Ortadoğu’daki Emperyalist Politikaların Tahlili

Murat Aydoğdu

Batılı emperyalist devletlerin Ortadoğu üzerindeki politik etkilerini ve müdahalelerini incelemek için, yapılarına kısaca bakmak gerekir. Yükselen bir güç olan Çin’in Ortadoğu üzerinde henüz etkin bir askeri, ekonomik politikası olmadığı, siyasal tavırlarının da Rusya ve İran üzerinden şekillendiğini göz önüne alırsak geriye üç ana eksen kalmaktadır. Bunlar AB, ABD ve Rusya’dır. Bu üç emperyalist gücün Ortadoğu politikalarının temelleri üzerinde durmak günümüz Ortadoğu gelişmelerini anlamak açısından faydalı olacaktır.

AB’nin Ortadoğu Politikası

Avrupa’nın Ortadoğu’ya yönelik ilgisi Haçlı Seferlerine kadar uzansa da çok yönlü tanıma ve tahlil etme çabaları (oryantalizm), 1313 Viyana Kilise Şûrası, Paris, Oxford, Bologna, Avignon ve Salamanca üniversitelerinde Şark kültürünün araştırılması, dillerinin öğrenilmesi için kürsüler kurulması ve akademik olarak incelenmesiyle başlar. Kıta Avrupasının, Osmanlı’nın öncelikle Balkanlardan sökülüp atılması esaslı parçalama planları; Napolyon’un 1798 Mısır Seferi’nde yanına oryantalistlerden oluşan bir heyet alması ile gelişen Ortadoğu politikaları Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanına kadar sürer. Kavalalı’nın 1833’te Osmanlı’yı Ortadoğu’dan neredeyse tamamen sürüp Kütahya önlerine kadar varması sonucu Osmanlı’nın Hünkâr İskelesi Anlaşmasını imzalaması ve Rus birliklerinin boğazlara yerleşmesi ile Avrupa’nın Osmanlı siyaseti değişir. 1841 Londra Konferansı ile Çarlık Rusya’sının önünde bir set olacak olan Osmanlı desteklenmeye başlanır.

Günümüz Ortadoğu jeopolitiğinin ana hatları 16 Mayıs 1916 Sykes-Picot Antlaşması ile belirginleşir. I. Dünya Savaşının sürdüğü yıllarda İngiltere ve Fransa arasında yapılan bu antlaşma, Ortadoğu ve Anadolu’nun tamamıyla küçük devletçiklere ayrılmasını içeriyordu. Savaşın sonlarına doğru, Rusya’daki Ekim 1917 Bolşevik Devrimi Avrupa için tehlike haline geldiğinde, bu antlaşmada revizyona gidildi. Ankara’da kurulan yeni devletin “ulus” temelinde şekillenip hilafeti ilga ederek seküler bir laiklik modelini benimseyeceği, Bolşevik olmayacağı, kapitalizme kapı açacağı ve Misak-ı Milli dışında pasif davranacağı garantilerini vermesi üzerine Anadolu’da Sovyetlere karşı güçlü bir devlet olması hesabı ile Anadolu’nun parçalanmasından vazgeçildi. Buna karşılık Fas’tan İran’a, Suriye’den Sudan’a kadar geniş bir bölgede güçlü bir Arap ulus devleti tehlikeli görüldü ve İngilizler ile Fransızlar arasında paylaşılan 20’ye yakın devletçik oluşturuldu.

II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa devletlerinin güç kaybetmeye başlaması ile Ortadoğu’da Batı çıkarlarının başat gücü ABD olur. Avrupa’nın 1950’de Schuman Planı ile başlayan, önceleri kömür ve nükleer enerji kaynaklarında ortak bir topluluk oluşturma çalışmaları, 1957 Roma Anlaşması ile bütün ekonomik alanları kapsar ve 1987’de “Avrupa Tek Senedi” ile siyasal ve dış politikasını da kapsayacak AT (Avrupa Topluluğu) oluşturulur. Ekonomik anlamda KAP (Küresel Akdeniz Politikası) ile 1961-1989 yılları arasında Ortadoğu ülkeleri ile ticari muafiyetler ve kotalar üzerinden ikili anlaşmalar yoluna gidilir. AT, 1963’te İran, 1964 ve 1969’da İsrail, 1965 ve 1969’da Lübnan, 1969’da Tunus, Cezayir ve Fas, 1972’de ise Mısır ile ticari anlaşmalar yapar. 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda ortaya çıkan enerji krizlerinin aşılamaması sonucu KAP 1989’da dağılır. AB, Körfez ülkeleri olarak bilinen ve önemli petrol ve doğalgaz rezervine sahip olan Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Kuveyt ve Umman gibi Batı yanlısı ülkeler ile 1981 yılında Körfez İşbirliği Konseyini (KİK) oluşturur. Bu bağımlılık nedeni ile Avrupa Ortadoğu’da çatışmadan uzak daha pragmatik bir siyaset güder. Örneğin Akdeniz’de kıyısı bulunan Arap ülkelerinin de dâhil olduğu MEDA (Mediterranean Economic Development Area) Programı çerçevesinde 1995-1999 dönemi için 4.685 Milyar Avroluk yardımın yanı sıra, Avrupa Yatırım Bankasından bu dönemde toplam 2 Milyar Avro civarında yardım uygulamaya konur. AB, 1994-1998 yıllarında Filistin Özerk Bölgesinin imarı için, yarısı bağış, kalanı uzun dönemli kredi olmak üzere 500 Milyon Avro kaynak ayırır. Yine Filistin Özerk Bölgesinin kalkındırılması amacıyla 1993 yılında Washington’da yapılan Katkıda Bulunan Ülkeler Konferansında ayrılan 2.4 Milyar Dolar yardımın %38’ini AB karşılamıştır. Bunların yanında AB, Filistinlilere yardım için kurulan BM Yardım ve Çalışma Ajansı’na 270 Milyon Avro hibe eder. Şu an İsrail müdahaleleri ile kullanılamayan Gazze’deki havaalanı ve liman inşaatları da AB tarafından yapılmıştır. Kuşkusuz AB, bu ekonomik faaliyetlerin çok daha fazla girdisini petrol anlaşmaları ile kotarırken yapılan yardımların heba olmasına yönelik İsrail kökenli askerî harekâtlarda pasif kalmakta ve yardımların güvenliği ve kalıcılığını sağlayamamaktadır.

AT ülkeleri 1992 Maastricht Anlaşması ile siyasi ve askerî konularda kısmi muhalefetlerine rağmen tamamen ABD politikalarına endeksli tutum içerisindedirler. İngiltere diğer ülkelere nazaran daha ABD yanlısı politikalar takip etmektedir.

Gerek Türkiye’deki iktidar, gerek Ortadoğu’daki birçok ülke, ABD’nin İsrail yanında tavizsiz duruşuna karşı AB politikalarını etkilemek için zaman zaman dengeleyici girişimlerde bulunsalar da AB’nin ABD karşısında bağımsız siyasi ve askerî güçlerinin olmaması ve AB’nin pragmatik (çıkarcı) davranması bu girişimleri boşa çıkarmaktadır.

