Dünya kritik günler mi geçiriyor? Hiç şüphesiz böyle... Ama, dünya zaten her zaman kritik günler yaşıyordu şimdi de aynı kritik günler bulunmaz bir sembol zenginliğiyle yaşanmaya devam ediyor. Çünkü savaş her zaman vardı ve her zaman dünyanın bir ya da birden fazla bölgesinde işler hep kritikti.
Küreselleşme varsayımına göre, Afrika'nın başı ağrıdığında Avrupa'nın da Amerika'nın da başı ağrımalıydı. Bugün ise, aynı varsayım Amerika'nın "dünyanın bütün melekleri adına şeytanla mücadelesi" başlığıyla tahakkuk ettirilmeye çalışılıyor. Oysa, başta "sağduyulu Amerikalılar" olmak üzere herkes biliyor ki, ortada ne "melekle şeytanın" ne de "iyilerle kötülerin" bir savaşı var. Bu savaş elbette bugüne kadar olanlardan farklıdır ama sonuçta gideceği yer ABD-Irak savaşından farklı olmayacak. Yani, "süper güç" rakibi ezemeyecek ve stratejik kazanımlarla teselli bulacak. Ki Amerika'nın buna teşne olduğu besbellidir. Washington'un daha şimdiden içinde "Ilımlı Taliban"ın da bulunabileceği yeni bir hükümetten söz etmesi de bunu gösteriyor.
Peki, bütün bunlardan geriye ne kalıyor, ne kalacak?
11 Eylül saldırısı sonrası yaşanan bütün gelişmeler alt alta konulduğunda, başlangıç itibariyle ortada bir dinler ya da medeniyetler çatışması potansiyelinin bulunduğu söylenebilir. Saldırıya yönelik tepkiler, Batı dünyasında bazı zihinlerin bu çatışmaya yatkın olduğunu da göstermiştir. Ancak, toz bulutu indikten sonra hem Batı'da, hem de İslam dünyasında medeniyet eksenli çatışmaların küresel fizibilitesinin bir felaket olduğu gerçeği kabul edilmeye başlandı. Kimse, 11 Eylül saldırısının böyle bir çatışmaya yol açmasını anlamlı bulmuyor ve kimse bu çatışmaya istekli de görünmüyor.
Bu gözlemler ışığında, Amerika Birleşik Devletleri'nin, planlı olarak ya da saldırıyı fırsat bilerek, "İslama karşı özel bir savaş" saikiyle hareket ettiği kanaatinde değilim. ABD'nin bölgeye yönelik stratejik hesaplan bulunduğu varsayımı da bu iddiayı doğrulatmaya yetmemektedir. "Öfke", "iade-i itibar", "İntikam" gibi tanımlar ABD'nin tavrını açıklamak için daha anlamlıdır. Ancak, bu olay hem Batı hem de İslam dünyası için önemli tecrübelerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Bunların ilki, ABD'ye Afganistan'ı bombalatan temel faktörün "terörizmle mücadele kararlılığı" kadar, saldırılan ülkenin bir İslam ülkesi olduğu gerçeğidir.
Aynı operasyonu, bir Hristiyan ülkesine aynı çapta -yani sivillerin rahatlıkla hedef olacağı şekilde- yapabilmenin güçlüğü ortadadır. Dolayısıyla, dünyanın en zengin ülkesi İle en fakir ülkesi "terörist bir saldırı" üzerine yapılan hesaplaşmaları iki tarafın farklı dinlere mensup olduktan olgusunu değiştirmemektedir. Üstelik ortaya bu konumların pekişmesini sağlayan birçok malzeme de çıkmıştır. Saldırıların ABD-İngiliz ittifakı ile yapılması, bu süreçte Batı kamuoyunda müslümanları hedef alan tutumların gelişmesi, Başkan Bush'un "Crusade - Haçlı seferi" sözcüğünü ağzından kaçırması gibi unsurlar, olup bitenlerin İslam düşmanlığı çerçevesine oturtulmasına fırsat vermiştir.
Öte yandan; Afganistan'a yönelik operasyona İslam dünyasının önemli bir bölümünün destek vermemesi, geri kalanların yaklaşımının da "temkinli destek" düzeyinde kalması dikkate değer bir tavırdır. Bu noktada, İslam dünyası ABD'nin öfkesine rağmen, ABD'yi sınırlı bir operasyona ikna etme çabasında ısrar ederek barışçı ve soğukkanlı bir tutum geliştirmeyi başardı.