Zehra Kulaksız'a...
Ölmek değildir ömrümüzün en müşkil işi
müşkil odur ki ölümden evvel ölür kişi
Ölüme giden bu kızın odasından çıkarken geri döndüm, yalnızdık, sormalıydım.
-Korkuyor musun?
-Gözlerime bak, dedi. Bazen kelimeler vefasızlık eder, gözlerime bak.
Öfkeli bir denizin dalgaları vuruyordu kıyıya. Sesini duymayanların umarsızlıklarını içine alan, yutan girdaplar vardı. Tatlının, tuzlunun ve suyun birarada olduğu bir dünya. Engindi, yüzü göğe dönük kızgın bir denizdi. Çaresizdi, alıp sularını gitmekten başka bir yol yoktu. Denediği tüm kapılar kilitli, girdiği tüm yollar duvar. Çaresizdi. Alıp sularını gidecekti. Kocaman bir çukur bırakacaktı yerine. Bakıldığında anımsanacak, nesillere burada deniz vardı denilecek. Gitti denecek. Yüreği sığmadı, sığdıramadı kendini sekiz metre karelik betonlar arasına.
Kızgındı, çaresiz kalmıştı. Kocamandı, daraltılmıştı. Cesurdu, korkup kalmak yakışmazdı ona. Biliyordu, hiddetini arttırıp kendini şehrin üzerine bırakabilirdi. Elbette şehrin kötülerini yutabilirdi. Canına kastedenlerin, şah damarına yakın bir yerlerde davetsiz bir sürpriz olarak patlayabilirdi. Tohumunu atabilirdi korkunun. Tedirgin bekleyişlerini seyredip, sıranın hangisinde olduğunun bilinmediği, meraklı saatler takardı kollarına. Cana kastetmenin, canından parçalar almanın, o canı alıp parçalamanın kıyasını koyardı, hayatın tam da orta yerine. "Ve daha" dedi, kızınca vurarak kıyıya, daha birçoğunu yapabilirdim. Bedenime giydiğim "bedeli" onlara giydirebilirdim. Sessiz lanetler okur gibi durdu. Gözlerine bıraktı yine sözleri. Belki o zaman feryatlarından bitkin saatler gibi düşecekti başı yere. Öfkesine yenilmiş olacaktı. Ya sonra... Ne kalacaktı geriye? Ne anlattığına bakılmadan etiketlenmiş kitaplar gibi, bir yerlerde "katil" diye çığırtılacaktı. Ve onca asılsız adlardan sonra bir de "katil".
"Öfkemden değil bu, bakma kaynayan sularıma. Anlatmak, öğretmek istiyorum sadece. Kalmayı gidebilecek kadar çok seviyorum". Anlatmak istiyordu, alaca, müfteri seslerin hırçınlığına inat, gidişiyle, ölümü ile anlatabilmek istiyordu, insan olabilmenin nasıllığını. Kendini ezen kirli ayaklara, keskin taşlara inat kendini kıyıya atmıştı. Kanayan yerlerine aldırmamıştı. Yeter ki işitilsin, anlaşılsındı sesleri. Oysa sağırdı, dilsizdi, göğüslerinde boşluk vardı adamların. Adamlara adam demeye de...
Daldı derinlerine, dehlizlerine. Küçücük bir kızken, kuğuların zarifçe süzüldüğü zamanları düşündü. Tertemiz, duru idi. Herşey de öyle. Belki de minik gözlerinden içeri süzülebilenler. Yalanı, aldatmayı, sırtından vurulmayı, başkasının elindekine göz dikmeyi, hele de yaşama göz dikildiğini bilmiyordu. Bilmiyordu çocukların öldürüldüğünü. Kırmızının kana ait olduğunu, toprakların, derelerin kırmızıya boyandığını. Bilmiyordu çoğunluğun sırtında yaşayan azınlığın bu kadar yağlı olduğunu.