Rusya’nın Ortadoğu Politikası

Marks’ın proleter devrimin gelişmiş sanayi ülkelerinde oluşacağı öngörüsü ile üçüncü dünya ülkelerine ilgisiz kalmasına karşı, Lenin’in “ezilenlerin milliyetçiliğini kullanma” stratejisi çerçevesinde, Uzak Doğu ve Latin Amerika’da olduğu gibi Ortadoğu’daki anti-emperyalist hareketler Sovyetler tarafından destek görür. Sosyalizm; Nasır tipi Arap Sosyalizmi, Cezayir Sosyalist Milli Kurtuluş Cephesi, Libya Kaddafi Yeşil Sosyalizmi, Irak ve Suriye BAAS (Sosyalist Arap Diriliş Partisi), Sudan Sosyalist Numeyri, Yemen Ulusal Kurtuluş Cephesi gibi yapılanmalarla 1950’lerden 1970’lere kadar Ortadoğu’da halk hareketlerini ve iktidarları etkisi altına alır. Sovyetlerin dağılması ile oluşan boşlukta sosyalist rüzgâr hız keser. Başbakan Viktor Çernomirdin ile birlikte SSCB 1990’da Harvard Institute of International Development’in hazırladığı şok tedavi ile pazar ekonomisine geçer ve Boris Yeltsin “ulusal burjuvazi” oluşturmaya yönelir.

SSCB’nin dağılmasından sonra Rusya’da üç siyasal akım ortaya çıkar:

1- Atlantikçiler: Hızlı ekonomik reformlar ve özelleştirme yanlıları. ABD ve AB ile ittifak yanlısıdırlar.

2- Avrasyacılar: Ekonomik reformlar ve özelleştirmeler konusunda yavaş davranmayı isterler. Avrupa, Ortadoğu ve Uzak Doğu’ya eşit ve dengelere dayalı dış politika, eski Sovyet coğrafyasında ise aktif ve müdahil politika yanlısıdırlar.

3- Milliyetçiler ve Komünistler: ABD ve İsrail karşıtıdırlar. Eski Sovyet coğrafyasında aktif, müdahil ve sertlik yanlısıdırlar. Ekonomik açıdan merkezileşme, siyasi açıdan ise totaliterlik yanlısıdırlar.

Sovyetlerin ilk dağılma ve Rusya’nın toparlanma aşamasında Yeltsin’in ABD politikalarına desteğini de içeren süreçte bütün dünyada olduğu gibi Ortadoğu’da da önemli bir pasif dönem yaşayan Rusya, 1993-1995 seçimlerinde gittikçe sağa kayar. 1996’da Batı yanlısı ve liberal Dışişleri Bakanı Kozirev’in yerine Ortadoğu uzmanı ve Avrasyacı Yevgeni Primakov gelir. Primakov, Rossiskaya Gazeta’ya verdiği demeçte artık atıl bir politikadan vazgeçileceği ve aktif politika sürdürüleceğini söylemesinin kısa bir süre sonrasında, Rusya ABD muhalefetine rağmen İran’la birlikte Basra Körfezi’nde doğalgaz arama projesi Gazprom’u başlatır. Nihayetinde 1999 Putin iktidarı ile Atlantikçi-Avrasyacı sentezi Rusya’nın hâkim politikası olur.

Bu dönemde Putin üç temel hedef belirlemiştir:

1- Rusya’nın yeniden süper bir güç haline getirilmesi ve ABD’nin dünyayı yöneten tek güç olmasına engel olmak.

2- Rusya’nın yeniden süper güç olabilmesi için ekonomiyi baştan dizayn etmek.

3- İslam dünyasından Çeçen direnişçilere gelen yardımı kesmek.

2008 yılında iktidara geçen Medvedev’in S. Petersburg Uluslararası Ekonomi Forumu’nda yaptığı “Rusya günümüzde dev bir ülkedir. Dünya için üstlenmemiz gereken sorumlulukların bilincinde olmalıyız. Küresel ekonominin oyun kurallarının saptanmasına katılmak istiyoruz. Sözde imparatorluk duygusuyla hareket ederek değil, Rusya’nın sahip olduğu kabiliyet ve zengin kaynaklardan ötürü bu istekte bulunuyoruz.” açıklaması Putin politikalarının Rusya’da süreklilik kazandığını gösterir. Yine 2008 Gürcistan krizinde, askerî müdahale Rusya’nın sert önlemler konusunda kararlılığını gösterir.

ABD karşısındaki politikalarına karşılık Rusya, “terör” olarak nitelediği İslami hareketler karşısında ABD ile işbirliği halindedir.

11 Eylül 2001 saldırısından sonra ABD ile Rusya arasında işbirliği yapılır. Bu işbirliği beş temel nokta üzerine kurulur:

1- Rusya-ABD arasında istihbarat paylaşımı sağlanacak.

2- Rusya, hava sahasını insani yardım amaçlı uçuşlarına açacak.

3- ABD’nin Orta Asya müttefiklerine hava sahası ile ilgili yardımına izin verilecek.

4- Uluslararası arama-kurtarma operasyonlarında ortak davranılacak.

5- Taliban rejimine karşı savaşan Kuzey İttifakına insani/askerî yardım sağlanacak. Buna karşılık Çeçen direnişi ve Rusya’nın bu konudaki tavrına ABD müdahil olmayacak.

Bu süreçte, Rusya ABD’nin Irak müdahalesi konusunda sessiz kalır. Lenin’in memleketi olan Ulyanovsk’u NATO’ya “transit üs” olarak kullanması için izin verir ve karşılığında ABD de Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü üyeliğine yeşil ışık yakar.

Tacikistan’daki iç savaşı durdurmak için İran, Rusya’ya destek verir ve 1994-96 ve 1999 yıllarındaki iki Çeçen savaşında sessiz kalır. Rusya arka bahçesi olarak gördüğü Kafkaslar ve Orta Asya’da İran ile anlaşarak, İslami hareketleri bir tehdit olmaktan çıkarmıştır. Rusya’nın Tahran Büyükelçisi Konstantin Şuvalov 1997’de şöyle demektedir: “Herhangi bir ülke İran ile bölgesel bir konuyu müzakere ediyorsa bunu bütün İslam dünyası ile müzakere ediyor demektir. Zira İran, İslam dünyasında kesin bir rol oynamaktadır.”

Sonuçta bütün aktif önlemlere rağmen Rusya Federasyonu global ölçekte ABD ve diğer aktörlerle ilişki içerisindedir.

ABD’nin Ortadoğu Politikası

II. Dünya Savaşı öncesinde içine kapanma ile dış dünyaya müdahale arasında değişkenlik gösteren ABD, savaştan sonra dünya siyasetinde etkin, belirleyici ve müdahil başat rol alır. ABD iç politikasında Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında sarkaç modeli gidip gelen iktidar sürecinde, Cumhuriyetçiler “şahin politikası” olarak adlandırılan kriz bölgelerine doğrudan askerî müdahale yöntemini, Demokratlar ise “güvercin politikası” olarak adlandırılan daha uzun vadeli ekonomik ve lojistik destekler ya da ambargolarla müdahale yöntemini benimserler. Her iki siyasi kanatın vazgeçmediği temel ilke ise ABD çıkarlarını korumak ve ABD’nin bütün dünyada hegemonyasını sürdürmektir.

