Ortadoğu İntifadası ve Toplumsal Dönüşümün Yeni Dili

Hamza Türkmen

İki yıl önce eni ve boyu 12 ile 40 kilometreyi geçmeyen Filistin’in Gazze topraklarına İsrail binlerce bomba yağdırmıştı. Ayrıca Gazze halkı, üzerlerine atılan kimyasal patlayıcılara rağmen büyük bedeller ödemiş; ölümden ve açlıktan korkmamış, korkunun nasıl yenileceğini göstermiş, teslimiyet zilletine düşmemiş ve “Allahu Ekber” sesini yükseltmeye çalışmıştı. Bölgedeki birçok krallık, sultanlık ve cumhuriyet rejimi ise Müslüman halkların Gazze’ye uzatmaya çalıştığı eli kesmek, ilgilerini kırmak ya da ezmek için çaba sarf etmişti.

Mısır’ın çağdaş firavunu, Libya’nın, Tunus’un, Cezayir’in, Yemen’in, Bahreyn’in diktatörleri vd.leri bu süreçte Müslüman halkları zorla ve baskı yoluyla susturmaya gayret etmişlerdi. Ama yasaklarla, işkencelerle, tutuklamalarla, sürgünlerle sindirilen ve sömürülen Ortadoğu’nun Müslüman halkları, en başta insani ve İslami kimliklerine sahip çıktı; sustu ama uzlaşmadı.

Ve Allah günleri insanlar arasında döndürmektedir. Mavi Marmara baskını sırasında sessiz kalan diktatörler karşısında, artık Müslüman halkların öfkesi ve sesi yükselmektedir. Siyonizm’e karşı kazanılan Gazze deneyimi, şimdi Ortadoğu’nun işbirlikçi sistemlerine karşı bölge bölge yeniden hayat alanları oluşturmaktadır. Hak ve özgürlükler bayrağı Ortadoğu’nun onurlu ve Müslüman halklarının ellerinde yükselmektedir.

Ortadoğu’da zalimlere ve işbirlikçilerine karşı başlatılan ayaklanmalar, en başta insani veya fıtri bir arayış olarak belirmektedir. Toplumsal psikolojiden ekonomik bölüşüme, siyasi katılımdan hukuki uygulamalara, düşünceleri ifade etme hakkından kimlikleri yaşanılır kılma istemine kadar her türlü adalet arayışı, kaçınılmaz olarak özgürlük mücadelesini ve direnişini besleyen en önemli saiklerdir. En sonunda 17 Aralık 2010’da Tunus’ta görünür ve paylaşılabilir olan bir haksızlığın yaydığı kıvılcım, benzer sıkıntıları yaşayan Ortadoğu’daki birçok ülkede halkların öfkesini meydanlara taşıdı. Büyük baskılar altında tutulan ve Tunus’ta açığa çıkma imkânı bulan bu öfke, diğer öfkeli ülke halklarını da tetikleyerek bölgesel bir intifadaya dönüştü.

Kıyamın Kitleleşmesindeki Değişkenler

Siyasi ve akademik elitlerin yaygın olarak sosyal olayları Batılı paradigma içinde oluşmuş sosyolojik kalıplarla açıklama alışkanlığı bilinmektedir. Bu elitler, Ortadoğu’da gittikçe şiddetlenen değişim rüzgârını veya intifada sürecini, ya liberal ilerlemeci kalıplarla ya da tarihî diyalektik söylemin argümanlarıyla belirlemeye çalışmaktadırlar. Liberal veya sol söylemin kalıplarıyla Mısır’daki, Tunus’taki veya Bahreyn’deki kalkışmaları izah edenler, temel saik olarak ya iletişim teknolojisini kullanan gençliğin bireyselleşme, özgürleşme ve modernleşme özlemlerini keşfediyorlar ya da açlık ve işsizlik nedenlerine dayanan bir tarih yazmaya çalışıyorlar.

İslami kesimlerde yaşanan romantik veya sığınmacı, vakıasız veya ufuksuz tespitlerden uzak duralım diyen fakat vahyî ölçüler ve vakıa ile uyumlu bir perspektif geliştiremeyenlerin dili ve kalemi, sosyal bilimlerin egemen kalıplarından etkileniyor. Vakıa bilgisinden veya içtihatlarını yenileme dinamizminden uzak olan romantik veya uzlaşmacı yorumcularımızın yanında, Batılı sosyal bilimlerin refleksleriyle davranan kişiler de yaşanan olayları ya “İslami Sol” ya da “Liberal İslam” denilen ucube akımlardan intihal veya alıntı cümlelerle değerlendiriyorlar.

İnsanı ve toplumları harekete geçiren temel etkenin, sosyo-ekonomik ve sınıfsal nedenlere mi yoksa imana ve düşünsel-ideolojik nedenlere mi dayandığı sorusu Batılı düşünce kalıplarıyla düşünenler için çok önemlidir. Oysa insan ve toplum vakıasını ve bu vakıa ile ilgili Yaratıcımızın ilettiği Kur’ani bildirimleri bütünlük içinde irtibatlandırmamız ve kavramamız gerekir. Bu çerçevede insanın zorunlu ve içgüdüsel ihtiyaçlarını düşündüğümüzde, Ortadoğu’da yükselen intifadada birçok değişkenin aynı anda belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.

Ortadoğu’daki kıyam hareketlerinin açlık ve sömürü konusundan kimlik konusuna, öykünmecilikten geliştirilmek istenen farklı mücadele hatlarına, iktidara hâkim olma idealinden siyasal katılıma ve özgürlük istemine kadar birçok saikten beslendiğini söylemek mümkündür. Ama toplumsal muhalefeti dinamize eden gücü, önemli bir iletişim aracı olan internet, facebook, twitter gibi araçların amaçlaştırılmasıyla ve genç kalabalıklarla ya da açların ve işsizlerin içgüdüsel rehberliği ile izah etmek, ancak kullanım süresi geçen Batılı sosyal bilimcilerin kalıplarını tekrar etmek anlamına gelmektedir.

