"…Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur… Gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır." Türkiye'nin müdahaleler tarihine 27 Nisan Muhtırası" adıyla kayda geçtiği görülen Genelkurmay bildirisi bu uyarı/tehdit cümlesiyle son buluyordu. Bildiriye ilişkin pek çok şey tartışıldı, hala da tartışılmaya devam ediyor ama bu cümlede söz edilen "gereğini yapmak" fiilini nasıl anlamak gerektiği üzerinde pek durulduğu söylenemez. Neden? Çünkü herkes kastedilenin ne manaya geldiğini gayet iyi biliyor. Militarist zihniyet açısından gereken şeyin ne olduğu gayet açık: Doğrudan darbe sopası gösteriyorlar! Dediğimizi yapmaz, yola gelmezseniz sopayla hizaya getirmesini biliriz diyorlar.
Dediklerini yapabilirler mi? Doğrusu kısa ömründe bu kadar çok doğrudan ve dolaylı müdahale yaşamış bir ülkede bu tarz darbe tehditlerinin blöften ibaret olduğunu düşünmek fazla iyimserlik olur. Militarist kafa laikliğe ve Kemalist cumhuriyete tehdit olarak algıladığı tehlikeleri bertaraf etmek için gerektiğinde askeri müdahalede bulunmaktan kaçınmadığını defalarca gösterdi. Bununla birlikte gerek iç gerekse de dış şartların halihazırda darbe olgusunu kolaylaştıracak bir konjonktür sunmadığı da ortada. Bu durumda "gereğini yapmak" hatırlatmasının, vurgusunun sebebi hikmetinin darbe tehdidi ile istenilenlerin yaptırılmasını sağlamak olduğu görülmeli.
Kabul etmek gerekir ki, darbeciler ilk aşamada hedeflerine ulaştılar. Öncelikli amaç bu Meclise cumhurbaşkanı seçtirmemek idi ve bu hedefe muhtıra üstü Anayasa Mahkemesi kararıyla nail olundu. Genelkurmay direktifinden sonra mahkemeden başkaca bir karar çıkma ihtimali zaten kalmamıştı. Sistemin bürokratik niteliği açık olduğundan buraya kadar anlaşılmayacak bir durum yok. Asıl dikkat çeken nokta ise asker-sivil bürokratik mekanizmanın oyun kurarken politikacı takımını rahatlıkla yönlendirebilmesi. Somut tezahürünü Ağar-Mumcu ikilisinin tavrında gördüğümüz bu olgu şüphesiz Türkiye'de politikacıların militarizm karşısında ne kadar siyaset dışı bir konum ve derin bir kimliksizlik çukurunda olduğunu ortaya koymakta. Zaten sol adına ortaya konan tavrın bütünüyle darbecilerle ideolojik ortaklık içerdiği biliniyor. Buna aynen 28 Şubat'ta da yaşandığı üzere sağ siyaset cenahının da kemik kapma yarışına girmesi eklenince ortaya tam bir utanç tablosu çıkıyor.
Korkak Bezirgan Siyaseti
Gerek cumhurbaşkanlığı seçimleri tartışması, gerekse de muhtıra karşısında sergilenen tavırlar politikacıların ne kadar ikiyüzlü ve fırsatçı olduklarını bir kere daha gösterdi. CHP zaten asli kimliğine uygun olarak militarizme bağlılığını ve bağımlılığını tazeledi. Son dönemlerde şaşırtıcı çıkışlarıyla devlet ideolojisine mesafeli görüntüler vermeye çalışarak gündemde kendine yer bulan Mehmet Ağar adeta "değişmedim, ben yine o bildiğiniz Ağar'ım" dedi. Erkan Mumcu ise omurgasız siyasetçi tiplemesinin taze bir versiyonu olduğunu açıkça ortaya koydu.
Gerçekten de geçtiğimiz ay yaşanan gelişmelerden akılda kalması gereken en çarpıcı karelerin Erkan Mumcu'dan sadır olduğunu söyleyebiliriz. O birkaç gün içinde basın toplantılarında, televizyon ekranlarında Mumcu'yu bir sürü boş laf, demagoji, hakaret sıralarken gördük. Ama laf kalabalığı bir yana bırakılırsa, Mumcu'nun "Türkiye'yi Allah korudu", "önümüzdeki 36 saat 36 yılı belirleyecek" ve benzeri gerilim dozu yüksek açıklamaları darbe ihtimali karşısında nasıl da renk ve şekil değiştirmeye amade biri olduğunu göstermekteydi. Ağar ile birlikte önce "cumhurbaşkanlığı seçimleri için oturum yeter sayısı 184'tür" deyip, bilahare Anayasa Mahkemesi kararından sonra bu sözlerini söylenmemiş sayan ve eski tavrını sürdüren Mumcu gibi politikacılar tam bir siyasi kirlilik unsurları oluşturmakta.