ABD ilk yıllarda SSCB etkisine karşı, 1946-47 Truman Doktrininin askerî boyutu NATO ve ekonomik boyutu Marshall Yardımları ile “Komünizmi Çevreleme Politikası” gereği Batı Avrupa’nın kapitalist modelde tekrar yapılanmasına yönelir. Güneydoğu kanadı olarak Türkiye de bu programa dâhil edilir. “Komünizmi Çevirme Politikası” sonucu olarak bu yapılanmanın CENTO gibi tali kolları devreye sokulur. CENTO; Türkiye, İran, Irak ve Pakistan’dan oluşur ve Sovyetler ile üçüncü dünya ülkeleri arasında bir set olarak planlanır. 1957 Eisenhower Doktrini ile Ortadoğu’daki müttefik ülkelere ekonomik ve askerî yardım öngörürken, bu ülkelerin talepleri doğrultusunda Komünist Blok’tan bu bölgeye saldırı yapılması durumunda, askerî müdahalede bulunulması kararı alır. 1970 Nixon Doktrini, bundan böyle bölgesel çatışmalara ABD’nin doğrudan askerî müdahalelerde bulunmayacağını ve yerine askerî ve ekonomik yardımlarla yetineceğini içerir. Nixon Doktrini esas itibariyle 1965 yılında alevlenerek süregelen Vietnam Savaşının, artık ABD kamuoyunun %60’ının savaş karşıtı haline geldiği yıpranma sürecinin ürünüdür. 1980 Carter Doktrini, Basra Körfezine yönelecek bir saldırının ABD’nin yaşam alanına müdahale oluşturacağını ve askerî müdahale dâhil her yöntemle engelleneceğine yöneliktir. Bush dönemine kadar olan süreçte ABD dost saydığı ülkelere destekleme ya da askerî müdahale halinde koruma politikası güderken, Bush dönemi ile birlikte düşman sınıfına sokulan ülkelere de müdahaleye dönüşür. Bu dönüşmede 11 Eylül saldırılarının oluşturduğu atmosferle birlikte Sovyetlerin çökmesi ile oluşan boşluğun da etkisi vardır. 

Bush, ABD Kongresinde 29 Ocak 2002’de yaptığı konuşmada Irak, İran ve Kuzey Kore’yi “Şeytan Üçgeni-Axis of Evil” olarak nitelendirir ve akabinde ABD ve İngiltere tarafından düzenlenen ve “Irak’a Özgürlük Operasyonu” adıyla duyurulan işgal operasyonu 20 Mart 2003’te başlar.

1997-2006 yılları arasında William Kristol ve Robert Kagan isimli muhafazakâr düşünürlerin bir think-thank ürünü olan PNAC (Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) çerçevesinde askerî güç içeren bir politika benimsenir. Bu politika Reagan ve Bush gibi muhafazakâr-şahin kanat iktidarları tarafından Irak ve Afganistan başta olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde uygulamaya konur.

28-29 Haziran 2004’te İstanbul’da düzenlenen NATO Zirvesinde “küresel terörizm” adı altında ‘teröristleri’ koruyan ülkeler belirlenir ve bunlarla uzun soluklu mücadeleye dayalı eylem planları yapılır.

Irak ve Afganistan işgalleri ile hedeflerine ulaşsa da bir çeşit batağa saplanan ve direnişlerle uzun vadeli hegemonyada kalıcı olamayacak durum, Demokrat Obama yönetiminde tekrar ele alınacaktır. Obama döneminde Bush’un “Hard Power” yerine “Soft Power”; doğrudan askerî metotlar yerine diplomatik ve ekonomik yöntemler ağırlık kazanır. Bu durum, ABD’nin Nixon dönemi politika değişimine işaret etse de gerek Cumhuriyetçi gerekse Demokrat politikaların stratejik hedefleri aynı olup sadece usul değişikliği içerir.

Emperyalist Politikaların Yapısı

ABD, AB ve Rusya’nın Ortadoğu üzerindeki politikaları askerî, ekonomik ve kültürel olarak üç boyutlu bir yapıya sahiptir.

Askerî politikalar, her ne kadar siyasi ve ekonomik etkenler altında oluşsa da ani ve daha hızlıdırlar. Şahin kanat-sertlik yanlılarının daha müdahil politikaları çoğu durumda iç tepkiye, ekonomik ve siyasal krizlere neden olmakta ve Güvercin kanadın çatışmadan kısmen uzaklaşan, müttefik ülkelere lojistik destekle yetindikleri politikalara dönüşmektedir.

Ekonomik politikalar, orta vadeli etkinlik göstermektedir ve düşman varsayılan ülkelere karşı daha çözücü özelliğe sahiptir. Muhatabını, kapitalist sistemin tüketim güdüsü üzerinden ifsat edici bir kültürel yapılanmaya dönüştüren bu ekonomik politikalar yakın tarihimizde SSCB’nin dağıtılmasında rol oynayan temel etkenlerden birisidir. Ortadoğu ülkelerinden başta Türkiye ve Mısır gibi ülkelerin ekonomik bağımlılıkları ve bu ekonomik bağımlılığın kronikleştirdiği kredi ya da yardımlara muhtaç duruma düşmeleri başlı başına bir yaptırım aracı haline gelmektedir. Hatta bu yaptırımlar ve ambargolar, ekonomik anlamda daha entegrist (kendini soyutlamış) totaliter yapılı ülkeler üzerinde de uzun vadeli çözücü işleve sahiptir. Zira global ölçekte dünya ekonomisi ‘kapitalist tekel’in tahakkümü altındadır.

Kültürel boyut, daha uzun vadede, kültürel yapının gitgide ifsadını ve yerel dinamiklerin çözülmesini oluşturur. Özellikle Türkiye sekülerleşmesinde ve bunun model olarak alındığı Şahlık İran’ındaki “Beyaz Devrim”, bunun farklı yansımaları ile bölge ülkelerinde oluşan ulus modelli sekülerleşme projesi bölge üzerindeki devlet ve örgütlerin üzerinde ciddi bir zihin tahrifatı oluşturmaktadır. Liberallik, sosyalistlik ya da demokratlık gibi Batı kültürel değerlerin sindiği ideolojik yapılanmalar, ilk aşamalarda anti-emperyalist karakter gösterseler de kültür emperyalizmi boyutunda bölge üzerinde uzun vadeli emperyalist politikalara alet olmaktadırlar.

Batı Politikalarının Dört Temel Özelliği

1- Politikalar değişkendir: Batı politikalarının temel amacı hegemonya kurmak olsa da bu politikalar yeni durum ve şartlar karşısında esnetilebilen, alternatif planlara dayalı yapıdadırlar. Örnek olarak Sykes-Picot Anlaşmasının Anadolu ayağındaki parçalanma planlarının değiştirilmesini verebiliriz.

2- Kendi aralarında dengelere dayalıdır: Soğuk Savaş yıllarında SSCB’nin Macaristan ve Çekoslovakya müdahalelerine ABD’nin karışmaması, Vietnam ve Kore’ye ABD eksenli müdahalelere de SSCB’nin fiilen müdahale etmemesi buna örnektir. Bazı durumlarda dengeler daha komplike hale gelir. Örneğin Küba Devrimi sonrası ABD Küba’ya doğrudan müdahale yapmasa da Domuzlar Körfezi çıkartmasında olduğu gibi karşı devrimcilere lojistik destek verir ancak Küba’ya Sovyet füzelerinin yerleştirilmesi üzerine Küba’ya tam bir ambargo uygular. ABD, Sovyetlerin arka bahçesine yerleşmesine izin vermemektedir ve Küba, Bağlantısızlar Cephesinde yer alacaktır. SSCB’nin dağılması esnasında kısmen boşluk içeren bir vasatta ABD, Afganistan ve Orta Asya başta olmak üzere bazı bölgelere fiilî müdahalelerde bulunsa da Rusya’nın yeni politikasında bu dengeler tekrar yerine oturmuştur.