Örneğin 25 Ocak 2011 tarihinde başlayan Mısır intifadasını tetikleyen birçok birikmiş muhalefet potansiyelinden ve açığa çıkan dinamizmden bahsedebiliriz. Ama Mısır halkının kendilerinden bir parça olarak gördükleri Gazze’deki insanlar bombalanırken katliamcı İsrail’le işbirliğini sürdüren Mısır’ın despotik yönetimine beslediği öfkenin tsunami potansiyelini görmemek mümkün mü? Siyonizm’e ve işbirlikçi yönetimlere karşı adalet, hak ve özgürlükler bağlamında oluşan siyasi ve içgüdüsel ilginin zengininden fakirine, gencinden yaşlısına kadar insanların kalplerinde oluşturduğu öfke hangi liberal veya sosyalist şablonla açıklanacaktır?

İhvan-ı Müslimin hareketi ifsat edici ekonomik, kültürel ve siyasi politikalara karşı insanları fıtratlarıyla ve vahiyle buluşturmak ve gücü yettiği oranda fıtri yabancılaşmayı ve sosyal çözülmeyi durdurmak için 85 yıldır özgürlük ve adalet mücadelesi vermektedir. Kökü 120 yıl önceki Urvetu’l Vuska ıslah çizgisine kadar uzanan bu hareketin direniş ve organizasyon geleneği yok sayılarak, milyonlarca insanın haftalarca düzenli ve organize bir şekilde yürüttüğü bu kalkışma nasıl izah edilecektir?

Kahire Tahrir Meydanı’ndaki hak ve adalet arayışında seslerini yükseltenler mezarlıklarda yaşayan yoksul çoğunluklardan ziyade, genciyle, meslek odaları bağlıları ve esnafıyla daha ziyade okumuş ya da orta tabakadan insanlardı. Onlar mezarlarda yaşayanların, işsizlerin, yoksulların da hesabını ABD’nin ve İsrail’in işbirlikçisi Mısır rejiminden soruyorlardı. Aslında öfkenin derinliklerinde sömürgecilere ve emperyalizme duyulan nefret vardı.

Batılı paradigmanın mamulü olan liberal ve sosyalist literatürde, Batı’nın sağ veya sol cenahıyla işbirliği yapan içimizdeki mürtetlerle, münafıklarla veya Kunta Kintelerle ilgili bir bahis yoktur. Dolayısıyla Batılı paradigma sözlüğünü kullananlar, at gözlüklerini çıkartmadan İslam dünyasında olup biteni anlayamazlar.

İntifada Sürecine Egemenlerin Bakışı

Batı gerek ilerlemeci-pozitivist bakış açısıyla, gerek tarihî materyalizm şemalarıyla gerekse de “Tarihin Sonu”, “Medeniyetler Çatışması” tezleri ile geri ve öteki olarak gördüğü İslam dünyasını hep nasıl dizayn edeceğini düşündü. Dizayndan amaç entegrasyon bile değildi, asimilasyondu. Zaten sömürgeciler, I. Dünya Savaşı’nda işgal ettikleri ve ulusal sınırlara böldükleri coğrafyamızın başında da işbirlikçi krallık, şahlık, cumhuriyet ve sultanlık rejimlerinin olmasını tercih etmişlerdi. Mustafa Kemal’li Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı’ya eklemlenmeyi veya fikrî ve siyasi asimilasyonu savunan gönüllü teslimiyeti dışında, tebaasının istemlerini gözeten bazı krallık veya sultanlıklar asimilasyonun sadece siyasi alanla sınırlamasını istemişlerdi.

Ama İslam coğrafyasında asimilasyon veya entegrasyon politikalarını kabul eden işbirlikçi rejimlerin en büyük düşmanı, yeniden asıllara ve vahyin evrensel özüne dönmek, Müslüman kitleleri yeniden ıslah ve ihya etmek isteyen İslami faaliyetler ve hareketler oldu. Bu faaliyetler, ritüeller ve birikimleriyle iç içe oldukları toplumlarda derinlik kazandıkça, yerli diktatörlerin de coğrafyamızı sömüren ve bizleri ezen emperyal güçlerin de rahatı kaçtı. Müslüman halkları dinamize eden muhalefeti ve özgürlük arayışlarını değerlendirmekte çelişkiye düştüler.

Dünya egemenlerinin ve yerli diktatörlerin Müslüman toplumların muhalefet hareketlerini değerlendirme konusundaki çelişkilerine, Cezayir’de Abbas Medeni önderliğinde ortaya çıkan FİS hareketi öncesinde de tanık olduk. Örneğin bu toplumsal muhalefet potansiyeliyle nasıl baş edileceği konusunda daha 1980’lerin ortalarında bir ABD’li siyasi analizci, karşı karşıya kaldıkları ikilemi ve yapacakları muhtemel işi şöyle belirtiyordu:

“Ya mevcut hükümetin diktatörlük biçimini korumak, onu demokratik muhalefete rağmen Baasçı çizgide tutmak ve İslamcıları devlet terörizmi ile bastırmak. Ya da hükümeti muhalefet içindeki demokratik ve tamamıyla milliyetçi eğilime devretmektir. İkinci seçimin maliyeti de yok değildir. Hükümetin diktatörce yönetiminden, devletin keyfi uygulamalarından ve dahası tüm bunlara araç olan Cezayir'e yabancı soyut millet anlayışından vazgeçilmelidir. Kısacası her iki yol da büyük riskler içermekte, siyasî basiret ve ciddi çözümler istemektedir.”1

İşte 2003’te Irak’a ve peşinden tüm Ortadoğu’ya müdahale etmek isteyen kapitalist imparatorluk ABD için “sopa ve havuç politikası” olarak ifade edebileceğimiz bu ikilemli politikanın, yaşadığımız süreçte, vakıaya uymadığı ve masa başı planlar olarak kaldığı ortaya çıktı. ABD, Irak işgalinden sonra Ortadoğu’da sözde demokrasinin, insan haklarının ve özgürlüklerin yolunu açacaktı. Ama Lübnan’da Hizbullah’ın, Filistin’de HAMAS’ın ve engellenmesine rağmen Mısır’da İhvan’ın seçim başarıları BOP olarak da bilinen sözde bu özgürlük projesini anlamsız kıldı.

