Milliyetçilik (ulusçuluk) bazılarının zannettiği gibi insanlık tarihiyle başlamış bir anlayış, insanın doğal hali ve/ya yönelimi falan olmayıp, 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da ortaya çıkan siyasal-toplumsal şartların geliştirip yaygınlaştırdığı bir ideolojidir. Ne var ki geçen birkaç yüzyıla damgasını vurduğu gibi milliyetçiliğin halen çok yaygın ve etkili bir akım olduğu ise gayet açıktır. Milliyetçilik ideolojisinin dünya sistemini belirlediği, devlet yapılarını ve devletlerarası ilişkileri biçimlendirdiği, dünya genelinde farklı etnik köken, dil ve inanç mensubu toplulukların sosyal-siyasal düzlemde aidiyetlerini büyük ölçüde şekillendirdiği de tartışma götürmez.
Kuşatıcı ve Dönüştürücü Bir Akım ve Tutum Olarak Milliyetçilik
Pragmatik ve esnek yapısı milliyetçiliğe etki alanını genişletme ve farklı ortam ve şartlarda birbirinden çok farklı hallere bürünebilme zemini sunmakta. Net çizilmiş sınırları olmaması yüzünden milliyetçiliğin esnek bir mahiyet arz ettiği ve hayli kuşatıcı olabildiği görülüyor. Aynı şekilde değişen ortamlara kolaylıkla adapte olabilme, dolayısıyla kırılganlıktan uzaklık ve dayanaklılık gibi bir vasfa da sahip bulunmakta. Sert esen rüzgârlar karşısında kolaylıkla eğilip bükülmesi, renk değiştirmesi gibi hususiyetleri milliyetçiliğin ömrünü ve etki alanını uzatıyor.
Toplumsal hayatın hemen her zerresine sinmiş bir ideoloji olarak milliyetçiliğin yansımalarıyla her yerde, her vesileyle karşılaşmak mümkün. Öyle ki çelişki arz eden zeminler de buna dâhil. Örneğin ümmet potasında erime bilinci geliştirilmesi gereken bir mekân olduğuna kuşku bulunmayan hac ibadetini düşünelim. Haccın, Türkiyeli hacıların milli gurur ve şuurunun her aşamada zirveye çıktığı bir etkinliğe dönüşmesi ilginç değil mi?
İlginçlik yalnızca Türkiye’ye ve Türkiyelilere has bir durum değil tabi ki! Çelişik görüntüler her yerde karşımıza çıkabiliyor. Mesela, Tahrir Meydanında Mursi’yi protesto etmek için toplanmış Mısırlıların ellerinde dalgalandırdıkları bayraklarla, Sisi darbesini lanetlemek için ölümü göze alarak Adeviyye’de toplanmış Mısırlıların aynı bayrakları taşıdıklarını görmüştük. Yine, Beşşar rejiminin varil bombalarından, katliamlarından kaçarak farklı ülkelere sığınmış Suriyeli muhacirlerin Dünya Kupası eleme maçına çıkan Suriye milli takımının galibiyeti için heyecana kapılmaları, dua etmeleri, gol sevinciyle haykırmaları gibi görüntüler de oldukça dikkat çekiciydi.
Tüm bu manzaralar bize milliyetçiliğin ne ölçüde bünyeye sirayet etmiş bulunduğu hususunda bir fikir verebilir. İleri seviyede bir kimlik karmaşasıyla, tam bir bulanıklık haliyle yüz yüze olduğumuz tartışma götürmez. Daha garibi ise bu durumun İslam coğrafyasında sadece halkların, kitlelerin hastalığı olmakla kalmayıp, İslami iddialar taşıyan kesimlerin, çevrelerin, yapıların da zaafını teşkil etmesi.