Bu kadar açık yalan söylenebilmesi, ikiyüzlülük ve tutarsızlık siyasal ortamı hepten çürütüyor. Dün 28 Şubat hükümetlerinde aktif görev alıp, bir sürü hukuksuzluğa onay veren birinin demokrasi havarisi kesilmesi, üstelik de siyasi hesaplarını YÖK karşıtlığı, başörtüsü savunusu gibi sözlerle süslemesi "pişkinliğin bu kadarına da pes" dedirtiyor. 2002 yılında ANAP'ta genel başkanlık koltuğuna oturamayacağının netleşmesi üzerine tam seçim arifesinde partisinden istifa edip AK Parti'ye geçen ve oradan Meclis'e gelip, bakan olan Mumcu bugün "bu kadrolara devlet emanet edilmez" buyuruyor ve seçimi kilitliyor. Mumcugiller açısından sorun AK Parti'nin adayı Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına seçilmesinin bir "devlet operasyonuyla" engellenmesinde rol almakla da sınırlı değil. Genelkurmay muhtırası sonrasında takındıkları postal yalayıcısı tutumlarına rağmen hala bu tiplerin demokratlık maskesini de ellerinden düşürmemeleri gerçekten mide bulandırıyor.
Darbeciliğe Kılıf Bulma Utanmazlığı
Bu görüntü fırsat düşkünü politikacılarla sınırlı bir çirkinlik değil, düzenin bütün kurumlarına sirayet etmiş bir hastalık olgusu adeta. Cumhurbaşkanı veda konuşmasını askerlere yapıyor ve Harp Akademilerinde orduya karşı görülmemiş bir yıpratma kampanyası yürütüldüğü iddiasını seslendirerek adeta muhataplarını hükümete karşı harekete geçmeye çağırıyor. Genelkurmay her gün yaşanan asker kayıplarıyla ilgili halka hesap verme zorunluluğu duymuyor ama halkın inancını, kıyafetini, taleplerini hesaba çekebiliyor. Yargı brifinglendirilmiş olmanın hafifliğiyle, askeri talimatla iş yapma görüntüsünden adeta en ufak bir rahatsızlık duymuyor. Sivil toplum kuruluşları içinde üniformasız askerlik yapmayı şeref bilenler az değil. Medya ise yaşanan o kadar deneyime rağmen, defalarca "tövbekâr" pozisyonlara düşmesine, "bu bize ders olsun" itiraflarına rağmen hiç sıkılmadan hala açık bir tarzda darbecilere kuyruk sallıyor.
Ahlaksızlığı, hukuksuzluğu meşrulaştırmanın çeşitli biçimleri var. En yaygını "ne yapalım biz de müdahaleyi istemeyiz ama askeri de mecbur bırakmamak lazım" söylemi. Bu söylem "sivil kurumlar görevlerini yapmazlarsa, cumhuriyeti korumak için asker devreye girer" utanmazlığıyla da destekleniyor. Gerçekten tam bir utanmazlık bu! Bütün suçu ev sahibine yükleyip, hırsızı temize çıkartma tavrından farkı yok. Evin soyulmasında ev sahibinin ne tür hatalar yaptığı tartışılabilir elbette ama bunları öne çıkartıp suçu yok saymanın mantığı olabilir mi? Oysa hırsızlığı hırsızlık olarak belleyip, mahkum etmedikçe nasıl hukuktan bahsetmek mümkün değilse, askeri müdahaleleri siyasetçilerin günahlarına havale edip masum göstermeye kalkmanın da hiçbir ahlaki ve hukuki temeli olamaz.