Yine sıcak bir örnek olarak 1950-70 arası Ortadoğu’da sosyalist birçok ülke bulunmasına rağmen SSCB’nin Suriye hariç hiçbir ülke ile savunma ve üs anlaşması yoktur. Suriye-SSCB ilişkileri 1944’te başlar. 1945 yılında SSCB, ABD ve İngiltere, Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlığını tanıyan Fransa’nın bölgeden askerlerini çekmesini istemişlerdir. 1956 Süveyş Krizinde, Suriye ile Mısır’ın birleşme döneminde Suriye parlamentosundan komünistlere yakın kabine üyesi Halid el-Hazm Moskova’ya giderek 500 milyon dolarlık ekonomik ve askerî yardım, Lazkiye’ye liman yapımı, Suriye’de karayolları ve demiryolları inşası, sulama ve enerji projelerinin finansmanı ve Suriye’de 6 tane yeni havaalanı inşası yapımı anlaşmalarını yapar. Hafız Esed, iktidarı döneminde ilk ziyaretini Sovyetlere yapar ve Sovyetlerin Akdeniz’deki tek üssü 1971’de Lazkiye’nin güneyinde Tartus’ta kurulur. Reel politik miras olarak Suriye, Rusya’nın arka bahçesi hükmündedir. Ve bu dengeler dâhilinde dış askerî müdahale olanaksızdır.

3- Politikalar iç siyasete bağlı şekillenirler: Özellikle ABD’de şahin kanat Cumhuriyetçiler ile güvercin kanat Demokratlar arasında iktidar değişimlerinde dış politikada da aktif müdahalelerde değişiklik gözlenir. Temel olarak ABD hegemonyasının sürdürülmesi ekseninde ortak olan politikaya karşılık bunun uygulama biçimi farklılık göstermektedir. Cumhuriyetçiler doğrudan askerî müdahale ile Demokratlar ise daha çok uzun vadeli yıpratmaya yönelik diplomatik ve ekonomik yaptırımlarla hedefe yönelirler.

4- Dost lider ya da hareketler pragmatik ilişkilere göre belirlenir: Örneğin I. Dünya Savaşının sonunda Ortadoğu’da milliyetçiliğin gereği burjuva sınıfı oluşmadığından partner olarak seçilecek kişiler ya Osmanlı askerî kanadından gelen İttihatçı kadrolar ya da devlet bürokrasisine yerleşen aşiret, aile hanedanlıklarıdır. İngilizlerin bu amaçla ilişkiye geçtikleri Mekke Şerifi ve Osmanlı Valisi Şerif Hüseyin oluşturulması düşünülen yeni devletçikler için iyi bir partner örneğidir. Yemen’deki İmam Yahya önderliğindeki Zeydi Hareket ya da Arabistan’daki Suud Ailesi ile müttefik Vahhabi Hareketi İngiltere için güvenilemeyecek yapılanmalardır. Hicaz Kralı olarak kullanılan Hüseyin’in 1935’te Suud-Vahhabi ittifakı tarafından Mekke ve Medine’den sürülmesi ile önce Irak Krallığına sonra Ürdün Krallığına getirilmesi, oğlu Faysal’ın da uzun süre Suriye’deki faaliyetleri gösteriyor ki; İngilizler bölgede mevcut hâkim güçlerle anlaşma yoluna gitmektedirler. Örneğin Enver Sedat’ın, uzun yıllar Sovyet yanlısı politika güden Nasır sosyalizminin elemanı iken Nasır’ın 1970’te ölümü ile başa geçmesinden sonra 1975’te ABD’ye yanaşarak Camp David Anlaşmasını yapmasını ele aldığımızda, Ortadoğu üzerinde emperyalistlerin mevcut iktidar yapılanmalarını karşılıklı devşirmelerine dayalı politikalarını daha iyi anlarız. Emperyalistler kitle desteği olan yapılanma ve liderlerden hoşlanmamaktadırlar.

Emperyalist Politikaları Belirleyen Çalışmalar ve Aksaklıkları

Emperyalist devletlerin de politikalarını belirlerken birtakım gizli-açık anlaşmalar yaptıkları, proje ve planlar yürüttükleri aşikârdır. Ama bu anlaşma ve projelerin mahiyetleri, etkinlikleri hakkında sıkıntılı ve problemli yaklaşımlar mevcuttur. Her şeyden önce emperyalist devletlerin kadir-i mutlak olmadığı yapılması gereken en önemli vurgudur. Dolayısıyla yaptıkları çalışma ve planlar kusursuz yapılamamakta ve kusursuz işlememektedir. Emperyalist devletleri ve politikalarını değerlendirirken; her şeyi komplo dâhilinde açıklamak kadar, hiç komplo çalışmaları yapmadıklarını söylemek de aynı derece sağlıksız bir tahlil yöntemidir. Hiçbir siyasal hareketin rakibinin yapısını, özelliklerini ve yapması muhtemel hareketleri incelemeden, buna karşı öngörüler geliştirmeden başarıya ulaşması mümkün değildir. “Komplo hastalığı” olarak adlandırabileceğimiz “Siz ne yaparsanız yapın her şey bazı merkezlerde planlanıyor, size ancak figüran olmak düşer.” minvalindeki yaklaşım ve değerlendirmeler emperyalist devletleri kadir-i mutlak olarak görüp toplumları/halkları pasifize etme ve değersizleştirmeye işaret eder. Oysa iyi bir tahlil motive etmeli, aktive etmeli ve pratik sonuçlara ulaşmalıdır.

Bu hastalıklı yapılara birkaç örnek verebiliriz:

Örneğin Kemalistler Sykes-Picot Anlaşmasını öne sürerek, Şeyh Said İsyanını İngiliz komplosu ile açıklamaya çalışırlar. Aslında öyle olmadığını çok iyi bildikleri halde buna inanacak, komplo hastalığına kapılacak ideolojik körler sayesinde bu argüman kullanılır. Öyle ki Cumhuriyet Türkiye’sinde totaliter ve jakoben Kemalizm, her türlü muhalefeti bu komplo teorisi ile tanımlayarak kendi baskıcı yapılanmasını bu şekilde meşrulaştırır.