Siyasal Sarsıntı ve Milliyetçi Savrulma
Türkiye’de son dönemde bu durumun yansımalarıyla daha fazla karşılaşmaya başladığımız da bir gerçek. Milliyetçi-devletçi tortular sanki giderek çok daha yoğun bir şekilde yüzeye vurmakta. Vatan, millet, bayrak vb. retoriklerle bezenmiş tezler, iddialar İslamcı diye bilinen çevrelerin, kalemlerin söylemlerinde ve tavır alışlarında daha belirgin hale gelmekte. Zaten sağ-muhafazakâr gelenekten bütünüyle kopmamış, bu toplumsal zeminden ayrışmamış kesimler için bu durum şaşırtıcı sayılmayabilir ama geçmişte kimliksel saflık adına bu tür yaklaşımlara tavır almış, İslami aidiyetle çelişen ve onu gölgeleyebilecek her türlü kavram ve eğilimi reddetmiş çevrelerde benzeri ‘geri dönüşler’ yaşanması, milliyetçi sinyallerin sıklaşması görmezden gelinebilecek bir şey olmasa gerek!
Türkiye toplumunun yapısında zaten güçlü bir devlet-millet kutsaması mevcut. Osmanlı’nın son dönemlerinde yoğunlaşan ve Cumhuriyet döneminde ise daha keskin bir tarza bürünen ‘beka kaygısı’ sadece devlet siyasetini değil, toplumsal kanaat ve refleksleri de şekillendirmiş durumda. Bu sebepten dolayıdır ki bu ülkenin tansiyonu hep yüksek seyretmekte. Bu halin zaman zaman dindiği, normalleşme süreçleriyle geri çekildiği olmuyor mu? Oluyor elbette ama sanki bu süreçler ara dönem gibi kalıyor ve farklı etkenlerle birtakım gerilimlerin öne çıkmasıyla birlikte tekrardan asli pozisyona, beka kaygısıyla çırpınan, ateş çemberinden geçen ülke manzarasına avdet ediliyor.
Bu bağlamda örneğin Türkiye’nin 80’li yılların sonlarında başlayıp 90’lı yılların ilk dönemine uzanan gündemi ve görünümüyle, 90’lı yılların ikinci yarısına doğru ortaya çıkan manzarayı karşılaştıracak olursak bu değişimi net biçimde tespit edebiliriz. Benzeri bir gözlemi AK Parti iktidarı dönemiyle ilgili olarak da yapmak mümkün. 2000’li yılların sonları ve 2010’lu yılların başlarındaki tartışmalar, eğilimler, yaklaşımlar ile 17-25 Aralık sonrası süreçte yaşanan altüst oluşu kıyaslamak bile zor!
Devlet katında çok açık, belirgin bir otoriterleşme olgusuyla ve bunun topluma doğrudan milliyetçi-devletçi yansımalarıyla her geçen gün biraz daha fazla kuşatılıyoruz. Bu ülke neredeyse biteviye terör, düşman, ihanet, casusluk vb. kavramlarla konuşan; muhalif konumundaki herkesin bir biçimde suçlanabileceği ve masumiyetini ispata mecbur tutulabileceği; sürekli biçimde operasyonlara uyanan bir ülke görünümüne bürünmekte!
Hiç kuşkusuz son dönemde olağanüstü birtakım gelişmeler yaşandı. Bu çerçevede Gezi kışkırtmasının, ardından 17-25 Aralık komplosunun ve en nihayet 15 Temmuz darbe kalkışmasının sıradan hadiseler olmayıp, ülkeyi raydan çıkartmaya ve toplumun ruh sağlığını ifsad etmeye yetecek gelişmeler olduğu kesindir. Tüm bunlara paralel biçimde bölgesel çapta artan baskı ve kuşatmanın ise bu endişeli ve gergin ruh halini daha ileri düzeylere taşıdığı da görmezden gelinemez. Ne var ki tüm bu gelişmelere, -iktidar diliyle söyleyecek olursak- tüm bu oyunlara, tuzaklara karşı ortaya konulan tavrın neye hizmet ettiği, yüz yüze olunan tehlikenin hafifletilmesine mi yoksa daha fazla derinleşmesine mi yaradığı sorusunun da sorulması elzemdir.