Türkiye'nin en temel sorunlarından biri budur. Politikacıların ve aydınların önemli bir kesimi ahlaklı ve dürüst davranmıyor. Kimisi ideolojik ortaklığından, darbecilerle aynı zihniyeti ve hedefleri paylaştığından, kimisi de korkusundan dolayı ordunun siyaset ve toplum üzerindeki vesayetçi tutumuna tavır alamıyor, almıyor. Bir de buna askerin açtığı yoldan ilerleyip, tankların tepelediği rakiplerden boşalan koltuklara oturma fırsatçılığı yani bir tür "ordu siyaseti" de eklenince tavırlar tümüyle iğrenç bir hal alabiliyor. Muhtıraya övgüler düzen politikacılar, gazeteciler, rektörler unutulmamalı. Güya muhalif konumda siyaset yapma iddiasındaki partilerin hemen hepsinin muhtıra karşısında nasıl da ilkesiz bir tutum içine girdikleri, hükümetin şahsında halkın iradesini teslim almaya yönelen bu hukuksuzluğa DTP haricinde hiçbirinin bir itirazının olmadığını gördük. İlkesizliği net biçimde gözler önüne seren bir örnek olarak Saadet Partisi'nin tutumu tipiktir. 28 Şubat'ı yaşamış ve o dönemde ısrarla siyasi kuruluşları hukuktan yana tavır almaya çağırmış bir siyasi çizginin izleyicileri politik rekabet mantığıyla bugün hükümete karşı sergilenen usulsüzlüklere, hukuksuzluklara gözlerini yumabiliyorlar. Bu nasıl bir ilkesizlik ve ne koyu bir körlüktür!
AK Parti Nerede Duruyor?
Peki ama acaba AK Parti hükümeti desteği hak ediyor mu? Muhtıra ile birlikte netleşen hukuk dışı, kural dışı müdahaleler karşısında sessizliği tercih edenlerin en azından bir kısmının tutumlarını AK Parti hükümetinin tutarsızlıklarıyla, samimiyetsizlik ve kafa karışıklığıyla temellendirmeleri muhtemeldir.
Doğrudur, gerçekten de AK Parti'nin dört buçuk yıllık hükümet sürecinde sürekli şikayetçi olduğu bürokratik oligarşiyi geriletmeye yönelik kapsamlı bir icraat ya da en azından dişe dokunur bir çaba göremedik. Bu süreçte İslami hassasiyetler tümüyle kapı dışarı edildi, adeta kurtulmanın gerekli olduğu bir kambur gibi algılandı. Öte yandan egemenlerle iyi geçinme uğruna çok silik tavırlar ortaya konuldu. Bilhassa İslami içeriğe sahip konularla ilgili olarak sürmekte olan baskıcı uygulamalar karşısında kimi zaman umursamaz, çoğu kez de edilgen bir tutum takınıldı. Egemenlerle ters düşmemek için en haklı olunan konularda dahi geri adım atıldı. Ve Şemdinli hadisesinde de net biçimde açığa çıktığı üzere hukukun gücünün değil, gücün hukukunun esas olduğu bizzat hükümet teyidiyle de tespit edilmiş oldu.
Bu zaviyeden bakıldığında AK Parti'nin bir anlamda mağduriyeti hak ettiği dahi söylenebilir. Aynen başörtüsü sorunu karşısında geliştirdiği toplumsal mutabakat, kurumsal mutabakat teorilerinin beyhudeliği gibi, hükümetin egemenlerle ve bilhassa da askerlerle iyi geçinme, onların da ikna olacağı politikalar geliştirme yaklaşımı bekleneceği üzere fos çıkmıştır. Ne var ki, AK Parti hükümetinin tutarlılığı yada tutarsızlığından veya samimiyeti ya da hesapçılığından öte sorun oligarşik dayatmalara ve militarist kuşatmaya karşı tavır almaktır. Darbecilerin, dayatmacıların AK Parti hükümetini hırpalaması, baskı altına almaya çalışması en temelde sistemin hukuk değil, keyfilik zemininden hareket ettiğinin bir göstergesidir. Böylesi bir olgu karşısında tavırsız kalmak ise hiçbir gerekçeyle savunulamaz.
AK Parti'nin kuruluş felsefesinden itibaren düzen içi restorasyona yönelmiş ve pragmatist bir kadro eliyle şekillendirilmiş bir siyasi yapı olduğunu biliyoruz. Bu tarz bir kimlik ve siyasi anlayışa herhangi bir biçimde sempati duymamız, sahiplenmemiz söz konusu olamaz. Mamafih bu aşamada belirleyici olan, tavır almayı gerektiren konu darbe tehditleri ile yola getirilmeye çalışılan şeyin ne olduğudur. Darbeciler ve onların sözcülüğüne soyunanlar AK Parti'nin ideolojik çizgisinin eklektikliğinden ya da siyasi pragmatizminden rahatsız değiller; hatta bu kadarını da yeterli görmüyor ve doğrudan siyaseti, toplumsal talepleri, halkın iradesini baskı altına almaya çalışıyorlar. Bu noktada darbecilere karşı tavır koymanın AK Parti'yi desteklemekten ziyade resmi ideoloji dayatmacılığına karşı hukuk talebiyle irtibatlı bir karşı koyuş, bir muhalif tavır sergilemek olduğu anlaşılmalıdır.