Yine “Yeşil Kuşak” olarak adlandırılan teoriye dayanarak, yıllardır sosyalist ve liberal çevreler bütün İslami hareketleri ABD güdümünde ve ABD planlarının parçası olmakla suçlamaktadırlar. Oysa Yeşil Kuşak teorisi şahin kanattan ABD eski Dışişleri Bakanı Brzezinski’nin 1977’de geç kalmış ve iş işten geçtikten sonra ortaya attığı bir teoridir. ABD ve Batı kapitalizmi 1950’lerde Türkiye, Irak, İran ve Pakistan hattı boyunca laik ve seküler bir CENTO’yu planlarken, Ortadoğu’da esen sosyalist ulusçu hareketler rüzgârı 1950-70 yılları arasında İslami yapılanmaların desteklerini almaya çalışıyorlardı ve kısmen de birlikte mücadele hatları oluşmuştu. Mısır’daki Nasır hareketi, İhvan ile birlikteydi; Sudan Numeyri hareketi de İhvan ile birlikte ve hatta Ulusal İslami Cephe lideri Hasan Abdullah el-Turabi’nin adalet bakanı olduğu bir ittifak içerisindeydi. Ancak süreç içerisinde İslami hareketler sosyalist hareketler tarafından baskı ve katliamlarla tasfiye edilmeye çalışılır. Brzezinski’nin öngörüsünün daha tartışıldığı bir dönemde İran İslam İnkılâbı olgunlaşmıştı. Sosyalizm çöküşe geçtiği 80-90’lı yıllarda ve nihayet tükendiği günümüzde İslami camialara kötü bir miras bırakmıştır. Hatta bu mirasa yeni kötü miraslar eklemek için günümüzde diktatör ve totaliter sistemlerin yanında durmakta, köklü İslami hareketleri “Yeşil Kuşak” hezeyanlarının devamı birtakım komplo teorileri ile karalamaktadırlar.

Benzer iddialar, Filistin’de Hamas’ın zaferleri sırasında da bazı çevreler tarafından dillendirilmeye başlanmıştı. Kimi sosyalist çevrelerde “Filistin’de biz onca yıl mücadele ettik, bu Hamas nereden çıktı?” sorusu etrafında komplo üretme hezeyanları gırla gidiyordu. Günümüzde bol argümanlarla süslenen başka iddiaları daha iyi anlamak için bu konuyu açmakta yarar var:

Üretilen mesnetsiz iddialar birçok yayın organında olabildiğince yer alır. İsrail’de yayınlanan haftalık Koteret Rashit dergisinin Ekim 1987 sayısında yayınlanan bir yazıda şöyle denir:

“1978’de Gazze’de kurulan İslam Üniversitesi de dâhil olmak üzere İslami oluşumlar, Batı Şeria ve Gazze’nin sivil yönetimindeki İsrail askerî otoritesi tarafından desteklenmiş ve teşvik görmüştür. Bunlar (İslami oluşumlar ve üniversite) yurtdışından para toplama yetkisine sahiptiler… Filistinli İslamcıların kurduğu organizasyonlara yurtdışından para transferi kabul hakkı verildi. İslami organizasyonlar ilk başta yetimhanelerle, hastanelerle, okullarla ve yoksul kadınların çalışabileceği küçük atölyelerle işe başladılar. Daha sonra finansal olarak güçlenen bu organizasyonlar Filistin’de İslam Üniversitesi’ni kurdular. İsrailli askerî yetkililer bu gelişmelerin Filistin Halk Kurtuluş Ordusu’nu zayıflatacağından dolayı çok mutluydular. 1992 sonunda sadece Gazze bölgesinde 600 adet cami açılmıştı. Mossad’ın da yardımıyla İslami hareket Filistin’de çok yayılmıştı. İslami hareketin önünü açan Mossad aynı anda Arafat’ı çok büyük bir baskı altına almıştı."

Jean Jaurès tarafından Fransız Komünist Partisinin yayın organı olarak kurulan günlük L’Humanité gazetesinde yayınlanan bir yazıya göre ise “İsrail istihbarat servisi Mossad sayesinde, İslamcıların işgal altındaki bölgelerde varlıklarını güçlendirmelerine izin verildi. Bu esnada, El-Fetih ve Filistin solu en acımasız biçimde bastırıldı.”

ABD’de bulunan ve 2000 yılında News World Communications şirketi tarafından satın alınan United Press International (UPI) haber ajansının değerlendirmesi ise şöyledir: “İsrail, FKÖ’yü dengelemek için karşı bir unsur olarak 1970’lerin sonlarından itibaren başlayarak Hamas’ı desteklemiştir. O dönemde Hamas dine ve toplumsal çalışmaya odaklanmıştı.”

İsrail’deki Hebrew Üniversitesi’nde görev yapan tarihçi Zeew Sternell’e göre de “Hamas başlı başına bir İsrail tasarımı… 1970’lerde Kahire’den Filistin’e dönen Hamas’ın ruhani lideri ve kurucusu Ahmed Yasin, İslami bir yardımlaşma organizasyonu kurdu. O dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir, bu durumu El-Fetih hareketini bölmek için bir fırsat olarak gördü.

Fransa’da 1915 yılında kurulmuş ve haftalık yayın yapan Le Canard Enchaîné gazetesinin 1 Şubat 2006 yılında yayınlanan 4449. Sayısında, “Çok Gizli İsrail-Hamas İlişkileri” başlıklı yazıya göre, “İsrail kararlı bir biçimde Yaser Arafat’ın liderliğindeki laik El-Fetih hareketini zayıflatmak amacıyla Hamas’ın büyümesini desteklemiş ve cesaretlendirmiştir.”

12 Ocak Pazartesi günü, İsrail Parlamentosu Knesset’te yapılan Dış İlişkiler ve Savunma Komitesi toplantısında İsrail Başbakanı Ehud Olmert şunları söylemiş: “Hamas’ı Netenyahu kurdu, hayat verdi, Ahmet Yasin’i serbest bıraktı ve ona gelişme şansı verdi.”

William Blum, “Umudu Öldürmek” adlı kitabında şunları demiş: “İsrail en kötü düşmanlarını kendisi yarattı, Filistin’de El Fetih’i zayıflatmak için Hamas’ın yaratılmasına yardım etti. Lübnan’ı işgali de Hizbullah’ı yarattı. İsrail baştan beri sürekli savaşıp diğer insanların topraklarını almaya çalışıyor. İdealist Siyonist öncüler için daha iyi bir yol hiç oldu mu?

Bütün bu toplama kaynakların sonunda Hamas hakkında senaryolar Türkiye’ye de sıçrar.

“1984 yılında Ahmed Yasin, gizli silah deposu bulundurmak suçundan yakalanmış ve 12 yıl hapis cezasına çarptırılmış. Fakat 1 yıl sonra İsrail tarafından serbest bırakılmış. 1993 senesinde İsrail’i ve Filistin yönetimini tanıyan Oslo Anlaşması imzalandığı zaman Ahmed Yasin cezaevindeymiş. Hamas, Oslo Anlaşmasını tanımadığını duyurmuş ve hemen saldırılara geçmiş. Oslo Anlaşması tam imzalanmadan yapılan görüşmeler sırasında Hamas, İsrailli sivillere yönelik saldırılara başlamış ve böylece Hamas Oslo Anlaşmasını istemeyen İsrailli radikallerin elini güçlendirmiş. 1996’da İsrail’de yapılan seçimlerde sağcıların en büyük propagandası Hamas’ın İsrailli sivillere yaptığı saldırılar olmuş. Bu propagandalarla halkı korkutan İsrail sağı Netanyahu liderliğinde İsrail’deki seçimleri almış. Seçimleri kazanan Netanyahu, cezaevinde bulunan Ahmed Yasin’i ‘insani koşullar’ ileri sürerek serbest bırakmış. 1997 yılında Ürdün’de sürgünde bulunan Ahmed Yasin’e Netanyahu geri dönüş hakkı vermiş. Ahmed Yasin büyük bir gövde gösterisiyle Filistin’e dönmüş. 1991 yılındaki Körfez Savaşında Saddam’ın yanında yer alması sonrası Arafat’a Arap ülkelerinden gelen tüm finansal yardımlar kesilmiş. Milyon dolarlarla ifade edilen yardımlar Ahmed Yasin’e yapılmaya başlamış. Hamas’ın bütçesi yapılan bu yardımlarla Filistin Özerk Yönetiminin bütçesini geçmiş.” (Emre Kongar, www.kongar.org; Utku Kızılıok, Marksist Tutum; Cengiz Koyuncu, Haber x)