BOP doğrultusunda İslami muhalefeti entegre edemeyeceğini anlayan ABD ve küresel kapitalizm yeniden bölgenin diktatörlerine yapıştılar. Özgürlüklerin yeniden cendere altına alınmasını fırsat bilen İsrail’in yayılmacı Siyonist politikaları ise Batı’yı bölgemizdeki baskı rejimlerinin icraatlarına, hak ve özgürlüklerin ihlal edilmesine daha da sağır hale getirdi. Böylece Lübnan’ın güneyinde ve Gazze’de uç veren öfke ve direniş ruhu, tüm Ortadoğu’da mayalandı ve şimdi de patladı.

Ortadoğu’da domino etkisiyle yayılan kıyamı Batılı akademisyen ve analizciler teorik olarak çözmeye ve tanımlamaya çalışıyorlar. Diğer taraftan ise kapitalist egemenler, değişmekte olan siyasi statükoya rağmen petrol üretimi ve ithalatı; ayrıca ekonomik pazar dengeleri açısından küresel istikrarı gözetmek için reel politikalar üretmeye çalışıyorlar. ABD Başkanı Obama, geleceği okuyarak, Ortadoğu rejimlerini halkların taleplerini dikkate almaya davet ediyor. Belki de İsrail’in Neo-Conları ve Yahudi lobisini de kullanarak zora soktuğu ABD dış politikasını, Ortadoğu’daki gelişmeleri fırsat bilerek rahatlatmayı ve İsrail’i de sakinleştirmeyi amaçlıyor.

ABD’nin ve diğer Batılı ülkelerin bu yaygın intifadanın seyrini etkilemeye çalıştıklarından şüphe yok. Ancak Washington, finanse ederek beslediği Mısır ordusuna rağmen Mısır’daki gelişmelerin inisiyatifini muhalefete ve İhvan-ı Müslimin’e kaptırmış durumda. Tunus, Libya, Yemen, Bahreyn gibi ülkelerdeki inisiyatifin kimden yana olacağı, ABD için de henüz belirsizliğini koruyor. Şimdi ABD, Müslüman Kardeşler’in de siyasi sürece katılacağı ve bizzat anayasa yapımı tartışmalarında bulunacağı bir geçiş dönemini sindirmeye çalışıyor.

Cumhuriyetçi ve Neo-Conlardan olan siyasi analizci ve raportör Yahudi George Friedman, Avrupa’da yaşanan üç devrim süreciyle, domino etkisi uyandıran Ortadoğu’daki kıyamı mukayese edip çözümlemelerde bulunmaya çalışmış. 1848’de modern statükoya karşı liberallerin ve sosyalistlerin başlattığı kitlesel ama örgütsüz ayaklanmayı ele almış. İkinci olarak hiçbir rejimi devirememiş ve geniş taban bulamamış olan, gençlik ve öğrenci seviyesinde kalıp sadece bazı kültürel bakiyeler bırakan 1968 devrim sürecine değinmiş. Ve 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla domino etkisi oluşturan ve bölgedeki sosyalist rejimleri alaşağı eden devrimi dile getirmiş.

Friedman, Ortadoğu intifadasını 1848 devrimine benzetiyor. Yani kitlesel ve örgütsüz. Ona göre bu süreç 1968 gibi kısa ömürlü de olmayacak, 1989 gibi Arap dünyasını dönüştürecek büyük rejim değişikliklerine de kapı açmayacak. Friedman yine Batılı ülkeleri uyarmaktadır. Ona göre bu kalkışma on yıllar içinde filizlenecek ve demokratik açılımlar söz konusu olacak. Ama bu gelişimin liberalliğe dönüşeceği gibi bir beklenti içinde de olunmamalıdır. Zira bu gelişim İslam’ın kendi unsurlarına dayanan bir kültürlenmeyi getirebilecektir. Bu nedenle de Ortadoğu’daki gelişmelerden Batı’nın her halükarda memnun olacağı farz edilmemelidir.2

Oysa İslami literatürle bakarsak bizim köklü değişim ve dönüşüm çerçevesinde “ıslah ve inkılâp” dediğimiz ile Batılı paradigmanın “devrim” dediği telakkiler arasında önemli farklar vardır. Ayrıca 1848, 1968, 1989 devrimleri veya devrim süreçleri de Batılı paradigma içinde değerlendirilmesi gerekir. Ortadoğu’nun büyük bir yekûnunu oluşturan Müslüman toplumların tarihi ve sosyal yapılarıyla Avrupa menşeli devrim süreçlerinin dayandığı olgular paralel değildir. Örneğin 1989 devrimi, Batılı paradigma içinde bir değişimdir. 1989, Sanayi Devrimi ve Aydınlanma felsefesinden etkilenen kapitalist yapı içinde, sosyalist yorumdan liberal yoruma toplumsal bir ricat olayıdır.

Oysa Ortadoğu’daki intifadanın ana eksenini oluşturan neden, Müslüman halklar için hem Batılı paradigmanın bizi kuşatan fiziki-kültürel sömürü ve işgaline karşı koyma ve özgürleşme mücadelesidir hem de yabancılaşmadan arınıp yeniden fıtrat ve vahiyle buluşma çabasıdır. Bizim özgürlüğümüz işgalle, işbirlikçilikle, sömürüyle ve dayatmalarla oluşan ayaklarımızdaki zincirleri kırma mücadelemiz kadar, elbisemize/kimliğimize bulaşan vahiy dışı kirleri tasfiye etme mücadelemizle de ilgilidir. Ve tüm bu hesapların üstünde Allah’ı razı etmemize bağlı olan gaybi yardım beklentimiz, tüm hesapları çaresiz bırakacak bir güce işaret etmektedir.

