini yaşıyoruz. Geçmişte Fransız sömürgesi olan Kuzey Afrika ülkelerinde Fuco'nun, Derida'nın ya da Todorov'un öğrencisiymiş gibi yazanları bir düşünün. Bu; benim genelde komik bulduğum bir çeşit tekrar fantezisidir. Bana göre bu, Batı'yı eksik anlamadan kaynaklanmaktadır.
Onlar sadece bir yön üzerinde yoğunlaşıyorlar. Örneğin, bazıları Anglo-Sakson dünyasını anlamadan Fransa'yı araştırmaya başlıyor. Batı'yı böyle araştıramazsınız. Amerika hakkında bir şey bilmeden bunun yapılamayacağına inanıyorum. Çünkü Amerika, sadece batılı ülkeler değil bütün dünya üzerinde büyük etkisi olan bir ülkedir. Hiçbir Arap üniversitesinde Amerika'yı araştıran tek bir fakülte ya da kürsü yok. Müthiş bir şey! Biri Lübnan'da diğeri de Kahire'de olmak üzere iki Amerikan üniversitesi var. Fakat bu iki üniversitenin de şu ana kadar Amerika üzerinde çalışmalar yaptığı duyulmamış. Bu. Batılıların aleyhinde değil bizim aleyhimizde olan bir durumdur. Çünkü biz bu iki üniversiteden ciddi anlamda Batılı araştırmalar yanında Amerika araştırmaları yapacak iki kürsü açmasını istememişiz. Bizde iki tür tutum var: Ya Batı hakkında sloganik ifadeler (emperyalizm, sömürgecilik gibi) içeren ekoller ya da ya da klasikleşmiş küçük okullar (Hegelyen, Marksist, Deridacı), ki bunların çoğu da bu düşünürlerin dillerini de iyi bilmezler. Örneğin Gramsci Arapça'ya İtalyanca'dan değil İngilizce'den tercümedir. Lukacs ise Almanca'dan değil Fransızca'dan, Marks ise İngilizce'den tercümedir. Bu son derece problemli bir meseledir.
Bu yüzden ben henüz fikri anlamda aydınlığı ve özgürleşmeyi yakalayabilecek bir düzeye ulaştığımızı sanmıyorum ve bunun sorumlusunun da aydınlar olduğunu düşünüyorum. Bunun sorumlusunun emperyalizm ve siyonizm olduğunu söyleyip onlara hakaret yağdırarak kendi kendimizi avutamayız.
Oryantalizm adlı kitabınızda siyasi gücün bir söylem olması itibarıyla aşırı bir öneme sahip olması hususunda radikal bir sıçrama gerçekleştirdiniz. Ve gerici, ideolojik bir yöntem olarak hayali Doğu kimliğinin yanında Batı kimliğinin de üretilmesinde ve Batı'nın doğu üzerindeki hegemonyasını dayatmada Batılı iradeyi güçlendirici bir araç olan oryantalizmi tartıştınız. Bu sıçrama tam olarak ne zaman başladı?
-Daha önce de belirttiğim gibi en can alıcı olay olması nedeniyle 1973 savaşıyla başladı, Çünkü Ortadoğu'da olan bitenin, şahsi tecrübelerim ışığında, Amerikan iletişim araçlarında aktarıldığı gibi olmadığını gördüm. Sonra Batı'da insanların gördükleri ve okuduklarının sistematik ve derinlikli bir şekilde tarihi araştırılmasının yapılmadığı bir oyunun parçası olduğu düşüncesine kani olmaya başladım, Bu düşünce bende bu şekilde başladı ve Başlangıçlar adlı kitabımın müsveddelerini redakte ettiğim sırada 1974 yılının kış aylarında işe koyulmaya başladım. O dönemlerde Harvard'daydım.
Daha sonraki 9 ayda yeteri kadar projemi ilerlettim. O günlerde çok yoğundum, Çocuğum doğmuştu ve üniversitede verdiğim ders programı ağzına kadar doluydu. 1974 yılının ikinci yarısında kitap projesini şekillendirmeye başladım. Yayıncıların bu kitabı yayınlamalarını kabul etmeleri için iknaya çalışıyordum. Hatırladığım kadarıyla ilk zamanlarda kitaba olan ilgi çok azdı. Fakat o dönemlerde benim için güzel olan bir şey meydana geldi. 1975-76 yılında Kaliforniya'da kitap üzerinde çalışma yapmam için müthiş bir imkan olan burs almayı başarmıştım.