Oysa Hamas türedî bir yapılanma değildir. Özellikle Gazze’de İsrail işgalinden önceki dönemde İhvan’ın çok köklü bir yapılanması vardır. 1956 yılında Abdunnasır, Birleşmiş Milletler Acil Müdahale Gücünün Gazze’ye yerleşmesini kabul eder ve aralarında Arafat’ın da bulunduğu tüm gerilla ya da fedaileri bölgeden uzaklaştırır. Bunun üzerine 1957 yılında Kuveyt’e vize için başvuran Arafat, Kuveyt’te, Mısır’daki İhvan üyesi iki Filistinli arkadaşı Salah Halef (Ebu İyad) ve Halil el Vezir (Ebu Cihad) ile karşılaşır. Her ikisi de sonraki dönemlerde Arafat’ın sağ kolu olurlar. Gençliğinde İhvan faaliyetlerine de katılmış bulunan Arafat, nihayetinde çatı örgüt olarak El Fetih’in başına gelir. Ve El-Fetih içerisinde güçlü İslami eğilimler vardır. Belki bazı İsrail kurumlarının Hamas kurulduğunda Hamas ile El-Fetih çatışmasından memnuniyet duydukları söylenebilir, hatta çatışmanın uzaması için zayıf olan tarafın önünü açtığı da ileri sürülebilir. Ama Hamas’ın bir komplo iddiası ile İsrail tarafından kurulduğu, geliştirildiği ve güdümünde olduğunu ileri sürmek tam bir hezeyan ve kendi totaliter, halkına yabancı, çeteleşmiş yapılarına kılıf uydurmaktan ibarettir. Ne yazık ki, birçok holigan sosyalist yapılanma bu söyleme balıklama atlamaktadır.

Bütün komplo teorilerine rağmen 6 Mayıs 2005 seçiminde El-Fetih oyların yüzde 56’sını, Hamas ise yüzde 33’ünü alır. Katılım Gazze’de yüzde 80, Batı Şeria’da yüzde 70 oranında olmuştur. 16 Aralık 2005’te yapılan Batı Şeria’daki yerel seçimlerde de Hamas önemli başarı elde eder. Dört büyük kentteki belediye seçiminin üçünü (Nablus, Cenin ve El Bireh’i) Hamas kazanır. Ramallah’ta ise Bağımsızlar Koalisyonu seçimi alır. Toplamda Fetih’in oy oranı Hamas’tan fazla çıkar. Bu seçimde 148 bin seçmenin yüzde 75’i oy kullanmıştır.

25 Ocak 2006’da Özerk Yönetim yetkililerinden bazıları Amerikalılarla görüşmelerinde Hamas’ın alacağı oy oranının %30’u geçmeyeceğini ileri sürmüşlerdi. Fakat Hamas %55 oranında oy alarak onların beklediğinin veya arzuladığının çok üstünde bir başarı gerçekleştirdi. Hamas, 2012 yılında Batı Şeria seçimlerini boykot eder, üstünlüğüne rağmen çatışmaların Filistin’e zarar vermemesi için El-Fetih ile ateşkese gider. Bugün Hamas hareketi ve Filistin; BOP denen projeyi doğmadan çöp tenekesine atan, Ortadoğu İntifadalarının temel kaynağı ve beşiği olarak önemli bir yere sahiptir. Ve Gazze’nin boğulmaya çalışmasının ardında da bu gerçekler vardır. Batı’nın (AB) Gazze’de bizzat kendi inşa ettiği Yaser Arafat Havaalanı ve Gazze Limanının işler hale gelmesi için hiçbir girişimde bulunmamasının ana sebebi de budur.

Son Ortadoğu İntifadaları ve Komplo Teorileri

Batı’nın Ortadoğu’ya yönelik son politikaları arasında BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adı verilen projeden söz etmek de gerekir. Gerçekte BOP, Cumhuriyetçilerin değil, Demokratların planıdır. Bu proje, Ortadoğu’da devrimler (revulasyon) değil, yavaş ve vadeli bir dönüşüm (evulasyon) öngörmektedir.

Yine bu çalışmalar gizli saklı değil, akademisyenlerin, medyanın, yazarların, araştırmacıların ve birtakım sivil örgütlenmelerin tartışmalarına açık ve süreç içerisinde olgunlaşarak iktidarlara açılım ve stratejik bilgi, düşünce kaynağı sağlamak amaçlıdır. Planların çok yönlü geliştirilmesi için bu proje çok yönlü tasarlanmıştır. BOP’un oluşumunda birçok rapor, çalışma, yardımcı görüş ve öneriler vardır.

20 Nisan 2005’te Işık Üniversitesi ile Demokratik İlkeler Derneği tarafından düzenlenen BOP panelinde, araştırmacı-yazar Andrew Mango, müdahaleci politikası dolayısıyla Amerika’nın bugünkü yönetiminin AB ülkelerinde eleştirildiğini ve kaygıya neden olduğunu belirtirken, bütün gelişmiş ülkelerin Ortadoğu’daki çıkarlarının örtüştüğünü söylemektedir.

BOP’un başlıca sebebi, Cumhuriyetçi politikalar sonucu İslam dünyasında oluşagelen infial ve ABD karşıtı yükseliştir. ABD Başkanının oluşturduğu 11 Eylül Komisyon Raporuna göre:

1- Amerika dünyanın ahlaki liderliği konusunda iyi bir örnek oluşturduğu; halka insanca muamele edilmesine, hukukun üstünlüğüne inandığı ve komşularına cömert ve koruyucu olarak davrandığı konusunda açık bir mesaj vermelidir.

2- Dost bile olsalar, Müslüman hükümetler bu ilkelere saygı göstermedikleri zaman Amerika daha iyi bir gelecek için buna karşı çıkmalıdır.

3- Amerika, ilkelerini ve değerlerini yurtdışında ısrarla savunmalı; Somali, Bosna, Kosova, Afganistan ve Irak’taki Müslümanları diktatörlere ve suçlulara karşı korumalıdır. Televizyon ve radyo yayınları bu alana yönelik kullanılmalı ve bu alana daha büyük fonlar ayrılmalıdır. Amerika burslar, değişim programları ve kütüphaneler konusunda gençlere yeni programlar oluşturmalı, onlara bilgi ve umut aşılamalıdır. Bu programların Amerikan vatandaşlarından gelen yardımlar olduğu anlatılmalıdır.

4- Amerika hükümeti diğer ülkeleri de kurulacak olan yeni bir Uluslararası Gençlik Olanakları Fonuna katkıda bulunmaya çağırmalı, fonlar kendi ilk ve ortaöğretim eğitimlerine yatırım yapan Müslüman ülkelerde doğrudan kullanılmalıdır.

5- Terörizmle savaş için oluşturulacak kapsamlı bir Amerikan stratejisi, ekonomik kalkınmayı ve ekonomik politikaları içermelidir.