Gözüken o ki, ülkenin farklı cihetlerden kuşatılmaya çalışıldığı tespitinden hareketle iktidar sahipleri çare olarak toplumu iç ve dış düşmanlar karşısında homojenleştirme siyasetine yönelmekte ve bunu da en net bir şekilde milliyetçi-devletçi söylem ve araçlara müracaatla yapmaktadır. Bu arada çok uzun süreçlerde işlenerek zihinlere kazınmış bulunan resmî ideolojik kalıplarınsa konjonktürel gelişmelerin ortaya çıkardığı tehdit algılarıyla bütünleştiği görülmekte, bu durum ise sonuçta yoğun bir milliyetçi atmosferin ortalığı kaplamasına zemin hazırlamaktadır. Varlığımızı ve birliğimizi hedef alan birleşik düşmanlar algısı dayanışma ve güçlü birliktelik ihtiyacını ortaya çıkarırken, korku atmosferinin bu şekilde yaygınlaşması aynı zamanda politik zeminde atılan garip ve çelişik adımların meşrulaşmasına da kapı aralamaktadır.
Yeni Bir Sadakat Kıstası Olarak Yerlilik ve Millilik!
Bir müddettir yerlilik ve millilik kavramıyla yeni bir ölçünün, bir meşruiyet kriterinin devlet katından topluma taşındığına şahitlik ediyoruz. Adlandırma düzeyinde yeni olmasına ve geleneksel devlet elitlerinden farklı bir kadro tarafından dillendirilmesine karşın yerlilik ve millilik kavramının Kemalist-Türkçü resmi ideolojik çerçeveyi ne kadar aşabildiği, ne oranda yeni bir kimlik çerçevesi sunabildiği tartışmalıdır.
Şüphesiz Tayyip Erdoğan’ın dünyasında yerlilik ve millilik tanımlaması Kemalist ulusalcı şablonla örtüşmeyen, hatta onunla çelişen bir zemine, en genel manada İslami aidiyet zeminine oturmaktadır. Bu yönüyle Batı’yı kıblegâh belirlemiş, İslami referansları toplumsal hayattan tümüyle dışlayan ve farklı etnik aidiyetleri Türk ulusalcılığı potasında eritmeye, asimile etmeye yönelmiş Kemalist anlayışla özdeşliğinden de benzerliğinden de söz etmek doğru olmaz. Bu yönüyle Erdoğan iktidarına eleştiri babında yöneltilen ‘Kemalist İslamcılık’ vb. kavramsallaştırmalar haklılık ve tutarlılıktan yoksundur.
Mamafih Kemalist projeyle çelişmesi, hatta yer yer çatışması, yerlilik ve millilik projesinin İslami kimlikle birebir örtüştüğü ve Müslümanlarca savunulabileceği sonucunu doğurmaz. Bu projenin, bu aidiyet tanımının gerek Kemalist gelenekle hesaplaşma noktasında gerekse de emperyalist dayatmalar karşısında anlamlı ve işlevsel boyutları olabilir. Buradan hareketle İslami mücadele açısından birtakım avantajlar sağladığından da söz edilebilir. Ama son kertede yerlilik ve millilik adıyla gündemleştirilen çerçevenin aidiyet tanımı itibariyle eklektik bir içeriğe sahip olduğu ve iktidara alan açma ve uygulamalarına meşruiyet zemini sağlama anlamında operasyonel bir mahiyet arz ettiği de görmezden gelinemez.
Kullanıcılarının zihin dünyasında yerli ve milli tanımlamasına, bu coğrafyaya ait olma, bu toplumun değerlerini taşıma gibi bir anlam yüklendiği anlaşılmaktadır. Millilik vurgusuyla ayrıca İslami aidiyete atıf yapıldığı, millet kavramının İslami literatürde din manasını içermesinden hareketle ulusallığın değil, Müslümanlığın kastedildiği de söylenebilir. Nitekim muhafazakâr gelenekte millet kavramının ve milli sıfatının milliyetçi formdan ziyade İslamilikle ilişkilendirilerek kullanıldığı bilinmektedir. Bununla birlikte bu kullanım çift dilli bir tercihi yansıtmakta ve bilinen manasıyla milliyetçiliği de içerecek bir mahiyet arz etmektedir. Yani aidiyet atfedilen millet tanımı zemine ve muhataplara göre bazen İbrahim milleti olmakta, bazen de Türk milletine dönüşmektedir.
