Türkiye 15 Temmuz’dan bu yana, aslında pek de yabancısı olmadığı, geleneğinde güçlü izlere sahip otoriter devlet pratiğinin nüksettiği bir ortamı yaşıyor. Darbeci yapılanmayla mücadele adına ortaya konan icraatların toplamına bakıldığında uzun bir aradan sonra tekrardan otoriter ve baskıcı devlet aygıtının güç kazandığı, buna karşın muhalif yaklaşımlar için hareket alanının daraltıldığı, siyaset zemininde yukarıdan aşağıya tek tipleştirme, homojenleştirme eğiliminin yeniden belirginleştiği görülüyor. “FETÖ’yle mücadele” bağlamında kamuoyuna açıklanan rakamların cesameti iktidar sahipleri açısından başarılı birer performans kriteri olarak algılanıyor olabilir ama bu manzaranın toplumsal huzur açısından sağlıklı bir gidişatın alameti sayılamayacağı gün gibi ortada.
Bir yıla yaklaşan süreçte kabaca rakamlara baktığımızda yüz binden fazla kişinin kamudan ihraç edildiğini görüyoruz. Yüz elli binden fazla kişi hakkında soruşturma yürütüldüğünü, bunlardan kabaca elli bini hakkında tutuklama kararı verilirken, bir o kadarının da adli kontrol şartıyla serbest bırakıldığını öğreniyoruz. El konulan şirketler, müsadere edilen mal varlıkları, kapatılan okullar, dernekler, vakıflar… Bu şekilde uzayıp giden ve bir hayli kabarık bir liste var karşımızda.
Devlet tüm bu manzarayı basit istatistiksel veriler şeklinde sunarken, rakamların kabarıklığını ise kamuoyunu tehdidin büyüklüğüne ikna etme yönünde değerlendiriyor. Oysa toplumsal travmaya dönüşme yolundaki bu hadise rakamlara indirgenemeyecek kadar can yakıcı bir mahiyet taşımakta. Yeni doğmuş bebeğini gözaltında tutulduğu emniyet binasında ya da cezaevi koğuşunda emzirmek zorunda bırakılan lohusa bir annenin yaşadığı sıkıntıyı herhangi bir istatistiksel veriye sığdırmak hiç mümkün olabilir mi?
Örgütle Mücadeleyi Toplumsal Tabana Yaymak!
Gelişen hadiseler ve yaşanan süreç iktidarın öne çıkarttığı mücadele anlayışının yanlış bir zemine oturtulduğunu göstermekte. Örgütsel yapı ile toplumsal tabanın iç içe geçirilmesinin neticesi olarak kitleselleşip yaygınlaşan bir mağduriyet olgusuna sebebiyet verilmekte. Buna bağlı olarak toplumun her kesiminden rahatsızlıklar, yakınmalar, tepkiler yükselmekte ve süreç giderek tam bir kaos haline dönüşmekte.
Oysa Gülenci yapılanmayla ya da devletin tanımlamasıyla FETÖ ile örgütsel bazda mücadelenin bu yapının uzandığı, değdiği tüm alanları kurutmak şeklinde algılanması ve dayandığı geniş çaplı tabanın tümüyle suçlu konumuna oturtulmasının mantıklı ve insaflı bir tutum olmadığı en baştan görülmeliydi. Gülenci yapılanmanın hiyerarşik mekanizmasıyla, daha genelde de Gülenci zihniyetle hesaplaşmak ve onu mahkûm etmek ne kadar elzem bir iş idiyse, bu yapının dayandığı toplumsal tabanı hedef almak da o oranda bir basiretsizlikti. Ve gelinen noktada kontrolsüz bir öfke halini yansıtan bu tutumun doğurduğu can yakıcı, yürek burkan görüntüler giderek katlanırken; otoriter, ceberut devlet anlayışının “FETÖ’yle mücadele” zeminini de aşıp her yere yayılma istidadı gösterdiğine şahit oluyoruz.
Devletin otoriterleşme eğilimi kaçınılmaz olarak iktidar sahiplerini muhalif konumda olanlara yönelik sindirme, tasfiye tutumuna yöneltmekte, olağan durumlarda itiraz ya da eleştiri kapsamında algılanabilecek yaklaşımlar, eylemler bir anda ihanet kategorisine taşınıp mahkûm etme çabasına konu olabilmektedir. Öte yandan aynı ortam iktidar gücüne yaslanan fırsatçıları da devlet otoritesini çıkarları için tepe tepe kullanmaya sevk etmektedir. Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerine yönelik operasyonlar ve Pelikan tayfasının çabaları bu durumu yansıtan örneklerdir.