6- Amerika, İslamcı teröre karşı öteki ülkeleri de içine alacak kapsamlı bir koalisyon stratejisi oluşturmalıdır.

7- Amerika, dostlarını da yakalanan teröristlerin gözaltında tutulması ve bunlara insanca muamele yapılması konusunda ortak bir stratejide birleştirmelidir.

8- Raporumuz en az on yıldan beri El-Kaide’nin kitle imha silahları üretmeye veya elde etmeye çalıştığını göstermektedir. Kitle imha silahlarının geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması uluslararası örgütlenmeler aracılığıyla da engellenmelidir.

9- Teröristlerin finansman kaynaklarının izlenmesi ve saptanması terörizme karşı olan mücadelenin en temel öğesidir.

G-8 Zirvesi için, Ulusal Demokrasi Desteği tarafından hazırlanıp, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programının 2002 ve 2003 Arap İnsani Kalkınma Raporlarında belirtilen ‘eksikliklere’ göre ABD yönetimine Ortadoğu için şu noktalara dikkat etmesi önerilir:

1- İslami yönelişin adresini saptırmak

2- Fakirlerin isyanı

3- Kapitalizmin içinde bulunduğu tatminsizlik, içeriden değişim talepleri

4- Petrol ve su kaynakları

Bush döneminde ABD dış politikasına hâkim olan neo-conlara karşı neo-liberal görüşü savunan Ronald Asmus, Kenneth Pollack ile birlikte kaleme aldığı makalede şöyle diyor:

“Ortadoğu’daki tehditlerin ortadan kaldırılabilmesi, ancak NATO’nun Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı uyguladığı gibi uzun soluklu ve kapsamlı bir proje ile mümkün olabilir. Ortadoğu, yeni muhafazakârların savunduğu gibi, güç kullanılarak dönüştürülemez; bu dönüşüm, ancak Avrupalı müttefiklerle de işbirliği yaparak ve ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal boyutları da içeren kapsamlı bir projeyle mümkün olabilir.” (Ortadoğu’nun Neo-Liberal Açıdan Ele Alınışı, Washington Post, 22 Haziran 2003)

Benzer sebeplerle Robert Fisk’in eleştirilerine göz atalım:

“Ezilmiş ve aşağılanmış insanların şeytani ve korkunç zalimliği, küresel terörizmin temel nedeni ve kaynağıdır. Bu zalimlik, köktendinci İslami değer yargılarının yanı sıra, günümüz dünyasının zengin ve yoksul ülkeleri arasında var olan uçurum boyutlarındaki gelir dengesizliğinden kaynaklanır.”

ABD politikasının temel eksenini Brzezinski 1997’de ortaya koyar:

“ABD’nin öncelikli görevi; Avrupa, Asya ve Ortadoğu’daki anlaşmazlıkları ve başka herhangi bir rakip süper gücün Amerikan çıkarlarını tehdit edecek biçimde ortaya çıkmasını engellemektir.”

Aynı Ronald Asmus ve CIA analisti Kenneth Pollack “RAND Cooperation” think-thank kuruluşu vasıtasıyla “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” adı altında bir rapor sunarlar. Bu raporda “İslam ve Müslümanlar, Batı demokrasisi değerlerine ve küresel düzene uyumlu hale getirilemezse, medeniyetler çatışması olasılığı yüksektir.” tezi işlenir. Daha sonra, Obama’nın Demokrat iktidarı tarafından Ortadoğu politikasının ana hatları olacak ve BOP diye adlandırılan bu raporun ana tezleri şöyledir:

1- Öncelikle Ortadoğu’daki modernist yapılanmaları desteklemek

- Modernistlerin çalışmalarının yayınlanması ve diğer faaliyetlerine mali destek vermek.

- Modernistleri kamuoyu oluşturma faaliyetleri için web siteleri, okullar, enstitüler ve medya gibi fikir yayma araçları ile desteklemek.

- Mücadeleci İslami gençliğe, seküler ve modernist seçenek ortaya koymak.

- İslam ülkelerinde, İslami olmayan kültürlerin yayılmasını sağlamak.

- Bağımsız sivil organizasyonların gelişimini desteklemek. Halk kitleleri için politik süreçte faaliyet alanları oluşturmak.

2- Gelenekçileri köktencilere karşı desteklemek

- Şiddeti eleştiren gelenekçileri kamuoyunda ön plana çıkartmak. Gelenekçi ve köktencilerin anlaşmazlıklarını körüklemek.

- Gelenekçiler ve köktenciler arasındaki ittifakların önüne geçmek.

- Gelenekçilerin modernistler ile ortak hareket etmelerini desteklemek.

- Tasavvuf ve tarikatların yaygınlaşmasını teşvik etmek.

3- Köktenciliğe karşı çıkmak

- Köktenci eylemlere sempati beslenmesine engel olmak.

- Köktendinciler hakkında olumsuz haberleri yaymak için medyayı kullanmak.

- Köktenciler arasındaki bölünmeleri desteklemek.

4- Laikçileri seçici desteklemek

- Köktendincileri ortak düşman tanıtmak.

- Laik, milliyetçi ve sosyalistlerin ABD karşıtı gruplar ile ittifak yapmalarını engellemek.

BOP kapsamında ortaya konan hedeflere göz atalım:

- İsrail-Filistin anlaşmazlığı çözülecek. Filistin Devlet Başkanı Arafat’ın yerine seçilen ılımlı kimliği ile Mahmud Abbas desteklenecek.

- BOP’a gönüllü olarak rıza gösteren hedef ülkelere (Türkiye, Afganistan, Irak, Yemen, Ürdün, Bahreyn ve Cezayir) yönelik kapsamlı bir “ekonomik ve sosyal yardım planı” hazırlanarak uygulamaya konulacak.

- BOP kapsama alanında olup da katılım için çekinceli davranan ülkelerde (Pakistan, Umman, Mısır, Tunus, Fas) ılımlı İslam ön plana ve iktidara çıkarılacak.

- BOP hedef ülkeleri arasında yer alan petrol zengini totaliter ve teokratik rejimler (Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri), İngiltere’de olduğu gibi, temsilî krallıklarını veya emirliklerini koruyarak parlamenter demokrasiye geçişe zorlanacak.

- ABD’nin terörizme destek veren ülkeler statüsüne aldığı ülkelerdeki (İran, Suriye, Libya, Sudan) teokratik ve/veya baskıcı rejimlerin devrilmesi ve yerlerine ılımlı İslam karakterli demokratik rejimlerin getirilmesi için, NATO’nun da dâhil edileceği yoğun bir stratejik baskı ve eylem programı uygulanacak.

- Batı’ya yaklaşmaya başlayan Libya NATO’nun Akdeniz Diyaloguna katılmaya zorlanacak, başına gelebilecekleri fark ederek “çark etme” arayışlarına giren Suriye’yi ise “şiddetli ambargolarla yola getirme” yoluna gidilecek.

- “Avrasya’yı Kontrol Stratejisi” gereği İslam coğrafyasının Kafkasya, Orta Asya’da ve Uzak Doğu’da yer alan ülkeleri üzerinde başlatılmış programlara devam edilirken, buralardaki rejimlerin köktendinci İslami bir karaktere dönüşmesi veya köktencilere kucak açması önlenecek.