Müslümanların İnkılâp Telakkisi

25 Ocak Tahrir ayaklanmasından sonra İhvan-ı Müslimin adına ilk açıklamaları Türkiye’de yapan İhvan’ın merkez komitesi üyesi Dr. Eşref Abulgaffar, hedeflerinin sadece yöneticileri değiştirmek olmadığını, “Mısır rejimini köklü değişime uğratmak” istediklerini ve bundan sonra geri dönüşün olmayacağını ilan ediyordu.

İhvan, 85 yıllık bir mücadelenin tecrübeli ve ihtiyatlı dilini kullanıyordu. İslami iktidar için kitlesel faaliyetler, suikast, ihtilal, koalisyon, demokratik katılım, silahlı mücadele, gizli faaliyet, sivil örgütlenme tipi birçok mücadele yöntemini denemişti. Mısır toplumunu ve birçok İslami oluşumu etkileyen İhvan hareketi, içinde olduğu ve organizasyonunun da gizli öznesi olduğu Mısır’daki toplumsal muhalefetin hedefi için, devrim veya inkılâp kavramı yerine değişim ifadesini kullanıyordu. Yine İhvan-ı Müslimin sözcülerinden ve merkez yürütme komitesi üyesi İsam al-Aryan da son gelişmelerle ilgili yayınlanan demecinde, arzuladıkları ıslah ve inkılâp hedefi için “tekamül”den bahsediyordu.

“ABD’nin gücüyle baş edilemez!” psikolojisini aşamayan komplocu yaklaşımlar en kolay senaryolara dayanıyorlar. Aşırı romantik ve doktrinel ya da Batılı sosyal bilimler diline öykünen insanlarımızın vakıaya uymayan yaklaşımları da gerçeklerden ve Müslümanların tarihî gerçekliğinden kopuk analizler oluşturmaktadır.

Romantik devrim veya inkılâp tasavvuruna göre, ötekini ve egemen sistemi yalın bir İslami okuma biçimiyle belirleyen ve çıkartımlarıyla oluşturduğu programını doktrinleştiren çekirdek bir devrim kadrosu gerekliydi. Devrim amacıyla biçimlendirdiği içtihatlarını naslaştıran bir eminlikle iktidara yürümek isteyen iktidar öncelikli bu anlayışı, bazıları İran’da yaşanan siyasi dönüşüm modeliyle de örneklendirmeye çalıştı.

Oysa “devrim” kelimesinin tek anlamı yoktur. Batı’da toplumsal değişim sürecine “evulation” denirken, iktidara yönelen ihtilal veya darbe hedefine de “revulation” denilmektedir. Evulation, Batılı paradigmada biraz da ilerlemeci söylemle izah edilen evrimsel ve kaderci bir dönüşümü ifade etmektedir. Revulation ise evrimin fatalist akışını darbe veya ihtilal yoluyla hızlandırmanın kalkışmasıdır. Dolayısıyla Batılı paradigmaya ait toplumsal yasaları izah etmek için kullanılan bu kavramların özüyle, vahyî bildirimlerde gördüğümüz tarihî ve toplumsal yasalarla ilgili olan “sünnetullah” ve “ıslah” kavramlarının taşıdığı özün farklılığı açıktır.

Devrim ve inkılâp kelimelerini İslami çerçevede, ancak toplumda köklü değişim anlamında ve “ıslah” kavramı bağlamında kullanabiliriz. Bu da bozulan, kirletilen, gasp edilen fıtratımızı, kimliğimizi, düşünce ve imkânlarımızı yeniden fıtrata ve vahye dönerek özgürleştirmek anlamına gelir. Bizim özgürleşme sürecimizin veya toplumsal değişimimizin (sünnetullahın) ise merhaleleri vardır.

Tevhid ve adalet toplumu ya da Kur’an ümmeti olmak konusunda hangi aşamaları kaybettik veya erozyona uğrattıysak; tabii ki inşa edilmek üzere ilk zayi ettiğimiz safhadan başlamamız gerekecektir.

Var olan veya elde kalan değerlerimizi korumak için fahşaya, ifsada, kuşatmalara karşı direnme ibadetimiz ayrı bir olaydır. Yitirdiğimiz toplumsal değerlerimizin safhalarını yeniden inşa etmek ise ayrı bir ibadi görev ve yükümlülüktür. Bu anlamda her ne kadar aralarında bir korelasyon olsa da direniş veya intifada yükümlülüğümüz ile ıslah veya inkılâp sorumluluğumuzun kendine özgü şartlarını karıştırmamak gerekir. Çünkü İslami duyarlılığımızı sosyal ve kültürel planda yaşatmak, her zaman İslami bilinci ve Kur’ani ilkelerimizi güçlendirip başarılı kıldığımız anlamına gelmez.

İslami devrim veya inkılâp süreçlerini kavramak, içinde bulunduğumuz safhayı “cihad”ın bütün gereklerini gözeterek Kur’an bütünlüğünde ve Siret-i Rasul örnekliğinde yeniden inşa etmeyi ve modelleştirmeyi gerekli kılar. Müslümanlar ıslah çabaları içinde öncelikle aralarındaki vahiy temelli itikadi, fikrî ve siyasi vahdeti sağlamalıdırlar.

