Kevser Çakır Demir, İstanbul Bilgi Üniversitesi Siyaset Bilimi mezunu olup, evli ve iki çocuk annesidir. “Bitmeyen Gün: Sürgün”, “Bir Neslin Ardındaki Meçhul Kahraman: Celalettin Ökten”, “İkna Odaları” belgesellerinin yapımında rol aldı. Son olarak “Derdest” belgeselinin yönetmenliğini üstlendi. Kendisiyle Müslüman tutsakları konu edinen “Derdest” belgeselini konuştuk.
RÖP: Umeyr Genç
Öncelikle Müslüman tutsakları gündemleştiren bir çalışmaya imza attığınız için tebrik ve teşekkür ediyoruz. Belgeselinizde 1990’lı yılların başındaki İslami davalar dâhil olmak üzere 28 Şubat sürecinin yargı mağdurlarını konu edindiniz. O süreçte siz neler yaşamıştınız?
Ben teşekkür ederim. Belgeselimizde 28 Şubat'ın günümüze uzanan ve hâlâ kanamakta olan bir yarasına işaret etmek istedik. Bu bağlamda içeride olan 600-700 kadar bir mahkûmdan söz ediliyordu. Cezaevlerinde gün sayan, ömür tüketen insanların ve ailelerinin, kendilerini ifade edecek mecralarının olmadığını fark ettim. Bu düşünceyle belgesel sürecine başladık. İsimleri fazlaca duyulmayan, özellikle yeni nesil tarafından pek de bilinmeyen davalardan oluşan belli isimlere ulaştık ve aileleriyle, avukatlarıyla görüştük. 28 Şubat darbesini hazırlayan süreçleri de ele alarak, belgeselde bu yargılanmaları ele aldık.
Ben 28 Şubat süreci başladığında henüz çocuktum, sadece evde geçen diyalogları, seyrettiğimiz haberleri hatırlayabiliyorum. 28 Şubat kararlarının alındığı dönemde üniversitede değildim ancak sonraki yıllarda bu kararlardan bizzat etkilendim. Devam eden süreçte hem ortaokulda, hem lisede hem de üniversitede birçok sıkıntıyla karşı karşıya kaldım. Tabii ki benim yaşadıklarım birçok abla ve ağabeylerimizin yanında hiçbir şey değil.
Sizi bu konuyu çalışmaya sevk eden amiller neler oldu? Neden ülkenin/toplumun gündemine giremeyen böyle bir konu üzerinde çalışmaya karar verdiniz?
Tarih çalışması olan belgesellerin iki kategoride bulunduğunu görüyoruz. İlki; bir zamanlar bir mevzu, durum ya da sorun vardır ancak bu artık aşılmıştır. Bunu aktarırsınız, amacınız bunu hatırlatmak, konu üzerinden ders alınmasını sağlamaktır. “İkna Odaları” belgeseli bu amaçla yapıldı. Tarihe bir not düşmek ve bir daha yaşanmasını önlemek için tarihten dersler çıkarmak şeklinde. İkincisi ise ortada devam eden bir durum, bir sorun vardır. Siz buna dikkat çekmek için belgesel yaparsınız. İşte "Derdest" belgeselini de bu ikinci kategoride ele alıyorum. Süregelen bir haksızlık-hukuksuzluk durumuna dikkat çekmek ve gündem oluşturmak için bunu yaptık. Ben zaten elimden geldiğince Müslümanların meselelerini gündemleştirmek ve belgeselleştirmek isteyen biriyim.
Allah nasip ederse bundan sonra da bu amacı önceleyerek çalışmak istiyorum. Sol ve Kemalist çevreler imkânları -ve de çabaları- sayesinde kendilerini görsel alanda uzun yıllardır ifade ediyorlar. Ancak bizler bu çabalarda ister istemez geciktik. Anlatılması gereken çok hikâye biriktirdik, gündem olması gereken çok meselemiz var. Neden bir sürü belgeselle, filmle anlatmayalım yaşadıklarımızı? Bizim ve bizden sonraki nesillerin dergi, kitapla girdikleri ilişki görsel dünya kadar etkili değil madem, o halde biz de bu alanlardaki boşlukları hızlı bir şekilde dolduralım.
