Sevgili arkadaşım;
Öncelikle, dünya meşgalesinin bizi esir almasından ve aramıza yolların girmesinden dolayı, uzun yıllardır yazamamanın ve görüşememenin üzüntüsüyle hakkını helal etmeni istiyorum.
O kadar aradan sonra (gerçi senede bir de olsa telefonla görüşüyoruz ama), nereden esti yazmak diye soruyorsundur kendi kendine. Belki de haklısındır. Ancak, çevremde olup bitenleri izlerken, beni ancak senin anlayabileceğini düşündüm. Sadece seninle konuşabilir, duygularımı ancak senin tercümanlığında dile getirebilirdim. Bu yüzden de, gecenin birinde aldım kağıdı kalemi elime ve işte, sana yazıyorum.
Artık sadede geleyim istiyorsun değil mi? Tamam kızma, sabırsız olduğunu ve lafın dolaştırılıp durulmasından hoşlanmadığını unutmadım. Gelişen dünyanın üzerimize yüklemeye çalıştığı bu ağır yüklerden ve gereksiz ayrıntılara takılarak (geçen haftaki yazını okudum. Belki de sana yazma ihtiyacı hissetmemin bir nedeni de bu.) sevdiklerimden uzak kalmanın ve onları hatırlamaya bahaneler uydurmanın ezikliği içinde, çok yalnız olduğumu ve ne komiktir ki, yanımdakileri bile özlediğimi söyleyerek, meraktan ölmek üzere olduğun yazma sebebime geliyorum.
Biliyorsun, 5 Kasım'da eski başbakanlardan Bülent Ecevit, bazılarının varlığını inkar ettiği, dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktı. Elbette bizler biliyor ve inanıyoruz ki, ölen her insan, bu dünyada yaptıklarının karşılığı olarak, iyi veya kötü, sonsuz kalacakları bir dünyaya gidiyorlar. Ecevit'in nereye gideceği beni pek ilgilendirmiyor. Ancak, onun aylarca Azrail'e canını teslim edebilmek için, çırpınarak acı çekip bu dünyaya veda edişinin ardından, insanların büründükleri yeni kıyafetleri beni ilgilendirmeye başladı. Gördüğüm ve duyduğum maskaralıklar 'acaba ben deli miyim' sorusunu kendime sormama neden oldu.
Televizyondaki tüm kanallar, özellikle de halkın İslami olarak gördüğü, diğer gazete ve kanalların aksine daha muhafazakar saydığı bazı gazete ve televizyonların, Ecevit'i bir evliya gibi anlatmaları, ellerinden gelse cennetlik bir zat gibi göstermeye çalışmaları, kanımın beynime sıçramasına neden oldu.
Özellikle de "milli bir gazetenin 'Ecevit'in ölümüyle unuttuklarımız ve unutmadıklarımız diyerek, unuttukları arasında, sırf başı örtülü olduğundan Merve Kavakçı için, öfkeden elleri ve sesi titreyerek kürsüye çıkıp "şu hanıma haddini bildiriniz" demesini ve unutmadıkları arasında Kıbrıs Fatihi oluşunu' sayması, nasıl bir dünyada yaşıyor olduğumu tekrar sorgulamamı sağladı.
Bu haberin insanları ahmak yerine koymuş olması yetmezmiş gibi, diğer yayın organlarının da bu haberi alkışlaması, bardağı taşıran son damla oldu benim için. Onun ve hükümetinin bana ve arkadaşlarıma yaptıklarından sonra, 'kör ölür badem gözlü olur', 'sen neymişsin de bizler sağlığında kıymetini bilememişiz' misali ona methiyeler dizilmesi, sevgili arkadaşıma yazarak, kimseye anlatamadığım haykırışlarımı paylaşmak arzusunu doğurdu. Bülent Ecevit için kimlerin, ne için methiyeler dizme zorunluluğu hissettiği benim umurumda bile değil. Ben 1999'u hatırlıyor ve hep ondan nefret ettiğimi anımsıyorum.
Mezun olup, rengarenk , tatlı hayaller kurarak başlamıştık görevimize. Yıllarca okuyup çabalamamızın semeresini topluyorduk artık.. Bize her, 'sağ olun, elleriniz dert görmesin' diyenleri gördükçe, insanlığımızı hatırlıyor ve mutlu oluyorduk. Ama Ecevit ve arkadaşları bir karabasan gibi çöküverdi tepemize. Her doğan sabahta, 'acaba bugün neler olacak' korkusuyla fırlamaya başlamıştık yataklardan. Örtümüzden dolayı yaşamadığımız, işitmediğimiz hakaret kalmamıştı. Dünyanın değişik bölgelerinde renginden, ırkından veya inancından dolayı işkence görüp şiddete maruz kalanlar gibi, bizler de dinimize olan inancımızdan dolayı, ikinci sınıf insan ilan edilip, o şekilde muameleye maruz kalmıştık.