Tüm İslami direnişler, örgütlenmeler, kıyam veya ihtilallar içinde bizim için inşa edilecek en büyük inkılâp, fikirde ve siyasette Kur’an neslini, Kur’an toplumunun nüvelerini muhkem naslara ve Rasululah’ın zamanla sınırlı olmayan mütevatir örnekliğine dayanarak yeniden inşa edebilmektir. Bizi kuşatan cahilî çağa karşı vereceğimiz ve bizlerin de mutmain olacağı cevap, ancak bu örneklem yoluyla ve İslami inkılâbın ilk ve temel aşamasını hayat sahnesinde tanıklaştırarak gerçekleşecektir. Kıyamımız, duyarlılığımız, fikrî ve siyasi kazanımlarımız ancak bu inkılâp hedefi doğrultusunda döşenen yollardır.

Bu konuda İslamlaşmanın, darbeler veya devrim/revulation yoluyla ele geçirilen iktidar aygıtıyla yukarıdan aşağıya mı tesis edileceği; yoksa değişimin “alttan gelen” bir kitleleşme sürecine mi dayandığı tartışmaları tabii ki geçmiş pratiğimiz için bir muhasebe imkânıdır.

Birinci yaklaşımın teorik zemini, Müslümanlarla ilgili yeterli bir tarih ve toplum değerlendirmesine dayanmaz. Bu yaklaşım toplumsal yasalar konusunda egemen sosyal bilimler diline öykünmecidir. Bu yaklaşımın örneklemi olan “İran İslam Devrimi”, iktidar imkânlarına sahip olduğu halde kitlesinin İslamlaşması ve Kur’ani ilkeleri sosyalleştirme konusunda ciddi bir başarı sağlayamamıştır. İkinci yaklaşımın, yani kitleleri bilinçlendirip ciddi bir sosyal taban kazandıktan sonra iktidara yönelmenin sünnetullaha ve rasullerin örnek mücadele süreçlerine daha uygun olduğunu söylesek de bu konuda da bazı aldanışlar vardır. Bu süreçte, ya Rasulullah’ın örnekliği gibi hayatın içinde fiilî bir arınma, uyarı ve vahyi eksene alan bir talim faaliyeti yeteri kadar geliştirilemiyor ya da kaçınılmaz bir gereklilikmiş gibi kimliğimizi kirleten ve çürüten “milliyetçilik”le ve resmi ideoloji ile uzlaşmaktan rahatsızlık duyulmuyor.

Değişimin Yeni Dili ve Demokrasi Sorunu

İhvan-ı Müslimin’in lideri Prof. Dr. Muhammed Bedi Abdulmecid Sami’dir. Muhammed Bedi, Arap dünyasında sayılı bilim adamlarından birisi olarak kabul edilmektedir. 1965’te Seyyid Kutub’la birlikte ikinci kez hapsedilen İhvan üyelerindendir. Seyyid Kutub 1966 Ağustos’unda idam edilmiş, o ise 9 yıl cezaevinde kalmıştır. Mısır’da 25 Ocak’tan beri de izlenen politikalarla birlikte Müslüman Kardeşler’i, Genelkurmay yetkililerinin oluşturduğu anayasa hazırlama komisyonunun aktörlerinden birisi haline getirmiş ve Mısır toplumu nezdinde hareketin meşruiyetini de pekiştirmiştir.

Dr. Reşad Beyyumi, İhvan’ın lider yardımcısıdır. Sefer Turan’ın Beyyumi ile yaptığı röportajda Mısır’daki köklü değişim sürecini devam ettirebilmek için artık “Şehitler Meydanı” denilen Tahrir Meydanı’nda her Cuma, kitlesel Cuma namazlarına devam edeceklerini belirtmiştir. “Hilafetin yeniden ihyası düşüncesini gerçekçi bulmadıklarını” da söylemektedir. “Niyetlerinin iktidarı ele geçirmek değil, siyasal sistemde köklü değişiklik yapmak” olduğunu ifade edip, ıslah çabalarının önemine vurgu yapmaktadır.3

Mısır intifadasına katılan kitleleri sembolize eden en önemli gösterge meydanda kılınan toplu namazlardır. Bu nedenle Mısır’daki ve Ortadoğu’nun diğer ülkelerindeki kıyama salât-ı ikame edenlerin intifadası diyebiliriz. Ama daha yaygın ve sahiplenilen ortak semboller de söz konusuydu. Mısırlılığı, Libyalılığı, Tunusluluğu, Yemenliliği ortak payda olarak gösteren ulusal bayraklar veya Bahreyn ve Irak’ta olduğu gibi Şiiliği ve Sünniliği ifade eden vurgular bunlardandı. Ayrıca Mısır’daki %12’lik Kıpti/Hıristiyan nüfus ile kendini sol, demokrat, liberal veya milliyetçi gösteren protestoculardan da bahsetmek mümkündü.

Sünnetullah çerçevesinde ciddi ve tutarlı bir toplum ve tarih değerlendirmesine varamadan, daru’l harp fıkhının şaz ve aykırı telakkilerinden ayrışmadan, tebliğ ve vahyî siyaset ölçülerini Kur’an ve Muhammedi Sünnet bütünlüğünde netleştirmeden krallık ve diktatörlük ülkelerinde yazılan “Rabbani Metod”, “Tevhidi Yol”, “İslami Hareket Fıkhı” başlıklı kitaplar vardı. Bazı doğrular taşısa da eksik birikimler ve kendi atmosferinin şartları içinde yazılan hareket metoduyla ilgili bu kitaplardaki yorumları aşamayan ve çağdaş şartlarda içtihadi yenilenmelere gidemeyen Selefilerin ve silah bırakan Cihad hareketi üyelerinin ise Mısır intifadasını yorumlayamadıklarını takip ettik.

