198O'li yıllardan itibaren İslami hareket yoğun bir şeklide gündemde yer alıyor. Konuyla ilişkili olarak çeşitli kesimlerin yaptıkları değerlendirmeler de kendi mentalitelerinin sınırlılığı içerisinde öznel (sübjektif) çıkarımlara neden olmaktadır. Bundan menkul, hem müslümanlar arasında, hem de diğer çevrelerde vuku bulan değerlendirmelerde bir takım belirsizliklerden bahsetmek mümkün.
Sözkonusu belirsizliklerin iki noktada odaklaştığı gözlemlenmektedir:
i. İslami harekete yön veren temel dinamikleri, içerisinde varlığını sürdürdüğü toplumsal işleyişin bir ürünü olmakla sınırlandırma.
ii. İslami hareketi, varlığını sürdürdüğü toplumsal işleyiş içerisinde sosyal tekabuliyet açısından "yerli yerine" oturtamama.
İnanıyoruz ki, ülkemizde yaşanılan sosyal/siyasal karmaşayı anlamlandırmak, bahsi geçen öznellik aşılabildiği oranda mümkündür. Bu yüzden de ülkenin tarihsel yaşam serüvenini bilmek yanında, İslami hareketlerin varlık nedeni olan İslam'ın, kendi sistematiği içerisinde kavranması zarureti vardır. Konu ile ilgili olarak yapılan dayatmacı ve aldatıcı söylemlerin bu gerçeği dışlayarak ifade ettikleri "modern olma" amacı, mezkur belirsizlikler aşılamadan anlamlandırılmaz. Temel hedef olarak "muasır medeniyet seviyesi'ni belirleyen yetmiş yıllık toplumsal süreç de aynı şekilde değerlendirilmelidir.
Bütün bir insanlığı, oluşumunda müdahil olmadıkları bir yaşam serüvenine katılmaya mahkum etmek isteyen bu yaklaşımlar, esasta kendisini "müstağni" gören bir temele dayanmaktadırlar. Bu gerçeği en yakından bilen/bilmesi gereken insanlar müslümanlardır. Söz konusu durumun iki temel sebepten dolayı böyle olması gerekir: Bunların ilki; halen yaşadıkları fiili çözümsüzlüğün böyle bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmış olmasıdır. İkinci ve daha özel bir konum ifade eden faktör ise, mutlak bilgi kaynağı olan "vahy"in müslümanların ellerinde bulunmasıdır.
Durumun böyle olduğunu söylemek, olup biteni kavrama çabasının yok olduğunu söylemekten çok daha farklı bir amaç ve anlam ifade etmektedir. Söylemek gerekir ki, Türkiye coğrafyasında olup biteni anlama çabasının yeniden yoğunluk kazandığı günlerdeyiz. Söz konusu çabalar, Osmanlı'nın son dönemlerini çağrıştıran bir görünüm arz ediyor. Birçok insan "Nasıl kurtuluruz?" sorusunu yeniden sormaya ve cevap aramaya çalışmaktadır. Bu durum, köklü bir kimlik bunalımının yaşandığı şartlara tekabül etmektedir. Bu çabaların yoğunlaşmasını bireysel etkinlikler olarak ele almamak gerekiyor. Modern dayatmaların telkin ettiği umutlar birer birer tükendikçe, insanlık sürüklendiği çözümsüzlük girdabında, için için kurtuluş özlemlerini yeşertmeye başlamıştır. Yine de vurgulamak gerekir ki, tüm bu çabalar sonucu ortaya çıkan düşünceler, yaşanılan fiili durumun yansıması olan bir sınırlılığa sahip görünmektedir. Etnik çatışmaların, "geç kalmış milliyetçilik" arayışlarının tam da bu döneme tekabül etmesi ilginçtir. Oysa, egemen sisteme köklü bir başkaldırı, ancak bu sistemin esaslarına/temellerine yönelik bir yeniden anlamlandırma çabası ile mümkün olabilir. İnsanı, kutsalı olmayan/her şeyin anlamsızlaştığı bir dünyaya mahkum eden egemen düşünceye karşı, her şeyin yerli yerine oturtulmasını sağlayacak bir yeniden anlamlandırmayla köklü direniş mümkündür. Her şeyi yerli yerine oturtacak anlamı ise ancak vahyi bilgi verebilir. Bu anlamı elde etme savaşımı da İslami hareketlerin varlık sebebini oluşturur.
Yaşadığımız günlerde sesini yükseltmeye başlayan İslami direnişe karşı, yer yer etnik çatışmaların ama daha çok da "uzlaşma" çabalarının yoğunlaştırılması gözlerden kaçırılmayacak kadar önemlidir. Unutulmamalıdır ki uzlaşma, herkesten daha çok statükonun/egemen sistemin varlığı için gereklidir. Ve, uzlaşma, egemen dünya sisteminin varlığını, sömürüyü devam ettirmek amacıyla giriştiği çabalar için uygun bir zemin oluşturmaktadır.
Tüm İslami direniş hareketlerinin en önemli tehlike olarak sunulduğu şu dönemde, yapılması gerekenleri anlamanın imkanlarını araştırmak artık kaçınılmaz bir zorunluluktur. Yapılması gerekenleri anlamamızı sağlayacak imkanların ilki vahye yeniden dönüş ise, ikincisi de vahye dayalı olarak elde edilen bilgi ile hayatı yeniden anlamlandırmadır. Her şeyi yerli yerine oturabilmemizi sağlayacak olan bu eylemi gerçekleştirebilmek, yaşanılan durumu doğru bir şekilde tanımlamak ile mümkündür. Tanımlamanın ilk adımı ise, var olan durumu anlamaktır.