En basitinden, hatırlar mısın bizden resim istediklerinde başımıza gelenleri? Elbette hatırlarsın, benimkisi de laf mı? Ele başı sen değil miydin sanki! Başörtülü çektirdiğimiz resimleri kabul etmeyip başhemşireyle geri göndermişlerdi de, sen bir yolu olmalı diyerek bir fikir ortaya atmıştın. Türkiye de rahibelerin istedikleri yere girip çıkmaları, istedikleri gibi giyinmeleri serbest olduğuna göre, bizlerde başlarımızı onlar gibi yapıp resim çektirelim demiştin. Olmayan üç kuruşumuzu da ancak denk getirip, ikinci kez aynı fotonun kapısını çalmıştık.
İki gün sonra, elinde resimlerle Orhan hocanın çığlıkları hala kulağımda. 'Bunlarda ne! Ben onlardan sadece dosyalarına koymak için resim istemiştim. Rahibe okuluna kayıt için değil'. Varlığımızdan habersiz o bağırırken, biz kapının ardında 'şimdi ne yapacağız' diye kara kara düşünmeye başlamıştık. Hiçbir güç başımızı açmaya kadir değildi evelallah ama, çalışmak da zorundaydık. Orhan hocanın yüzünün yumuşaklığına güvenerek bu kez yırttık diyorduk ama, onu da dize getirmişlerdi bizim yüzümüzden.
Sonra bir fikir daha gelmişti arkadaşların aklına. Zaten topu topu, 150 kişiden beş kişi kalmamış mıydık? Nasıl da savurmuşlardı bizi kurumuş ağaç yaprakları gibi… Neyse, ağlanacak halimize gülerek, yine aynı fotonun önündeydik. (Bu fotonun fotoğrafçısı bayandı hani, boşuna çırpınıyorsunuz, bırakın olsun diyordu. O okulunu bırakmış, kurtulmuştu!) Bu kez bir eczacının, mezun olabilmek için kendisinin kullandığı ve bize devrettiği perukları koymuştuk çantalarımıza, ilaç niyetine. Ne de olsa tek gayemiz, sadece bir resim çektirebilmekti… Artık kıdem atlamıştık ve yardımcılar değil, asıl şefler, müdürler ilgilenmeye başlamıştı bizimle. Son resimler için de, Azmi beyden yediğimiz zılgıt takdire şayandı değil mi?
Resimleri uzun uzun inceleyip, 'benim elemanlarım arasında 'dönmeler' yoktu. Ben bu şahısları tanımıyorum' diyerek duruma son noktayı koymuş ve bizi iki yol arasında baş başa bırakmıştı. Teslime sessizce ağlıyor, Ayşe yerdeki fayansları saydığını söylüyordu.
Unutamıyorum arkadaşım, aklımdan çıkmıyor onların bize yaşattıkları. İnancımız uğruna palyaçolara dönmüş, insanlardan kaçar olmuş ve birer cüzamlı muamelesine maruz kalmıştık. Son kalan beş gaziydik ve Emine ile Hatice, sivrilikleri!(onlara göre) yüzünden tereddüt edilmeden atılmış, ben yol geçmez, kervan gitmez bir yere sürgün edilmiştim. Sen ve Fadime arasında biri feda edilecekti ve sen, kendini feda ederek uzaklaştırma almayı kabul ettin. Fadime de ardından gözden ırak, kapalı bir birimde çalışmaya başladı. Uzaklaştırman süresiz miydi, yoksa birkaç ay mıydı hatırlamıyorum ama, Fadime'nin senin için çok dua ettiğini biliyorum.
Örtülü olduğumuz için on metre uzaklıktaki yemekhaneye alınmayışımız, karnı burnunda arkadaşımıza ekmek arası bir şeyler getirtemeyişimiz (ki istediğimiz insanlar, daha birkaç gün öncesine kadar aynı amaç için mücadele edip yanımızda olan arkadaşlardı ama, korkudan bir lokmayı getirmeye cesaret edemiyorlardı.), her karşılaştığımız örtü düşmanı tarafından hakaretlere maruz kalışımız, Bülent Ecevit'in başbakanlığı döneminde değil miydi?