Oysa bu akımlar pasif boykotla veya anarşizme varan sınırlı silahlı hareketlerle Mısır firavununu ve sistemini yıpratmaya çalışmışlardı. Aynı hedefleri döven bu yeni ve kitlesel harekette yer almaları ve birlikte hareket etme ittifakına uyum gösterip uzun vadede inisiyatif kullanmaları ve İhvan’la diyaloglarını artırmaları beklenirdi. Lakin sahip çıktıklarını söyledikleri Seyyid Kutub’un “yeniden Kur’an neslini inşa etme” stratejisini de anlamadıklarını pratikleriyle sergileyen bu akımlar, gelişmelere iktidar eksenli bakıyorlardı. Ayrıca Türkiye’de de Ortadoğu’daki intifada hareketlerine “Neden yüz binler hatta milyonlar meydanlarda toplanmışken, bir tevhid ve adalet nizamı kurmayı şiarlaştırmıyorlar?” diye eleştiri sunup mevcut gelişmeleri kenarından takip eden bir ruh yapısına da tanık olmaktayız. Bu ruh yapısı safhalı mücadelenin şartlarını yerine getirmeyen bir acelecilikle, 1970’lerin sonlarında mayalanmaya başlayan iktidar eksenli romantik değişim hedefi istikametinde Türkiye’deki tevhidî uyanış sürecini mağlubiyete götürmüştü. Şu veya bu biçimde iktidar hedefini öncelemekten vazgeçemeyen bu tür yaklaşımlar, tarihî sürecimize, ümmet gerçekliğine ve İslam dünyasının niteliksel realitesine bakmayan bir hayalcilik içindedirler.

İhvan’ın yeni kadrosu toplum değerlendirmesi konusunda kendini yenilemiş ve daha reel ve hikmetli bir tutum içinde görünüyor. Yusuf Karadavi başta olmak üzere Hudeybi gibi İhvan mürşitleri, Kutub’un ulusal toplumları “cahilî toplum” olarak nitelendirmesine ilk dönemlerde karşı çıkmışlardı. Kutub’un takipçileri olduklarını söyleyen Cihad, et-Tekfir ve’l Hicre, Cemaat-i Müslimin, bazı Selefi grupları ise “cahilî toplum” tespitini kavramamış, bu vurguyu toplumu tekfir etme noktasına çekmişlerdi. Ama gerek Kutub’un hapishane arkadaşı ve yeni başkan Muhammed Bedi’nin gerek başkan yardımcısı Beyyumi’nin, gerek İhvan sözcüleri Abdulgaffar ve el-Aryan’ın açıklamalarına baktığımızda bu konuda İhvan-ı Müslimin kadrolarını bir içtihadi yenilenme içinde gördüğümüzü söyleyebiliriz. Onlar namaz ikame edenlerin intifadasını, pratik mücadele içinde ve kendilerine emniyet sağlayacak özgürlük alanları açarak safha safha ıslah edip bilinçlendirmeyi amaçlıyorlar gibi. Bu görünüm 85 yıllık bir mücadele sürecinin getirdiği ve hikmetli olmayı kazandıran bir yönelimi ifade ediyor.

Beyyumi, “hilafetin yeniden ihyası düşüncesini gerçekçi bulmadıklarını” söylüyor. Bu tespit İslam’ı bir hayat düzeni olarak anlayanlar açısından ezber bozan değil, olması gereken geç kalmış bir tartışmadır. Bu tartışmanın sahih değerlendirmelerini ortaya koymadığımız için, İslami yönetim konusunda İslam’a ilgi duyan birçok kişinin anlam ve anlama dünyası oryantalistler, İslami modernistler ve tarihselciler tarafından bulandırılmıştır.

Büyük ölçüde saltanat sistemlerinin “saray uleması” denilen âlimlere yazdırdığı ve kendi meşruiyetleri için akaid/kelam kitaplarına bile musallat ettikleri “hilafet” anlayışı, doğrusuyla yanlışıyla yönetimle ilgili tarihî bir içtihat veya anlama biçimidir. “Müslümanların kendilerinden olan emir sahiplerine nasıl itaat edecekleri” konusunun siyasi boyutu ise zaman ve mekân şartlarına göre belirlenecek yeterli bir şura içtihadının konusudur. Bu da Kutub’un dediği ve hayatta karşılığı olmayan “sahife fıkhı” metinleriyle değil, nass-vakıa irtibatı içinde yaşayan fıkıh hareketiyle çözümlenecek bir konudur.

İslami iktidar, ümmetin örgütlenmiş gücüdür. Oysa bizler ilk önce Kutub’un dediği gibi, yitirdiğimiz Kur’an ümmetinin bütünlüğünden arta kalan parçalarını, Müslümanlar arasındaki insani ve İslami duyarlılığı ayakta tutmak ve safha safha yükselen bir tekâmül yolunu nasıl izleyeceğimizi düşünmek ve müzakere etmek durumundayız. El-Aryan’ın ifade ettiği “tekâmül” ve Beyyumi’nin ifade ettiği “ıslah” çabalarını bu bağlamda anlamak istiyoruz. Zaten Eşref Abdülgaffar da rejimi köklü değişime uğratmak için “köklü ve uzun soluklu bir mücadeleyi tasarladıklarını” söylemişti.4

Seyyid Kutub, tespitlerindeki isabet kadar, yol haritası oluşturmak konusunda pek yeterli olamamıştı. Kutub’un cahilî toplum dışında örgütlenmeyi hedef almasındaki afakiliği, uzun soluklu bir ıslah ve inşa faaliyeti için Rasulullah ve diğer rasullerin (s) örnekliğinden hareketle aşılması gerekiyordu. Mücadeleyi cahilî toplum içinde alan açarak devam ettirme izlenimine ise İhvan’ın yeni politikalarında ve hedeflerinde rastlıyoruz.

Yeni bir inşa ve ıslah faaliyeti için özgürlük alanları oluşturmak gerekiyor. Bu konuda İslami ilkelerden ve kimlikten taviz vermeden, Allah’ın ayetlerinin üzerini örtmeden, müdahanede bulunmadan gerek diyalog yoluyla, gerek gücümüz oranında örgütleyebileceğimiz direnişlerle mesafe almak gerekiyor. İşte Ortadoğu’da domino etkisi yapan intifada stratejisini de bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor.