Fukuyama'nın şahsında "tarihin sonu"nun ilanı, sıradan bir entellektüel çıkarım olarak düşünülmemelidir. Varlığını büyük ölçüde "beklentilere endekslemiş modernizm, insanlığı yaşanılan vakıayı olduğu gibi değerlendirme imkanından mahrum bırakmıştı. "Tarihin sonu" savı ile de bu bilinç yoksunluğunu aşma çabalarını umutsuzluğa mahkum etmeyi denemektedir. Kuşkusuz ki, modernitenin bu yönlendirici gücü, bizatihi yaşanılan durum olmasından da kaynaklanmaktadır. Doğrusu, bu kuşatıcı ve pratik güç karşısında direnmek, çok güçlü dinamikler üzerine bina edilmiş bir bilinç eylemi ile mümkündür. Çeşitli dayatmalarla yüzyüze bulunan insanlar için böylesi bir tercih yapmanın bedeli olabildiğince ağırdır. Ve, geçmişte de olduğu gibi insanların çoğu acil/peşin olanı tercih etmektedir (75/20). Bu tercihlerin hep ihanetlerin sonucunda gerçekleşmediği de biliniyor. Denebilir ki, bu tür durumlar büyük ölçüde bir yanılgı sonucu olarak ortaya çıkar.
Biliyoruz ki, bilinç yoksunluğu öncelikle temel tercilerden kaynaklanır. Temel tercihini vahye göre yapmamış/yapamamış insanların aynı serencamı paylaşıyor olmasının temelinde ise "müstağni" tavırlar inkar edilemez bir paya sahiptir. Müstağnilik bir durum/sonuç olduğu gibi bir tercih/sebeptir de. İster sonuç olarak ele alınsın, isterse sebep, müstağnilik her iki durumda da fiili olarak benzer bir işleve sahiptir. Buna karşın, "sonuç" olarak müstağni olmakla yüz yüze gelmiş bulunan müslümanların henüz tüm seçeneklerini yitirdikleri söylenemez. Zira "hakk"ı ve "sabr"ı tavsiye mekanizması, "salih ameller"de bulunmanın ölçüsünü tazeleyen bir teminattır (103/2-3). Yapılması gereken, geçici olan dünya nimetlerine karşılık, ebedi olan Rabbimizin katında bulunan nimetleri tercih etmektir (93/4). Ancak gündemde tutulan ve dayatılan "uzlaşma" çağrıları, tercihleri saptırmayı amaçlamaktadır.
Uzlaşma, en genel anlamıyla ödün vermektir. Egemenlerin sunduğu imkanlar ölçüsünde kimliğini ifade etmekle yetinmektir. Ve. vahye yeniden dönüsü ifade eden ıslahat çabalarının gereği olan sosyal ilişkilerden çok farklı bir nitelik arzeder.
Uzlaşma, zamanın ve şartların renklerine göre biçim almaktır. Bir diğer ifadeyle, geçmişin yöntemlerinde keramet vehmedenlerin yanında çağdaş yöntemlerde bir keramet vehmetmektir. Ölçünün bulanıklaşmasıdır. Rabbimizin imtihan vesilesi olarak sunduğu nimetlere tamah etmekten kaynaklanan bir büyüklenmeyle (74/23) ölçüyü belirlemeye (74/19) yeltenmenin getirdiği açmazdır.
Bilinmelidir ki; zamanın ve şartların kuşatması sonucu ortaya çıkan her eğilim, İslam'ı kendi asli yapısı dışındaki birtakım yöntemlerle yarış haline sokacaktır. Başkalarının bize yaranıp uzlaşmaları karşılığında da olsa yalanlayanlarla uzlaşmayı şiddetle reddeden Kur'an'a rağmen (68/9) müslümanca bir tavır oluşturmaya kalkışmak apaçık bir yanılgıdır. İslam'ı savunmak adına çağdaş sosyal, siyasal ve ekonomik sistemlerle İslam'ın mutabakatını sağlayacak unsurlar aramak, tevhidi bir bakış açısından yoksun olmaktır. Bu yüzdendir ki, İslam bir kültür olayını, bir medeniyeti ve bir tarihi konuşanların platformlarında tartışılmaya mahkum kılınmaktadır. Oysa bir "varoluş eylemi" özelliği taşımayan, vahyi ölçülere isnad gereği duyulmayan tüm çabalar Kur'an'ın yerdiği tavırlardır. Popüler şirk kültürünün oluşturduğu ilke ve kurumları. İslam'ı ifade etmenin yolu ve yöntemi olarak kullanmak bir imkanı değerlendirmekten ziyade pragmatik bir tutumun yansımasıdır. Pragmatizm, ilkesizliği ölçü edinmenin adıdır. İlkesizliğin bütün biçimleri kötü (kabih)dür. Bunu İslam adına yapmaya yeltenmek ise açıkça zanna uymaktır.
Uyarıldıkları halde, Allah'ın zikrine sırt çeviren ve dünya hayatını tercih edenlerden yüz çevirmek (53/29) hikmetli bir öğüttür. Kendisini müstağni görüp başkalarının uyarıp sakındırmalarını kaale almayanlara karşı sabretmek ve güzel bir şekilde onlarla aramıza mesafe koymak (73/10) hayrımıza sonuçlanacak bir ilkenin gereğidir.
Bütün bir sistemliliğine rağmen, özenle örülmüş çağdaş dayatmalar, esasen örümcek ağına benzemektedir. Görünürdeki özenliliğine karşın örümcek ağı ise zayıftır (29/41). İnanan insanlar unutmamalıdır ki, müstağnilerin hesaplarını Allah boşa çıkaracaktır (105/1-5).