Öte yandan biz Müslümanlar açısından net biçimde kavranılması gereken bir husus da darbe tehditlerine karşı çıkmanın AK Parti'yi değil, İslami kimliğimizi savunmak olduğudur. İlk elde siyasi amaçları mevcut hükümet kadrolarını tasfiye etmek olsa da, darbecilerin asıl dertlerinin İslam olduğu açıktır. Muhtıraya konu olan "tehdit" unsurlarına bakıldığında doğrudan İslami değerlerimizin hedef alındığı görülmektedir. Hz. Peygamber'in anılmasından, Kuran okunmasından rahatsızlık duyulmasının; başörtümüzün çağdışı kıyafet diye hakarete uğramasının mantığı da burada aranmalıdır. Dolayısıyla muhtıra ile birlikte somutlaşan darbe tehditlerine karşı tavır almak, AK Parti hükümetini desteklemek değil, İslami kimliğimizi savunmak demektir. Saldırı AK Parti hükümetinin şahsında doğrudan dinimizi hedef almaktadır. Bu noktada saldırganlığa karşı tavrımız AK Parti'ye destek görüntüsünü de doğurabilir. Ama bu desteğin muhtıraya karşı bir tavır alış olduğu, yoksa AK Parti kimliğinin ve icraatlarının savunulması anlamına gelemeyeceği de bilinmelidir.
Darbeciliğe Tepki Kimliksizliği Hoşgörmeyi Getirmemeli!
Bu çerçevede dikkat edilmesi gereken bir nokta da darbecilere karşı takınılan tavrın AK Parti kimliğini içselleştirme sonucunu doğurmamasıdır. Darbeciliğe, dayatmacılığa tepki adına ortaya konan hiçbir söz, eylem ve tutum AK Parti ile özdeşleşme ya da AK Parti'nin peşine takılma şeklinde bir görüntüye yol açmamalıdır. Çünkü bilinmelidir ki, tepkisellikle aşındırılacak bir eşik aynı zamanda kirli, bulanık bir sürecin kapısının da aralanmasını getirebilir.
AK Parti'nin Kemalist oligarşinin haksız, hukuksuz saldırılarına maruz kalması, "irtica" suçlamasıyla darbe tehditlerine muhatap olması ne temsil ettiği kimliğin bulanıklığını, ne de izlediği politikaların tahribatını görmezden gelmeyi getirmemelidir. AK Parti gerek ideolojik-siyasi duruşuyla, gerekse de toplumsal yapıda öne çıkarttığı değerlerle düzenin kalıplaşmış resmi ideolojisine alternatif olarak küresel kapitalizmin değerlerini yaygınlaştıran bir oluşum. Bir kısım kadrolarının ve yöneticilerinin geçmişlerinde İslami duyarlılığa önem vermiş isimler olması oligarşik iktidar çevrelerinde vahim bir tehdit kaynağı şeklinde algılanmakla birlikte, sahih bir çizginin takipçileri olması gereken Müslümanlar açısından belirleyici bir vasıf oluşturmamaktadır. Zaten yemin billah "değiştik" vurgularıyla da böylesi bir görüntünün oluşmaması için söz konusu zevatın çokça çaba sarfettiğine sürekli şahitlik etmiyor muyuz?
Militarizmi geriletmeye yönelik her tutumu, her çabayı önemsemek durumundayız. Üstelik de inancımızı, kimliğimizi, tüm değerlerimizi düşman belleyen ve giderek daha da belirginleşen açık ve yakın bir tehlikeyi ise görmezden hiç gelemeyiz. Bu noktada elbette AK Parti hükümetinin ya da herhangi bir siyasi çizginin militarizme karşı bir tavrı söz konusuysa o tavrı desteklemekten de kaçınmayız. Ne var ki, militarizme karşı görünüp de, pratikte militarizmin dayandığı resmi ideolojiyi farklı araçlarla içselleştirme tavrını da yok saymamız söz konusu olamaz. Daha açık bir anlatımla, bayrağı faşizan bir sembol haline getirip gözümüze sokmaya çalışan darbeci güruha karşı bayrak yarışına giren bir AK Parti'nin militarizme karşı etkili ve sağlam bir tavır geliştirebilmesine ihtimal vermiyoruz. Bu tarz yaklaşımların kimlik kirliliğine ilaveten tam bir çözümsüzlük olduğunu görmeli ve "kim daha fazla ve uzun bayrak açtı", "kim daha Atatürkçü", "kim en laik" yarışmasından uzak durmalıyız!