Hz. Muhammed’in Mekke döneminde İslami tebliğ, eğitim ve inşa faaliyetlerine alan açmak için yararlanılan eman, davet, ilaf kurumları ve panayırlar; Habeşistan hicretinde Ehl-i Kitab bir yönetimin himayesine girilmesi veya Medine’de gayrimüslimlerle yapılan ittifak söz konusudur. Bu bağlamda günümüz dünyasını kuşatan sanayi ve iletişim devrimlerinin küresel yapısında tebliğ, inşa ve eğitim faaliyetlerine alan açmanın karşılığının ne olabileceğinin nass temelli içtihadi açılımları hayati öneme haizdir.

Günümüzde dernek, vakıf, dergi, işyeri, beyaz ve mavi yaka emekçiliği, açık toplantı veya basın açıklaması gibi ilkeli bir şekilde sistem içi araçları kullanmanın imkânlarına, daha çok demokratik sistemlerde ulaşılabiliniyor. Ortadoğu intifadasında demokrasi talebinin dillendirilmesi, özgürlük alanlarının açılmasıyla irtibatlı bir olay. Muhaliflerden vahyî doğruları tebliğ etmeyi ve Müslümanların niteliklerini geliştirmeyi amaçlayanlar demokratik ortamı daha imkânlı bir vasat olarak görürken, bazıları da demokrasiyi yabancılaşmanın bir imkânı olarak okuyabilirler.

Demokrasi Batılı paradigmaya ait bir kavram. İnsan merkezli. Doğrunun ölçüsünü insana tayin ettiren seküler ve felsefi bir boyutu var. Bu anlamda bir Müslüman, demokrat olamaz. Ancak cahilî bir felsefeye de dayansa, tuğyanın faşist, totaliter ve hukuk tanımaz biçimlerine karşı sağladığı yasal güvencelerle daha imkânlı. Anayasası laiklik ilkesine göre düzenlenen Türkiye ve Tunus gibi halkı Müslüman olan ülkelerde demokrasi ve demokratik araçlar, riskli ama tevhidî çerçevede sistem içi araçları kullanma fıkhı içinde değerlendirilebilecek imkânlar. Hz. Yusuf’un yönetim pratiği bu tür tartışmalar için açık bir örneklem.5 Hizbullah’ın, FİS’in, HAMAS’ın ve İhvan’ın ve yeni kurduğu partinin adıyla “Adalet ve Özgürlük Partisi”nin yaşadığı ve yaşayacağı pratikleri de bu bağlamda ele almak mümkündür. İslami kimliğini gizlemeyen ve müdahanede bulunmayan bu tür pratikleri, tabii ki laik rejimlerin bugünkü şartlarında yaşamlaştırmak adeta mümkün değil.

Eşref Abdülgaffar, demokrasi taleplerini seçim anlamında kullandıklarını belirtmekte, yeni anayasa yapma çalışmalarını da mevcut anayasanın 2. Maddesiyle açıklamaktadır. 2. Maddede Kur’an’ın temel alındığı ve kanunların şer’i esaslara göre yapılması hükmü bulunmaktadır. Abdülgaffar’a göre de bu bağlamı laik yasalar çerçevesinde algılamamak gerekmektedir. Bu bağlamıyla birçok İslam ülkesinin anayasası, adeta Emevi ve Abbasi sultanlıklarını hatırlatmaktadır. Sultanlık kendini Kur’an ve Sünnet’le tanımlamaktadır ama uygulamada diktatörce davranmakta, şer’i hükümleri uygulamamakta, şuranın ve siyasal katılımın yolunu kesmektedir. Krallık ve sultanlık rejimlerinde yazılan İslami metot kitaplarında ise krallık ve sultanlık eleştirilerinden çok demokrasi eleştirisinin yapılması ve “zalim sultana itaat umdesi”nin Eş’ari ve Maturudi akaid kitaplarında yer almasının bu çalışmalarda eleştiri konusu bile yapılmaması oldukça dikkat çekicidir.

İslam dünyasında İslami hareketlerin diktatörler, vesayet sistemleri ve krallıklar karşısında yükselttikleri demokrasi söylemlerini irdelememiz gerekir. Eğer içinde yaşadıkları ülkelerin anayasaları kâğıt üzerinde de olsa İslam’la irtibatlandırılmışlarsa, bu kavramın despotizmi aşmak ve özgürlük alanlarına ulaşmak için ödünç olarak kullanıldığını anlamamız gerekir. Özgünlüğümüz açısından belki bu kullanım can sıkıcıdır ama tarihî süreç içinde “şura” anlayışını, demokratik seçim ve yönetim biçiminden daha ileri ve tutarlı bir şekilde tanımlayıp, nitelik ve katılımcılık açısından örneklendirme üretimini gerçekleştiremediğimiz de tarihî bir vakıadır. Bu konuda İslam dünyasındaki son fıkhi çözümleme 6 asır önce Muvahhidler Devleti tarafından örneklendirilmeye çalışılmıştı. Bu çerçevede İhvan’ın “seküler demokrasi” değil, “müspet demokrasi” tasnifi, Müslümanları su-i zandan uzaklaştırıcı bir beyan olmalıdır ama şura emrinin demokrasiden çok daha üstün ve haklı bir yönetim biçimi olduğu tanımını da pratik uygulamasıyla birlikte gerçekleştirme hedefimiz olmalıdır.

Müşterek İmtihanlarımız

İslami mücadele pratiği ve metot değerlendirmeleri bizlere gösterdi ki, zulüm ve baskının olduğu yerlerde bir avuç kadro elemanının fedakârlığı dışında, nitelikli dava adamı yetiştirmek ve kitlelerde fikrî bir dönüşüm sağlamak adeta imkânsız hale gelmektedir. Mevzi ve zorunlu direnişler dışında, silahlı mücadele ile bir irşad ve şahitlik faaliyeti göstermenin imkânsızlığı da açık-seçik hale gelmiştir. 20. yüzyılın sonunda silah bırakan Mısır Cihad örgütünün yaptığı muhasebe ve çözümlemeler de bu konuda yararlanılması gereken bir pratiktir.