Böylece Kaliforniya'ya gittik. Düşünsel açıdan hayatımın en verimli dönemi olduğunu söyleyebileceğim günleri burada geçirdim. Ders verme görevinden tamamen özgürdüm ( o dönemde Prenstone'da Davranışbilimi Araştırmaları Merkezi'ndeydim). Yanımda telefon yoktu. Araştırma ve sekretarya hizmetlerinde her türlü imkanlara sahiptim. O yıl zamanımı doğuyla ilgili olan her şeyi okuyarak geçirdim. Karım ve iki küçük çocuğumla Kaliforniya'da olduğum zamanlar Lübnan'da iç savaş patlak vermişti. Gelişmekte olan tarihi sürecin benim yazmakta olduğum şeylere tekabül ettiğini hissetmiştim. Ortadoğu'da iç savaşlar Arap dünyasını tahrip etmeye ve müthiş bir yıkıma sürüklemeye başlamıştı. Oryantalizmin ilk cümlesi Beyrut'a giden Fransız gazeteci Thierry Desjardins'in tahrip edilmiş şehrin tam ortasından üzgün bir şekilde yazdığı şu sözlerle başlıyordu: "Burası vakti ile Chateaubriant ve Nerual'ın sözünü ettiği doğuya hiç benzemiyor".
Çalışmalarımda ilerleme kaydetmiştim. Yazmakta olduğum şeyler için bir başlangıç, bir hedef ve yöntem belirlemem gerekiyordu. Benim insanları oynanmakta olan oyundan kurtarmamı sağlayacak bir sonuca ulaşmaya çalışıyordum. Başarıp başaramadığımı bilmiyorum fakat hedefim bir halk olarak kendi tarihimizi yazmamızı sağlayacak bir ortam yaratarak hegemonya düzenini değiştirmek ve oryantalizm adil oyunun maskesini indirmek çerçevesinde odaklanıyordu. Fakat gerçekte bu tarih yazımı hiç bir zaman gerçekleşmedi,
Batı'nın geniş bir tanımı var mı? Batının çeşitli kültürel, tarihi ve ekonomik özellikleri konusunda ne diyeceksiniz? Örneğin bu tanım içerisinde Japonya'yı nereye koyuyorsunuz?
-Birden çok Batı vardır. Hiç bir zaman Batı'nın homojen ya da entegre bir yapıya sahip olduğunu düşünmedim. Ancak keşfedebildiğimiz kadarıyla mütecanis bir Avrupa kültürünün varlığı konusunda sizle aynı düşünüyorum. Bu kültürün, (özellikle de kültürel çoğulculuk konusunda meydana gelen mevcut tartışmaları izlediğimizde) Amerika'yı da kapsadığını görüyoruz. Bu tartışmalarda kültürel çoğulculuğun düşmanları, Amerika'nın Batılı ve Hristiyan-Yahudi medeniyetinin bir parçası olduğunu söylüyorlar. Bu tartışmalarda hassas olmaya gayret gösterdiğim en önemli nokta, söz konusu tartışmaların birer kurgulamadan ibaret, oynanmakta olan oyun içerisinde yaşanan çelişkilerin göstergeleri olduklarıdır. Gerçekte böyle bir tartışma yoktur.