Yoksa bizim iyi anlatamadığımız bir meseleyi, gidip başka mecralardan öğreniyor insanlar. Şöyle basit bir örnek vermek isterim. Bizim değer dünyamızdan olan bir arkadaşım, yaptığımız belgeselin içeriğini öğrendiğinde bana "Nasıl yani Madımak'ı Müslümanlar yakmadı mı?" dedi. Her yıl Temmuz ayında ve belli dönemlerde yapılan kara propagandalardan o da nasibini almış demek ki. İşte bu yüzden bize düşen elimizdeki tüm araçları seferber ederek, Müslümanların meselelerini daha çok kişiye, daha yalın ve daha kalıcı şekilde aktarmak diye düşünüyorum. Aciliyet durumuna göre oluştu bu belgesel. Şu anda gündemde olmasa da acilen gündem olması gereken, topluma iyi anlatılması gereken bir mevzuyla karşılaşıyoruz. Bu da cezaevindeki mahkûmların durumu. Onlar olağanüstü koşulların olağan mahkûmları… Biz seslerini duyurmak istedik. İnşallah bir nebzede olsa çabamız karşılık bulur.
28 Şubat post-modern darbesi birçok hukuksuzluğa yol açtı. Bunun en önemli ayaklarından biri de yargı ayağı idi. Belgeselde bu konuya yer vermişsiniz. O süreçte yargının nasıl işlediğine dair neler söylemek istersiniz?
Öncelikle şunu ifade edeyim ben hukukçu değilim. Hukuki terimleri bu bağlamda bir hukukçu kadar iyi kullanamayabilirim ancak durumu şöyle izah etmek isterim. Öylesi bir dönemden geçiliyordu ki 28 Şubat sürecinde, hukuki yargılamalar değil, politik yargılamalar söz konusuydu. Hâkim ve savcılar brifinglendirilmişti, buna uymayanlar sürgün edilmişti. İşkenceler sonucunda insanlara zorla ifadeler imzalatılıyor, ardından da askerî hâkimlerin de bulunduğu DGM'lerde bu insanlara "anayasal düzeni yıkmak" suçlamasıyla çok ciddi cezalar veriliyordu. Yani basit bir akıl yürütmesi yapacak olursak, darbeci generaller, hâkimler ve savcıların "adil yargılama" yapmayacağı konusunda sanıyorum ki milletçe -özellikle 15 Temmuz gecesi bir kez daha yaşanan acı tecrübeyle görmüş olduğumuz üzere- hemfikiriz. O halde darbecilerin brifinglendirdiği kurumların, askerî hâkimlerin yargıladığı bu insanların, hâlâ cezaevlerinde işi ne? Üstelik de darbelerin, darbecilerin yargılandığı bir süreçte.
Belgesel için o günlerde yayınlanan gazetelerin arşivlerini de taramışsınız. 28 Şubat medyasının Müslümanların yargılandığı davalara yaklaşımı nasıldı?
Evet, yapım ekibi arkadaşlarımızın katkısıyla ciddi bir arşiv elde ettik. Dönemi şöyle anlatabilirim: Kitle iletişim araçlarının en yaygın ve görünür olanları o dönemde merkez medyanın elindeydi. Dindar kesimlerin bu araçlara ulaşımı söz konusuysa da henüz yaygınlık ve bilinirlik elde edilememişti. Bu sebeple kamuoyu oluşturmakta ve gündemi belirlemekte bu çevrelerin daha başarılı olduğunu görebiliyoruz. Zaten bugün de bilindiği gibi 28 Şubat'ın sacayaklarından biri de "medya" idi. Bu anlamda yapılan propaganda zaten medya aracılığı ile gerçekleştiriliyordu. Medya da brifinglendirilmiş olduğu için dindar kimlikli insanlara yönelik ciddi bir karalama kampanyası yürütüyordu. Bu yaklaşımını davalar sürecinde de işletti.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra açığa alınan bazı hâkim ve savcıların İslami davalara bakan hâkim ve savcılar olduğunu gördük. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
FETÖ ve Kemalizm’in iç içe geçmiş olduğu söylenebilir. Zaten işkence gören insanların "İşkenceciler arasında namaz kıldığını söyleyenler de vardı." şeklinde anlatımları var. O dönemde FETÖ örgütüyle ilişkide olanlar muhakkak vardır. Ancak bunu sadece FETÖ’ye bağlamak da istemiyorum, çünkü FETÖ'den çok daha köklü bir yapılanma var ki o da Kemalizm. Bu artık tavuk yumurta ilişkisine dönmüş, ikisi de birbirini beslemiş. Ancak FETÖ’cü hâkim ve savcılar yargılanırken, onların haksız yere mahkûm ettiği insanları da bu yüzden unutmamak gerekir. Çünkü ben inanıyorum ki cezaevlerinde ömür tüketen bu insanların inancı 15 Temmuz direnişini gerçekleştiren halk kesimlerinin inancından farklı değildir. Bunu da şehit Halil Kantarcı örneğinden yola çıkarak görebiliriz.