Kimliğimizi Konjonktürel İhtiyaçlar ve Gelişmeler Şekillendirmemeli!
Yani içeriği itibariyle eklektik, hedefleri boyutuyla ise farklılaşabilen, renk değiştirebilen bir tanımlama söz konusudur ki bunun saf ve net bir tarzda İslami kimlik mücadelesi vermekle mükellef Müslümanlarca benimsenmesi, içselleştirilmesi mümkün olamaz. Yeryüzünün tamamında din yalnız Allah’ın oluncaya kadar mücadele etmekle vazifeli Müslümanlar açık ve net biçimde İslami kimliklerini öne çıkartmalı, Ümmet bilinciyle çelişecek ya da bunu gölgeleyebilecek herhangi bir aidiyet tanımını reddetmelidirler.
Yerlilik ve millilik çerçevesinin tümüyle iktidar tarafından çizildiği ve buna bütünüyle kendi ölçüleri ve hedefleri doğrultusunda bir işlev yüklendiği açıktır. Bu bağlamda örneğin 2023, 2053 ve 2071 hedefleri diye anılan vurguların neye tekabül ettiği sorgulanmalı değil midir? Yerli ve milli olma kriterinin tezahürlerine baktığımızda gerek iç, gerek dış politikada iktidar icraatlarına uyumluluğun esas kabul edildiği anlaşılmaktadır. İktidar icraatları ise konjonktürel gelişmelerden had safhada etkilenmekte, dostluklar, düşmanlıklar baş döndürücü bir hızla mütemadiyen değişmektedir.
Yerlilik ve millilik dün Gülen yapılanmasını tüm topluma adeta ‘biricik hayırlı hizmet’ olarak sunmayı, hatta dayatmayı getirirken, bugün ise bu yapının kökünü kazımaya kilitlenmiş bir seferberlik halini yansıtmaktadır. Kısa bir süre önce savaşın eşiğine gelinen Rusya, bugün ebedi müttefik muamelesi görmektedir. Halep’in işgali sürecinde İran’ı, Musul operasyonu gündeminde Irak yönetimini düşman konumuna oturtmak yerli ve milli dış politikanın gereği olarak sunulmaktaydı; bugün ise bunlarla dostluk birebir aynı gerekçeyle temellendirilmeye çalışılmaktadır. Her fırsatta milyonlarca mülteciyi ağırladıklarının altını çizerek İslam dünyasına yönelik olarak kendilerini abi, öncü, hami konumuna oturtanlar, pek çok muhacirin sadece şüphe üzerine aylarca yabancılar şubesinde tutulmalarını normal karşılamakta, hatta ülkenin imajına zarar verebileceği endişesiyle bu konunun gündemleşmemesi gerektiğini savunmaktadırlar.
Yerli ve milli duruş adına hukuk devleti olmanın en temel kuralları çiğnenmekte, politik zeminde doğuracağı sonuçlar, sağlayacağı menfaatler esas alınmak suretiyle ilkesiz, adaletsiz eylemler gönül rahatlığıyla icra edilebilmektedir. Eleştiriler, uyarılar ise hep aynı basmakalıp “içinden geçtiğimiz zor şartlar” gerekçesiyle geçiştirilmekte, “ülkemiz üzerinde oynan büyük oyunları boşa çıkartma” çabası karşısında bazı ‘ufak tefek’ haksızlıkların, mağduriyetlerin lafının dahi edilmemesi, bu şekilde “kelle koltukta iç ve dış düşmanlarla savaşan yerli ve milli kadrolar”ın zayıflatılmasından kaçınılması salık verilmektedir.
Vatan-millet kutsamasıyla iktidarın icraatları ve ihtiyaçları öncelenip, esas kabul edilirken, ne yazık ki, ilkelilik, adalet, merhamet, tutarlılık gibi vasıflar ancak konjonktürün izin verdiği oranda itibar görebilmektedir. Bu gidişatın İslami kimlik etrafında bir netleşme, arınma getirmeyeceği, olsa olsa revize edilmiş yeni bir ulusallık bilinci üretmeye aday olduğu görülmek zorundadır.