Buna karşın İslam'ı inceleyelim, İslam, kendisine has bir tanımının olmamasından ötürü insanlara "bu İslam'dır" demelerinin sağlandığı yorumlar arasında çelişki oluşturan bir durumdur. Bu da son tahlilde tam olarak ilgimi çeken şeydir: Meselenin dinamikleri. Eğer siz kültürlerin özü itibariyle sabit olduğuna ve kimliklerin ebediyyen oldukları gibi kalacak bir şekilde statik olduğuna inanıyorsanız, o zaman tarih de olmayacaktır, O takdirde tarihi yazmanız, düşünmeniz ya da tarihe müdahale etmeniz mümkün olmayacaktır. Böylece tarih, sadece meydana gelen ya da gelmekte olan şeyleri kayda geçiren bir olgudan başka bir şey olmayacaktır. Fakat ben bir tarihçi, bir analizci ya da benim gibi birinin sahip olabileceği Özelliklere sahip bir kişi olarak (bu anlamda kim olduğumu bilmiyorum), bu çelişkinin bir parçası olduğumu düşünüyorum. Bu anlamda kişi, Batı'yı, Batı'nın kültürel düşüncesini ve onun iktisadi ceberrutluğu gibi hususiyetlerini bizzat kendisi yaratmaktadır. Fakat bu hususiyetler, sistem içinde bulunduğu müddetçe, tükenecek diye bir şey yoktur. Sürekli olarak istisnalar ya da direnecek unsurlar bulunur. Ayrıca bu olgu yazabildiğin, tartışabildiğin ya da analiz edebildiğin şeylere dayanmaktadır. Eğer olay genel anlamda Arap dünyasında olduğu gibi, sistemle bağlantısı olan bir şeyden bahsetmekse o takdirde hemencecik Batı'nın kölesi olursun. Amma, "güzel. Batı geçici bir şeydir, Onu parçalamaya, onun durağan ve homojen kimliğiyle çoğulcu kimliği ya da olumlu özellikleriyle olumsuz özellikleri arasındaki farklılıkları keşfetmenin bir yolunu bulmalıyım" dersen bu, kayda değer bir görev olur. Benim sürekli yapmaya çalıştığım da budur. Ve böylece kişi bir yandan egemeni, resmi ve donuk olanı eleştirir, diğer taraftan da Batı'nın farklı, muhalif, ayrıksı ve her şeyden önce geçici olan bir parçasına dönüşür.
Oryantalizm adlı eserinize karşı getirilen eleştirilerden bir tanesi de sizin oryantalist çalışmalarda şu veya bu ölçüde farklı olan Alman katkısını gözardı etmeniz. Diğer bir eleştirel bakış açısı da Albert Hourani ve Maxime Rodinson tarafından gündeme getirildi. Bu iki noktaya nasıl cevap vereceksiniz?
-Daha önce tam ve net bir şekilde açıkladım. Benim tartıştığım, doğu üzerinde yazılmış olan tüm kitapların bakış açısı değil. Ben sadece Ortadoğu'da emperyalist çıkarları olan Fransa, İngiltere ve ikinci dünya savaşından sonra da ABD gibi güçlerin bakış açısını eleştiriyorum. İnsanlar istedikleri ve hoşuna gittikleri gibi Alman oryantalizmini okuyabilirler. Ben kişisel olarak bütün oryantalist çalışmaların epistemolojisi üzerinde değil, emperyalist planla ilgisi olan çalışmalar üzerinde yoğunlaştım. Mevcut olmayan bir olguyu eleştirmekten -eğer bu olguyu eleştiri olarak nitelemek ne kadar mümkünse- bıkmayan bu aptallık, onların bazı Alman Oryantalist çalışmaların varlığından haberdar oldukları halde beni hedeflerinin, zekalarının farklılığını ispatlama noktasıyla sınırlı kaldığına inanmaya zorluyor. Fakat kim gelip de bana benim çalıştığım alanda Ortadoğu hakkında yazılmış bir kaç çalışmanın dışında Almanların katkısı oluğunu söyleyecek, duymak istiyorum. Ben, tabii ki hakiki ve sağlıklı eleştirileri kabul ediyorum. Ancak Hourani ve Rodinson gibi aynı derecede saygı duyduğum kişiler, bilgi ile iktidar arasındaki asli bağlantıyı hiç anlamamışlardır. Tabii ikisi de ürettiklerini savunmak zorunda kalan oryantalistlerdir. Ben onları kınamıyorum ve bulundukları konumu anlıyorum. Fakat ikisi de aslında hiç bir zaman benim yazmamış olduğum şeyleri tartışmaktadırlar. Ortadoğu hakkında yazan ve Lois Massignon, Sir Gibb Hamilton gibi saygı duyduklarım yanında, saygı duyma ihtiyacı hissetmediğim başka durağan oryantalistler, şu ana kadar oryantalizm alanında egemen olan baskın gurubu oluşturmaktadır.
Örneğin Albert Hourani'yi ele alalım. Onun bakış açısı Ortadoğu'da âyân politikasına ve ulusal seçkinlerle sömürgeci güçler arasındaki karşılıklı ilişkiye dayanan siyasete karşı çıkar. Halbuki kendisi karşı çıktığı bu şeyin bir parçası oluvermiştir. Düşünsel bir çizgi olmadığı ortaya çıkan bu fikri sürdürmekte onun çıkarı vardır.