O soğuklarda yaptığımız oturma eylemlerini, örtümüzden dolayı en ağır şartlarda çalışmak zorunda bırakılışımızı, başını açmadığı için babasının evlatlıktan reddettiği arkadaşlarımı, eşi razı olmadığı için başını açmayıp evliliğini bitirmek zorunda kalan dostlarımı düşündükçe, ben Ecevit'e düzülen methiyeleri hazmedebilir miyim?
Göze çarpmamak ve rencide olmamak için, hasta çocuklarımızı el etek çekildikten sonra acile götürüp muayene ettirdiğimiz günleri, okuldaki çocuklarımızın toplantılarına dahi alınmayışımızı, özel otellerde, lokallerde veya salonlarda yapılan seminerlerden yaka paça atıldığımızı (ki, bizi almayacaklarını bile bile kasti, zorla gönderiyorlardı), ailelerimizin bize karşı dolduruluşunu unutabilir miyim?
Evet arkadaşım. Bize karşı yapılan bu düşmanlıklar ne onunla başladı, ne de bugün biteceğe benziyor. Sakarya'da, Van'da ve daha pek çok yerde örtü mücadelesi halen devam etmiyor mu? Dün olduğu gibi bugün de aynı kavga sürüyor. Ülkesinin yüzde doksan dokuzunun müslüman olduğunun söylendiği topraklarda, kendi vatanımızda garip, mazlum ve mahrum bırakılıyoruz. Bu zihniyetler olduğu sürece, birbirimizden ayrı ve uzak da olsak, ferdi mücadelemiz devam edecektir. Ben, çalışma hayatını noktalamak zorunda kalmış olsam da, yüreğim, okurken ve çalışırken mücadelesini devam ettirmek zorunda kalanlarla olacak ve elime geçen her fırsatta, onlara destek olmaktan geri durmayacağım. 'Ben müslümanım' diyen herkesin yapmak zorunda olduğu gibi.
Ben sadece kendimi yaralı görmüyorum elbette. Ayrıca bu yaşamış olduklarımdan dolayı da mutluluk duyuyorum. Diyorum ki, yarın rabbimin huzuruna çıktığımda, 'yanıma hangi yüzle geldin' diye sorduğunda, 'şöyle şöyle yaşamaya maruz bırakıldım ya rabbi' diyecek bir sebebim olacak. İnşallah, bu mücadelemiz ve kararlılığımız, günahlarımıza kefaret olur diye dua ediyorum.
Bülent Ecevit'in sadece okuyan ve çalışanlara değil, tüm Türkiye'ye yaptığı darbeyi de unutamıyorum. Ülke bekasını düşünmeden, halkına yaşatmış olduğu 'anayasa kitapçığı' vakası halen dimağlardan silinmiş değil. Nice esnafı, işçiyi, çiftçiyi bir günde beş parasız bıraktığı, insanların ertesi gün kepenk kapatmak zorunda kaldığı günler daha birkaç yıl önceydi. Psikolojisi bozulup intihar edenleri, ailesiyle arası açılanları, işini kaybettiği için boşananları, çareyi içki ve kumar batağında aramak zorunda kalanları hatırlamamak mümkün mü?
Fazla duygusal davrandığımı, yahut haksızlık ettiğimi düşünmüyorsun değil mi? Ben, gerçekçi olmaya çalışarak, bazı ciddi yıkımların sorumlularının yaptıklarını unutarak, onların birer evliya gibi gösterilmeye çalışılmasından nefret ediyorum. Ecevit, Rahşan Hanım için insan olarak iyi, dürüst, namuslu ve yeri doldurulamaz bir eş olabilir! (geriye dönüp yakın tarihimize baktığımızda, yolsuzluklardan dolayı hükümetinin düşürüldüğünü, iktidar hırsı yüzünden ithal bakanlar edinerek hükümet kurduğunu, zafer çığlıkları atarak, ta Amerika'dan getirttiği Kemal Derviş'le ülkeyi felakete sürüklediğini unutmuş değiliz) Ancak, toplumlara çoban olarak seçilmişlerin hatalarının da söylenilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, onlar meydanlardan el etek çekmiş olsalar bile, yerlerine gelecek olanların, geçmişten ders çıkarmaları sağlanmış olur.