Her alanda kitlelere öncülük yapacak kadroların ve bir Kur’an neslinin yetiştirilmesi, kapitalist yaşam tarzına cevap verecek bir kültürlenmenin sağlanması ve ekonomik ihtiyaçların kapitalist piyasa ağından ayrışan üretici bir çözümlemeyle karşılanabilmesi hayati öneme haizdir. Bütün bu amaçlara varabilmek için de ayrıca siyerdeki Habeşistan arayışı ve Yesrib tercihi gibi tebliğ, eğitim ve talim faaliyetlerine imkân sağlayacak vasatlara ulaşılması gerekmektedir. Bu nedenle de insanları kimliksel ve ekonomik baskı altında tutan zalim ve vurguncu düzenlere karşı kitlelerdeki muhalefet duygularını, ittifak şartlarını da gözeterek harekete geçirmek, hak ve özgürlükler için uygun ortamlar yaratmak gerekmektedir.

İkinci aşamadaki sınavımız ise insani ve İslami duyarlılıklarımızı ve kazanımlarımızı nasıl kalıcı kılacağımızla, birikimimizi orta vadede nasıl sosyal bir İslami inkılâba dönüştüreceğimizle ilgilidir. Kazanımlarımızı ve özgürlüklerimizi geliştirmenin yolu ise ilmihalimizi bugünkü küresel kapitalist çağda yenileyebilmek ve nasıl var kalıp kendimizi vahyî özgünlük içinde takdim edeceğimizi belirleyip örneklendirebilmektir. Bir hayat kitabı haline getirmemiz gereken Kur’an ile kendimiz için de dünya insanlığı için de bir adalet ve özgürlük manifestosu ve toplumu oluşturmak, İslami mücadelemizin en önemli safhalarındandır. Ortadoğu’daki bölgesel intifadanın okuyabildiğimiz dili, toplumsal dönüşüm hedefinin bahsettiğimiz parametreleriyle şimdilik de olsa birçok yerde paralelleşiyor.

Tunus intifadası, bastırılan öfkelerin açığa çıkması açısından domino etkisi oluşturdu. Mısır intifadası ise İslami ilkeleri gözeten merhaleci bir inkılâp sürecinin nasıllığı konusunda yeni bir domino etkisi inşa etmeye aday. Ancak Mısır intifadasının yaratacağı rahatlama ortamı, Müslümanlara yeni bir imtihan alanı yaratmaktadır. Bu rahatlama Mısır Müslümanlarının gevşeyip çözülmesine mi sebep olacaktır, yoksa ıslah ve inşa çalışmalarına hız mı kazandıracaktır? Bu süreç, 28 Şubat darbesinden sonra AK Parti icraatlarıyla kavuşulan kısmi rahatlama ortamı ile Türkiye Müslümanlarının da yaşadığı bir imtihandır. Türkiye pratiğinin hem siyasal parti aracının kullanılma anlayışı açısından hem de kazanımların imtihanı açısından iyi değerlendirildiğini söyleyemeyiz. Ama bazı siyasi analizcilerin İhvan yöneticilerinden AK Parti hakkında bu konuyla ilgili eleştirel aktarımlarda bulunmaları dikkat çekicidir.

Ortadoğu halkları ve Müslümanlar, II. Dünya Savaşı’ndan sonra gösterdikleri direnişlerle ülkelerini sömürgecilerden kurtarmış ama yönetimi daha zalim işbirlikçi diktatörlerin inisiyatifine kaptırmışlardı. Şimdi ise yükselen bölgesel intifada ile bedeller ödenerek özgürlükler kazanılmaktadır. İktidarda kimin olacağından çok, sistemin vesayet rejimi olmaktan çıkarılmasına ve halkın denetimine açık hale getirilmesine çalışılmaktadır. Ayrıca anayasal düzenlemelerin ise İslami düşünce ve faaliyetlere karşı olmaması doğrultusunda çaba sarf edilmektedir.

ABD ve küresel kapitalizm, karşısına almaya cesaret edemediği kitlesel intifadayı, şimdi içinden fethetmeye çalışacak. Bedeller ödenerek oluşturulan özgürlük alanlarından kişiyi tekleştiren liberal söylemleriyle, tüketim ikonlarıyla ve hevesleri tahrik eden iğvalarla sızmak istemesi muhtemeldir. Oysa özgürlük alanlarımız ötekine kaptırmak veya benzemek için kazanılmamıştır. Bu nedenle kazanımlarımızı ve özgürlük alanlarımızı hassasiyetle gözetmeli ve korumalıyız. Çünkü büyük acılar ve çilelerle elde edilen özgürlük alanları, öncelikle tevhid ve adalet modelimizi oluşturmak içindir. Özgürlük alanlarımız, öncelikle Müslümanların ve insanlığın fıtrat ve vahiyle ön yargısız olarak buluşmalarını temin içindir.

 

Dipnotlar:

1-Hugh Roberts, “Radikal İslamcılık ve Cezayir Milliyetçiliğinin Çıkmazı”, Dünya ve İslam Dergisi, Sayı: 1, Kış 1990.

2-George Friedman, “Devrimler ve İslam Dünyası”, www.dunyabulteni.net, Çev.: Ertuğrul Aydın

3-Sefer Turan, “Tahrir Ruhu: Mısır’ın Yeni Dinamizmi”, Yeni Şafak Gazetesi, 25 Şubat 2011.

4-Eşref Abdulgaffar, “Mısır İntifadasını Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?”, Özgür-Der Paneli, 2 Şubat 2011; http://haksozhaber.net/news_detail.php?id=19356

5-Cengiz Duman, “Hz. Yusuf’un Mısır Yönetimindeki Konumu”, Haksöz Dergisi, Sayı: 238-239, Ocak-Şubat 2011.