O böylece eleştiriye soyunmuştur, ancak eleştirisinin dediklerimi yanlış ya da eksik anlama üzerine bina edildiğini düşünüyorum. Rodinson'un değerlendirmeleri ise fecaattir. Fakat onun eleştirel tutumun doğasını anlayamaması -ki o, eski bir Stalinisttir- beni kesinlikle şaşırtmamıştır. O eleştirmen değildir. Klasik bir filolog ve tozlu eserlerin kolleksiyonunu yapan birisi olarak eleştiriyi anlayamamaktadır.
"Oryantalizme Yeniden Bakış" adlı meşhur makalenizde en çok ilgi toplayan ve çetrefilli konular olan Vico, Hegel ve Marks gibilerinin mirasında mevcut Batılı tarihselciliği tartışıyorsunuz. Sizin çabalarınızın yanında Heiden Wate, Richard Owman, Frederic Jimson, İkbal Ahmed, Richard Boware ve Masao Mioşi gibi isimlerin çabalarının bulunması Avrupa tarihselciliğinden kaynaklanan hegemonya zincirini kırmakta başarılı oldu mu? Bu çabalar bir kurum olarak oryantalizme alternatif olabilir mi?
-Evet olabilir. Fakat zikrettiğiniz isimlerden hiçbiri bir düşünce olarak oryantalizme pek ilgi göstermiyorlar. Örneğin Heiden Wate, tarihüstü olan şeyler etrafında ve tamamen teorik konularla ilgili olarak birçok makale yazdı. İhtiyacımız olan şey, senin isimlerini zikrettiğin kimselerin sundukları teorik uygulamaları almaya çalışıp, daha sonra bunları teorik olmayan alanlarda kullanmaktır. Masao Mioşi Merkezden Uzakta adlı kitabında bunu yapmaya çalıştı. Bunlar nadir bulunabilecek çabalardır. Ancak kendi alanımızda bu konuda daha fazla gayret göstermemiz gerekiyor, ki bu tür bir eleştirel yaklaşımı sadece fikri planda değil, siyasi alanda da hayata geçirebilme kudretine sahibiz.Bunun da ötesinde bu saydıklarınızın yazdığı eserlerin kaçının dünyanın bizim yaşadığımız bölgesinde biliniyor olduğunu söyleyebilirsiniz? Amerika'da belirli oranda bölgecilik vardır, bu konuda size bir örnek vermek istiyorum. Birçok Arap aydını Ortadoğu hakkında araştırmalar yapmak ve öğrenim görmek için Amerika'ya geliyor. Ancak yaptıkları işten başlarını kaldırıp da etraflarında ne olup bittiğine bakmıyorlar. Büyük eleştirmen addedilen Sadık Celal Azm, Amerika'da üç sene geçirdi. Tüm yaptığı ise küçük öğrencilere Ortadoğu dersleri vermekti. Bu, Araplar'ın birbiriyle teselli bulmasını sağlayan ve avutucu niteliğe sahip bir tür bölgeselciliktir.
Enver Abdülmelik, Ortadoğu konularına gerekli ihtimamı gösterdiği halde makul bir ölçüde Batılıların ilgi alanı olan konulara da eğiliyordu. Fakat sonra tekrar bu tutumunu terk etti ve yalnızca Ortadoğu hakkında yazıp konuşmaya başladı. Niçin Amerika, Fransa ve Almanya araştırmalarında en büyük pay, çağdaş Arap düşünürlerin olmasın? Burada, Paris'te araştırma mekanlarına baktığınızda Arapların gettolar oluşturacak setlide içe kapanık olduklarını göreceksiniz. Çünkü onlar Fransızca kullanarak Arap dünyasından yazıyorlar. Herkes de onları belirli bir bölgeden haber veren muhabirler olarak görüyor. Birçok genç Arap aydını Lübnan'dan Amerika'ya Lübnan hakkında tez yazmak için geliyorlar. Ben de onlara soruyorum: "niçin Amerika'da yazıyorsunuz? Siz kendiniz hakkında yazmak için burada değilsiniz. Lübnan hakkında Lübnan'da da yazabilirsiniz. Burada Amerika hakkında yapılan tartışmalar konusunda yazabilir, bu tartışmalara katılabilirsiniz".