Sonrasında bu kapsamdaki gelişmelere bakalım:

Lockerbie Olayı olarak bilinen, Pan-am Havayolları’na ait Boeing 747 tipi bir yolcu uçağının 21 Aralık 1988 tarihinde Londra-New York seferini yaparken, İskoçya’nın Lockerbie yakınlarında düşmesi sonucu uçaktaki herkes (258 kişi) ve kasabada yaşayan 17 kişi ile birlikte toplam 275 kişi ölür. Uçağa Libya uyruklu kişilerin bomba koyduğu iddiaları üzerine Libya’ya ambargo uygulanmaya başlanır. Libya her ne kadar bunu inkâr etse de ambargolar kaldırılmaz. Libya’dan uçakta ölenlerin ailelerine tazminat ödenir, olaya karışan Libyalı ajanlar İskoçya’ya iade edilir, ömür boyu hapse mahkûm olurlar. Sonraki yıllarda Libya, ülkesini Batı’ya açmış, birçok ekonomik anlaşmalar yapmış, terör listesindeki birçok kuruluşu yasaklamış ve tutuklamıştır. Suriye hükümeti de benzer yollara gitmiş ama her iki ülke iktidarları da kendi aile, aşiret ya da parti teşkilatlarının tekelinde bir kapitalistleşmeye razı olmuştur.

ABD ve güdümlü ülkeleri başta şer cephesi olarak nitelediği İran olmak üzere Rusya ve Çin ile bu bölgelerdeki bütün köktenci hareketlere karşı anlaşmalar sağlamıştır.

Görülen o ki, Ronald Asmus ve Kenneth Pollack’ın tespitleri doğrultusunda, “NATO’nun Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı uyguladığı gibi uzun soluklu ve kapsamlı bir proje” buraya kadar kısmen yolunda gidiyor. Ta ki, Gazze seçimleri ve Ortadoğu İntifadalarına kadar.

Gelinen Nokta

Emperyalist sistemin içinden BOP gibi projelerin ters tepeceğini öngören itirazlar vardır. Henry Kissinger, Nisan 2012’de Washington Post’taki bir makalesinde şöyle diyor:

“Ortadoğu’da sözde insani ve demokratik yardım politikasının benimsenmesi ABD’nin bölgede temel ulusal çıkarlarını sağlamada garantili bir yöntem midir? Arap Baharı politikası bölgede stratejik ve jeopolitik olarak başarısız olursa, Obama yönetiminin demokratik ve insani değer yargıları üzerine kurguladığı bu oyun insani yönüyle de total iflas edecektir.”

Açıkça görüleceği gibi Gazze seçimlerinde Hamas’ın kazanması ile BOP ölü doğmuş bir projedir. Batı’nın emperyalist yüzünün ve diğer emperyalist ya da totaliter devletlerin onca çabasına rağmen, Ortadoğu halkları kitle temelli intifadalara başlamıştır. Tunus’ta başlayan kıvılcım birikmiş bütün potansiyelleri harekete geçirerek BOP ve benzeri rötuşlarla kontrol altına alınmaya çalışılmasına rağmen İslami hareketlerin de aktif rol alması ile Batı’nın istemediği yönde ilerlemektedir. Ortadoğu İntifadaları, halktan kopuk entel takımların 1980’lerde kalan zihinlerinin çok ötesinde bir dinamizme sahiptir.

Emperyalistlerin Ortadoğu üzerindeki politikalarının temel karakteristiğini oluşturan zihnî alt yapı, İslam ve onu hayata hâkim kılmaya çalışan İslami hareketlere dönük düşmanlıktır.

İlk kez 1993’te ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından Samuel Huntington tarafından dile getirilen “Medeniyetler Çatışması” teorisine göre dünya, birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en önemlisi din tarafından ayrılan 7-8 kültüre bölünmüştür ve bunlar arasındaki savaş kaçınılmazdır. Peşinden “Tarihin Sonu” tezinin üreticisi Fukuyama ve şimdiki Dışişleri Bakanı Rice gibi ideologlarıyla tanınan ve önemli ideolojik merkezlerden biri olan Rand Corporation think-thank kuruluşu yoğun dezenformasyona da başvurur. Bernard Lewis “Müslüman Öfkesinin Kökleri” diyerek “Medeniyetler Savaşı”na dikkat çeker ve Huntington 11 Eylül sonrasında bunu merkeze oturtur. “Tarihin Sonu” diye başlayan Fukuyama “Liberalizm kazandı.” demektedir.

Batı’nın bu çatışmacı zihnine karşılık İslam dünyası yüzlerce yıl farklı medeniyet ve kültürleri iç içe yaşatmıştır. Günümüz Avrupa medeniyetinin köklerindeki bütün değişim ve yozlaşmalara rağmen, Yunan medeniyetinden Hıristiyan medeniyetine kadar izler vardır. Yine süreç içerisinde insan ve toplumların fıtratından kaynaklanan itiraz ve muhalefetler de geliştirmiştir. Bugün Batı medeniyetinin emperyalizme kaynaklık yapan saldırgan yapısını tahlil ve diğer kültürel öğelerinden ayırma yoluna gidilmeli. Mazlumların yanında duran birçok öğesini “bizi yurtlarımızdan sürmeyen ve bize düşmanlık yapmayanlar” çerçevesinde ele alıp, “Medeniyetler Çatışması” tezinin etkilerinden uzak durulmalıdır.

Belki bir açıdan Batı komplolarının etkilediği kesimlerden, kısmen başarılarından söz edebiliriz. Seküler Türk ve Kürt milliyetçileri, TSİP gibi zayıf ve marjinal istisnalar olsa da Türk solunun ezici kısmı, modernist ve totaliter diyebileceğimiz (yine marjinal) İslamcılar(!) ve diğer çeşitli toplumsal katmanlar; Ortadoğu İntifadalarını tahfife almışlar ve en nihayet Suriye ayağında Baas diktasının yanında saf tutmuşlardır. Hatırlayalım, BOP’un amaçlarından birisi neydi; “Köktendincileri ortak düşman tanıtmak. Laik, milliyetçi ve sosyalistlerin ABD karşıtı gruplar ile ittifak yapmalarını engellemek…” Bu, emperyalizmin uzun vadeli planları içerisindeki “kültür emperyalizmi” olarak adlandırdığımız durumun bariz bir göstergesidir. Kültür, zincirleme olarak tüketim alışkanlıklarını, yaşam biçimini, ekonomik yapıyı ve en nihayet siyasal tavırları da belirlemektedir.

Batı emperyalizmi bütün dünya kültürlerini tarumar ederken, kendisine karşı en etkin direniş gösteren İslam kültürü ile savaş halindedir. Ve İslam kültürü emperyalizme karşı kültürel direnişin yanında siyasal ve ekonomik potansiyellerine de sahiptir.

Emperyalizme direnişin en güçlü kaynaklarını taşıyan ve bunu her fırsatta ortaya koyan İslam dünyasının yeni hareketlenmesinde gün geçtikçe saflar daha da belirginleşmekte, mazlumların yanında duranların sahadaki pratikleri ile bir hareket fıkhı oluşmakta ve şekillenmektedir.

Müslümanların verdiği mücadeleler başarılı ya da başarısız sonuçlara varabilir. Müslümanlara düşen; kadir-i mutlak olanın yalnızca Rabbimiz olduğu bilinci ile hareket edip bütün olanak ve güçleri ile çabalamaları ve mutlak zaferi Allah’a mahsus kılmalarıdır.