Gökten mavi olmayı, dağdan ise yeşili öğrenmişti. Rüzgardan salınmayı, salındıkça munis sesler çıkarmayı, bazen de yaramaz çocuklar gibi oradan oraya koşup kıyıları sobelemeyi. Yağmurdan bereketlenmeyi, dans etmeyi öğrenmişti. Babası cesareti anlatmıştı. Karanlık gecelerde yıldızla, ayla içini aydınlatabilmeyi, güneşle ısınabilmeyi anlatmıştı. Ayla yakamoz oyunlarını bilmişti. Güzeli öğrenmişti, çirkini göreceğini tahayyül etmeden. Bilmemişti ki bir gün gelecek bağrındaki taşları savurmak isteyecek. Taştan yağmurlar yağdırmak isteyecek.
Ve şimdi, öfkesinden, bağırışlarından sonra durgundu, duruydu. Öfkesinin imleri derinlerine inmiş, tortulanmış, yapışıp kalmıştı. Kımıldamaya gönülsüz bir dev gibi uzanıvermişti. Uyandırmayacaktı onu. Uykusunda, öylece alıp götürüverecekti. Uyandığında, masal diyarında, çocukluğunda olacaklardı. Geride devasa bir çukur, terekesi olacaktı insanlığın. Tarihlerinde bir efsane olarak anlatılacaktı. Vedası hüzünlü bir ezgi olarak söylenecekti dillerde.
Gidiyordu, gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Gök sohbetleri, tadına yeni varılmış bir çay gibi ortada kalacaktı. Yirmisindeydi, daha yarısında bile değil hayatın. Aşıkların en mahrem sözleri sahipsiz kalacaktı. Dertlerini sessizce dinleyip, sırlarını saklayacak kimseleri olmayacaktı. Bulutlar, güneşle arasına girip oyunlar oynamak için boş yere dolanıp duracaktı kocaman çukurun üstünde. Her şeyi öylesine kaldığı yerde bırakacaktı. Öyle istiyordu ama biliyordu ki gidişi ile yarım bıraktıkları, yarenlik ettikleri bir bir toplanacak ve nesiller boyu "lanet" okutturacaktı gidiş müsebbiblerine. Baktım gözlerine, telaş yoktu. Ağıt yakmaktan yorgun düşmüş başı mırıltılı bir ritim İle gidip geliyordu. Ve nasıl oluyordu da bu kadar inanabiliyordu? Bu kadar; ölecek kadar.
Baktım gözlerine, korkunun zerresi yok dedi. Parlıyordu gözleri. Bedeninin yüz elli gündür bitap düşmüşlüğüne rağmen, kardeşinin yanı başında ölüm bedelini ödeyişini hafızasının en kuvvetli yerine kaydetmişliğine rağmen. Birazdan kalkıp neşeli türküler söyleyecek kadar mutmaindi gözleri. Korkmuyordu.
Dışarıda ise herşey aynı, gene hiç ölmeyecek gibi bir telaşla koşuluyor. Havayı ne kadar solusam da, ard arda nefes alıp versem de feda edilen bedenlerin kollarına bırakıldığı ölümün kokusunu içimden çıkaramıyorum. Utanarak geçiyorum taş olmuş kalabalıkların içinden. Her şey olduğu gibi sürüyor ve bazıları ölüme doğru koşuyor. Cennet beklemeden, insansızlığa karşı onurlu kalmaktan başka hiçbir şey istemeden. Bir daha hayatı duyumsamamayı gözlerini kırpmadan terk ederek. Ölüme gidiyor onlar, şatafatlı toplantılarda ağdalı laflar arasına inen bir yumruk gibi. Haksızlıklara tahammülsüz olarak, ölümü her an hissede hissede inandıkları doğrular için gidiyorlar. Bu çirkef çamurunda başları dimdik, yaşamlarını feda edenlere en azından saygı duymaktan gayrı gelmiyor elimden bir şey. Çünkü onlar onurluca bir yaşam için ölüme gidiyor. Karşılığında cennet bile beklemeden.