"Selmagandi" Dergisinin 1986 yılında düzenlemiş olduğu aydın ve iktidar konulu panelinde Conor Coroz O'Brain, Conrad'ın "Karanlığı Yıkmak" adlı hikayesinde mevcut olan emperyalist muhteva konusunda sizinle farklılaşıyor. Fakat aynı şahıs sizden çok daha önce Albert Camus ile Fransız emperyalizmi arasında çok ustaca bağlantılar kurmuştu. Aynı şekilde O'Brain da İsrail'in işgal politikalarına destek veren düşünürlerden biridir. Modern aydınlardaki bu çelişkili yönü nasıl değerlendiriyorsunuz?
-O'Brain benim ilgimi çekenlerden birisidir. Önem vermemin sebebi siyasi bağlarının açık ve seçik bir biçimde ortada olması. Diğer bir ifadeyle O, 1969 yılında Albert Camus hakkında yazdığında bir İrlanda vatandaşı olarak emperyalizme düşman bir konumu kendisine çıkış noktası olarak alıyordu. 1982'deki işgalden sonra İsrail politikalarını desteklemeye başlayan O'Brain'ın, o tarihten itibaren sahip olduğu eski siyasi tutumu da değişti.
Bu yüzden açtığı tartışmanın benim ve onun açısından faydalı olduğuna inanıyorum. Çünkü hiç bir siyasi eğilimi olmadığını, tarafsız ve objektif olduğunu zanneden bazı aydınların yapması çok zor bir şekilde bize siyasi eğilimlerimizin ne kadar haklı olduğunu göstermiş oldu. Albert Camus hakkında böyle bir kitap yazan, Katanga ve Kongo'da takdir edilecek bir tutum izleyen O'Brain gibi birisinin acımasız bir şekilde neo-muhafazakar sağı, ya da bir başka ifadeyle aşırı sağı savunan bir adama dönüşmesi benim için esef verici bir durumdur. Tüm bunlara rağmen onun içinde taşıdığı düşünceleri olanca açıklığıyla ifade eden tutumunu alkışlıyorum. Birçok aydın hiç siyasi eğilimi olmayan uzmanlar olduklarını iddia ederlerken o, düşüncelerini gizlememektedir.
Siz Lukacs, Gramschi, Adorno ve Raymond Williams gibi marksistleri çok övüyorsunuz. Bir defasında "Maksizmden ya da yerleşik herhangi bir düşünceden etkilendiğimden daha çok marksistlerden etkilendim" demiştiniz. Bugün marksizmi nasıl görüyorsunuz?
-İktibas ettiğiniz sözler herhangi bir partiye üye değil, ancak bir ideolojiden etkilenmiş bir şahıs olarak uzun süren bir ilişkimin olduğu marksist sola bazı anlamlar yükleyen bir dönemde sarf edilmiştir. O zamandan beri de hem Amerika'da hem de Arap dünyasında marksist sol kaybolmuştur. Ben ise bugün kendimi Amerika'da, Arap dünyasında ve Üçüncü dünya ülkelerinde marksist solu seçici bir şekilde yeniden diriltmeye ve onu yeniden gündeme getirmeye çalışan garip birisi olarak görüyorum. Burada benim söylemek istediğim, marksistlerin kendilerinin marksizmden vazgeçtikleri, daha sonra da post-marksistler, neo-muhafazakarlar, tüketiciler ve saptırmacılar olduklarıdır. Burada benim sorunum görevi marksist ideolojiye, Richard Rorty gibilerinin temsil ettiği neo-pozitivizme ve bugünlerde bir çok aydının savrulmasına neden olan dünyayı kaderci bir biçimde ele alan nazariyeye alternatif bulmak olan muhalif söyleme hayat vermektir.
Dini, milliyetçiliği, çevreyi ve ahlakı sarsmakta olan mevcut krizi giderebilme yetkinliğine sahip bir ideoloji ve siyasi ve akademik bir mesele olan marksizmi yeniden diriltmeye çok acil bir ihtiyaç var. Bana göre bu büyük bir meydan okumadır ve bende bunu gerçekleştirmenin mümkün olup olmadığı yönünde ciddi sorular mevcuttur. Aynı şekilde kendimi Gramsci ve Williams'ın temellendirdiği düşüncelere son derece bağlı ve şu soruya cevap vermekle kendimi yükümlü hissediyorum: Bunların söyledikleri bugün de geçerli midir? Benim varsayıma dayalı cevabım: Her zamankinden daha fazla.