Oysa yürüyüşümüz mutlak manada Rabbimizin belirlediği istikamette olmalı, O’nun rızası hilafına hiçbir değer, tercih ve yönelime meyletmemelidir. İslami hareketin öncü isimlerinin ülke, vatan ve hâkimiyet kavramları etrafında yaşanan kargaşayı, bulanıklığı tashih babında vurguladıkları hassasiyet ve bilinç dün olduğu gibi bugün de bize ışık tutmalıdır. Bu bağlamda Üstad Mevdudi’nin toprak, vatan, devlet putu karşısında sergilediği tavrın öğreticiliği ve örnekliği üzerinde dikkatle durulmalıdır. O şöyle söylüyordu: “Sadece Allah’ın hâkim-i mutlak olduğu bir metrekare toprak temin edebilsem onun her bir zerresine bütün bir Hindistan’dan daha fazla değer veririm.”
Kimliğimiz Üzerine Eklektik Tanım ve Tutumların Gölgesi Düşmemeli!
Geniş ve berrak bir perspektiften baktığımızda karşılaştığımız manzara şudur: Bir kere daha saf İslami bilinç ve ümmet kimliği ile milliyetçiliğin-muhafazakârlığın ayrışmasına şahit oluyoruz. Yerli ve milli tanımıyla inşa edilmeye çalışılan şeyin son kertede İslami renkleri biraz daha artırılmış yeni bir milliyetçilik olduğunu görüyoruz. Buna rıza göstermemiz söz konusu olmaz, bilakis itiraz etmek zorundayız. İhtiyacımız olan şey kesinlikle yeni bir milliyetçilik değildir; muhafazakârlığın yeniden ambalajlanıp piyasaya sürülmesi de değildir.
Rabbimizin “Ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” buyruğuna muhatap olanlar önüne, arkasına birtakım ekler, sıfatlar koymak suretiyle Müslümanlıklarını, İslami kimliklerini gölgeleyecek tutumlardan şiddetle kaçınmalıdırlar. Ne kimliğimizin, ne ufkumuzun sınırları “yerlilik ve millilik” gibi nevzuhur kriterlerle belirlenebilir. Son kertede bu cilalanmış bir muhafazakârlıktan öteye gitmeyecek bir tanımlamadır. Buna sığmayız, sığamayız; kimliğimizi böyle dar ve sorunlu bir çerçeveye sıkıştıramayız!
Kafaların ve kavramların bir hayli karıştırılıp bulandırıldığı bir vasatta zihinlerimizi ve bakış açımızı mücadelesiyle ve canıyla netleştirme, arındırma çabasından ötürü minnetle ve rahmetle andığımız öncü bir isimden bir alıntıyla bitirelim! Aziz şehidimiz Seyyid Kutub’un ‘Yoldaki İşaretler’ adlı eserinin “Müslümanın Milliyeti Akidesidir” başlıklı bölümünde yer alan şu satırlar ne kadar sarih bir çerçeve çizmekte, cahili etki ve yönlendirmelerle bulanan, kirlenen zihinlere ne kadar sahih bir perspektif sunmaktadır:
“…İslâm, insanları göğe uzansınlar diye toprak bağlarından, yüceler yücesine yükselsinler diye de kan prangalarından kurtarmıştır. Müslümanın özlemini çektiği, savunduğu vatan bir toprak parçası değildir. Müslümanın tanıdığı millet, egemen ulus değildir. Müslümanın aşireti sığındığı, savunduğu kan bağından ileri gelen aşiret değildir. Müslümanın bayrağı, aziz bildiği, uğruna şehit olduğu bayrak, herhangi bir kavmin bayrağı değildir. Müslümanın istediği, elde ettiğinde bundan dolayı şükrettiği galibiyet herhangi bir ordunun zaferi değildir… Zafer diğer bayrakların değil, akide bayrağının altındadır. Cihad başka amaçlar için değil, yalnızca Allah'ın dini ve şeriatı galip gelsin diyedir. Herhangi bir ülkeyi değil, belirtilen şartlar dâhilinde İslâm ülkesini savunmaktır. Ne bir ganimet, ne bir şöhret, ne bir toprak ya da ulus ne de çoluk çocuk için değil, sadece Allah için.”