Bazıları her ne kadar onu alkışlayarak hatırlayacaklarını beyan etseler de, ben onu İslam'ın 'İ'sine dahi tahammül edemeyen; bin bir zahmet ve sıkıntıyla okuyup meslek sahibi olan bayanlarımızın ekmeği ve gelecekleriyle oynayan; gecelerini gündüzlerine katıp üniversite kapısından giren genç kızların, aydınlık yarınlar için birer güneş olmaları önünde set olan; bir sabah ansızın kendisini iflasın eşiğinde bulan insanların nefretle ve esefle yad edecekleri bir kara oğlan olarak hatırlamak istiyorum. Diliyorum ki, insanların gözü açılsın ve herkes de böyle hatırlasın.
O, Türkiye üzerine çöreklenmiş olan pek çok kişi gibi zulmetmiş ve zalimlerden olmuştur. Allah zulmedenleri sevmez ve kimileri, nasıl oluyor da Allah'ın sevmediği biri için utanmadan rahmet okuyabiliyor. Benim hafızamda o, kara bir sayfa olarak kalacak ve ahiretin tarlası olan bu dünyada, ne ektiyse ahirette de onu biçecektir. Bizler Allah'ın adaletine ve bizlere vermiş olduğu sabra sığınarak, yüreklerimiz mutmain olarak bekliyor, zalimin zulmünün er geç sona ereceğinin ümidiyle, Hakka yönelerek sabrediyoruz.
Ve biliyor musun, Azrail ile olan mücadelesinde yenik düşen Ecevit'in, eşinin 'son haykırışlar, son hamleler' misali, müslümanlara karşı bir miting amaçlı düzenlediği cenaze törenini, bir 19 Mayıs kutlamaları, bir 23 Nisan şenlikleri izler gibi izledim… Neden mi? Bak anlatayım:
Rahşan Ecevit değil miydi eşinin cenazesini '6 gün' bekleten ve cumhurbaşkanı ve başbakanın önerilerine rağmen bir 'suni sol birlikteliği' gündemi oluşturmaya çalışan. O yüzden ben de, sarı ve kırmızı kasklı madencilerin, sırayla gelen dost ve hasım politikacıların, eski ve yeni bakan ve başbakanların camiye gelip yerlerini alışlarını ve 'sen olmayınca…' kelimeleriyle başlayan cümleler kuranların sahteliklerini izledikçe, tebessüm ettim gördüklerim karşısında.. O bir cenaze törenine benzemiyordu çünkü. Bir şenlik, bir miting gösterisi gibi sloganlar çınlıyordu gökyüzünde. Bir ölünün ardından semalara yükselen 'Allah-u Ekber' sözlerini duymadı kulaklarım… Cenaze merasimleri de sınıf atlamıştı anlayacağın.
Ayrıca, on binlerce sevenleri tarafından uğurlandı diyordu televizyonlar… O kadar seveni vardı da, neden sandık başında onu perişan ederek, ölmeden tarihin derinliklerine gömdüler. Onsuz bir yaşamın ağır geleceğini düşünüyorlardı da, neden 2002 öncesi 'artık bizleri dedelerimiz yönetmesin', 'Ecevit koltuğa mı yapıştı?', 'kendisine hayrı olmayanın halka nasıl hayrı olur' söylemleriyle meydanlarda ahkam kesiyorlardı… Ama yine de rahatım biliyor musun? Çünkü halkımız, eli kolu bağlı görünse de, kafalarına vurulup ekmekleri ellerinden alınsa da, vakti zamanı geldiğinde, ne istediğini veya sandıktan kimi çıkaracağını çok iyi biliyor.
Sağlığında dilediğince eşinden (onun konumundan) menfaatlenmiş olan Rahşan Ecevit, onun ölümünü bile kullanarak, yarım kalan 'Müslümanları yıpratma' görevini tamamlamaya çalıştı anlayacağın. Fakat herkes biliyor ki, ölümler kusan depremlerin, bankalar soyanların, zulmeden zalimlerin veya halkının başına eşkıya kesilen idarecinin bir gün unutulduğu gibi, çok sürmeden, Rahşan hanımın planladığı bu, 'sözde solda birlik mitingi' de, çok kısa bir zaman sonra unutulacak ve hatırlanmaz olacaktır.
İşte böyle arkadaşım. Sana yazmak istememin ve yıllarca içime atıp, dilediğimce konuşamamanın verdiği rahatsızlıkla bunları karalamış bulunuyorum. Umarım kafanı şişirmemişimdir. Seni çok özlediğimi belirtiyor, hasretle yanaklarından öpüyorum.
Yazılarını takip ediyor, vaktiyle meydanlarda verdiğin mücadeleni, şimdi de kaleminle yapmaya çalıştığını görüyorum. Allah her daim yar ve yardımcın olsun.
Allah'a emanet ol. Arayamasa da, seni unutmayan arkadaşın.