Siz hayret verici bir şekilde kolonyalizm sonrası edebiyat ve eleştiri çerçevesinde Franz Fanon'u yeniden konumlandırma konusunda öncüydünüz. Fanon'un düşüncelerinin bugün de geçerli olduğunu düşünüyor musunuz?
-Güzel. Fanon'un çalışmalarının yeterli oranda analizinin yapılmadığına inanıyorum. Fanon'un okumalarından farklı ilgilere cevap verebilecek yorumlar çıkarılabilir: Feminist okuma, üçüncü dünyacı okuma, marksist okuma ve yapı çözümcü (ya da çözümlemeci) okuma. Yakınlarda "Marjinal teorilere yeniden Bakış" adlı bir makaleye başvurdum. Bu bağlamda Fanon'un Yeryüzünün Lanetlileri adlı eserine Lukacscı bakış açısıyla bakmaya çalışıyorum. Ancak Fanon'un şu ana kadar tutarlı bir düşünür olarak okunmadığını düşünüyorum. Heomi Papa adlı bir araştırmacı Fanon'un Siyah Deri Beyaz Maske adlı kitabı hakkında önemli bir araştırma yaptı. Son derece iyi bir kitap. Hem sosyolojik hem biyografik bir çalışma. Ben, psikolojik analizden yola çıkarak varoluşçuluğu, maksizme ve kolonyalizme kadar uzanan çok çeşitli kabiliyetleri olan ve yüksek görüşlere sahip bir düşünür olan Franz Fanon'u gündeme getiriyorum.. Bu yapılması gereken bir şey. Ancak çağımızda geçerli mi sorusuna gelirsek cevabın hayret verici bir şekilde olumlu olduğunu görürüz. Şu soruyu sormanın son derece önemli olduğunu düşünüyorum: Bu tür bir okuma özgürleşme konusunda bize çeşitli olanaklar sağlar mı sağlamaz mı?
''Bazen iki halka birden ait olduğumu düşünüyorum, bazen de hiç bir kültürde yerim olmadığını düşünüyorum" şeklindeki meşhur sözünüzü şimdi nasıl formüle ediyorsunuz? Sizin açınızdan sürgünde olmak ne anlama geliyor?
-Ben şimdi birbirinden ayrı iki halka birden değil belki üç, dört halka birden aidiyet duyuyorum! Cevap benim önem verdiğim konularda birbiriye barışıp barışmadığına bakmaksızın tam bir çeşitliliğin olduğudur. Artık bunu yapmaya çalışmayı bıraktım. Benim çelişkili ve çoğulcu bir kimliğe sahip olduğum yönündeki düşünceyi paylaşıyorum. Kısmi hastalığım nedeniyle sabit bir kemmiyet olarak kendi hakkımda fazla düşünmüyorum. "Ben kimim" sorusu üzerinde fazlaca durmadan, yapmayı arzuladığım ve arzulamadığım birçok şey hissediyorum. Tercihlerimi böyle belirledim: Bir kişiden fazla birisi olduğumun ya da en azından tekçi, sabit ve homojen bir kimliğe sahip olmayan birisi olduğumun bilincinde olarak yapabildiğim şeyleri sürdüreceğim. Benim açımdan sürgün, olmak herhangi bir yerde gizlenmeden bu tercihleri elde etme özgürlüğüne sahip olmaktır. Filistin'i 1992 ve 93 yıllarında iki defa ziyaret ettim. Şu anda orda zayıf bir Özerk Yönetim var. Ancak bu beni ilgilendirmiyor ve ben, vatanıma bir sığınmacı olarak dönmek istemiyorum. Arasıra ziyaret etmem belki daha iyi olur. Fakat ben aynı zamanda Hindistan, Doğunun diğer bölümleri, Latin Amerika ve Avustralya gibi farklı mekanlara da gitmek istiyorum.
Bu yüzden kişisel ilgi alanım olan Ortadoğu ve Arap dünyasıyla sınırlı kalmak istemiyorum. Ve bunun da beni özgürleştirdiğini düşünüyorum. Bununla birlikte ben kendimin, yürüdüğüm yolun eseri; kendilerinden türediğim tarihin, dilin ve kültürün yarattığı bir insan olduğumu düşünüyorum. Ancak bunlar benim açımdan varlığımın temel nedeni değillerdir. Bunlar benim sürgün olarak isimlendirdiğim görüntünün birer parçalarıdır.