Belgeselinizde yer verdiğiniz bazı demeçlerde mahkûm yakınlarının ilgisizlikten yakındığı görülüyor. Bu konuya dair bir ilgisizlik olduğunu düşünüyor musunuz? İçerdeki kardeşlerimiz unutuldu mu?
Unutulmuşluktan ziyade, insanların ilgilerini iki sebepten dolayı yeterince gösteremediklerini düşünüyorum. İlki; Bu zamana kadar insanların bu konulara mecalleri kalmıyordu. Daha birkaç yıla kadar parti kapatmalar, yasaklar, kanunlarla uğraşan dindar kesimin tabiri caizse bu konulara yoğunlaşacak hali kalmıyordu onca sorunun yanında. İkincisi; imkânları kısıtlıydı. Yine de ellerinden geldiğince, dergilerde, gazetelerde bu konuları işledilerse de bu ailelerin beklentisini karşılayacak kadar yeterli olamadı.
Birçok davadan hüküm giymiş çok sayıda mahpusun ailesiyle görüştünüz. On yıllardır çocukları, eşleri, babaları İslami davalardan hapiste olan aileler ile ilgili gözlemleriniz nedir?
Ben ailelerle görüştükten sonra olayın duygusal yanının bizim gördüğümüzden daha derin olduğunu farkettim. Bu beni çok etkiledi. Birileri sırf bu ülkede Müslüman oldukları için haklı-haksız ayrımı dahi yapılmadan, topyekûn ibreti âlem olsun mantığıyla derdest edilmişler, aradan yıllar geçmiş. Neredeyse benim yaşım kadar içeride olan ağabeylerimiz var. 10-20 m2 alanlarda ömür tüketiyorlar. Ya tecrit edilmişler ya da ailelerinden uzak şehirlere atılmışlar. Aileler inanın büyük bir tevekkül ile yıllardır, evlatlarını, babalarını, kardeşlerini, ağabeylerini bekliyor. Çok büyük sıkıntılar çekmişler, maddi ve manevi... Her biri ayrı bir belgesel konusu aslında. Onlar ve aileleri vakur ve sebatkâr, sesleri çok çıkmıyor diye bize ne oluyor?
Yakın zamanda başka bir belgesel projeniz var mı?
Evet, tabii ki. Konumuzu belirleyen şey de gündemimizdeki meselelerin aciliyeti olacak inşallah.
Son olarak bu konunun gündemde kalması ve mağduriyetlerin giderilmesi ile ilgili tavsiyeleriniz neler, ne yapılabilir?
Artık hepimizin elinin altında akıllı telefonlar var. Sosyal medyayı veya interneti herkes kullanıyor, bulunduğumuz bu tarz mecralarda Müslüman mahkûmlarla ilgili taleplerimizi duyurmalı, mümkün olduğu kadar bu konuda ısrarcı olmalıyız. Eğer talepler herkes tarafından dillendirilirse, bunu yapmak isteyen ancak bir türlü yapamayanları da cesaretlendirmiş, harekete geçmeleri için teşvik etmiş oluruz.