Devletin güvenliğini sağlama adına sergilenen yaygın ve sistematik operasyon mantığının devleti ne ölçüde güvenli kıldığı tartışmalı olsa da toplumu epeyce güvensiz hale getirdiği açıktır. Gelinen yer itibariyle kimsenin kimseye güven duymadığı, tehlike sensörlerinin sürekli alarm verdiği, herkesin her an olmadık ilişkilerle itham edilebileceği ve masum olduğunu ispatlamak zorunda bırakılacağı bir korku atmosferi tesis edilmiştir. İktidar sözcüleri yapılan edilenin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu iddia ede dursunlar, Anadolu’nun küçücük illerinde ev kadınlarının dahi illegal örgüt suçlamasıyla evlerinden toplanıp adli takibata maruz kaldıkları, örgütü ifşa etme baskısına maruz bırakıldıkları, itirafçılığa zorlandıkları, hapse atıldıkları bir garip ve karanlık ortam fazla söze hacet bırakmamaktadır.
Resmi Görüş Maskeleriyle Dolaşan İnsanları Çoğaltmak!
Yazık ki bu ülkenin baskıcı dönemlerden kalma bir alışkanlığı olan ‘çift dillilik’ hastalığı bir kez daha hortlamıştır. Siyasilerden gazetecilere, akademisyenlerden sivil toplum örgütlerine kadar geniş bir alanda insanların önemli bir kısmı kamuya açık olarak bir türlü, özel alanda başka türlü konuşmaktadırlar. Örneğin mağduriyet meselesiyle ilgili olarak genele konuştuğunda “Yok böyle bir şey, iddiaların tümü süreci akamete uğratmaya yönelik taktikler, gündem karartma çabaları!” şeklinde reddiyeci yaklaşımlar geliştiren kişiler, özel sohbetlerde yapılan edilenlerden müthiş rahatsızlık duyduklarına, sürecin çok kötü yönetildiğine, mazlum insanların feryatlarının bu iktidarın sonunu getireceğinden korktuklarına dair kaygılar, eleştiriler sıralayabilmektedirler. Bu manzaranın çok ciddi bir zaaf kaynağı teşkil ettiği, bir tür çürüme, kokuşma alameti olduğu görmezden gelinemez. Açıkçası insanların ortalıkta resmi görüş maskeleriyle dolaştığı bir ülke sağlıksız bir ülkedir.
İnsanların ikili yaklaşım geliştirmeleri, kendilerini dışarıda ayrı, içeride ayrı konuşmak zorunda hissetmeleri en temelde iktidarın aykırı seslere tahammülsüzlüğünün bir neticesidir. Elbette bu tutum mümin tavrıyla bağdaşmadığı gibi, insani ve ahlaki de değildir. Her koşulda adaletten yana olma, dürüst ve açık tavır geliştirme sorumluluğunun yok sayılması şu veya bu mazeretle geçiştirilebilecek bir şey olarak da görülemez. Bununla birlikte aykırı seslere tahammülsüzlük, eleştirileri ciddiye almama, farklı yaklaşımları hemen karşıtlıkla, oyunbozanlıkla, hatta ihanetle suçlayıp mahkûm etme türünden acullukların bu tür çelişik tavırları, ikiyüzlülük ve samimiyetten uzak yaklaşımları beslemesi kaçınılmazdır.
Bu tutumu en net biçimde Erdoğan’ın tavrında görmek mümkündür. Katıldığı TÜSİAD Kongresinde olağanüstü hal uygulamasının devam ettirilmesinden rahatsızlık duyulduğuna dair sözler karşısında takındığı tavır çok tipiktir ve dikkat çekicidir. Söz konusu oturumda Erdoğan özetle “Ne hakkınız var şikâyete, işinize bakın, bizim işimize karışmayın, huzur ve güvenlik sağlanana kadar bu uygulama devam edecek!” şeklinde konuşmuştur.
Doğrusu Türkiye gibi kapitalist işleyişin hâkim olduğu bir ülkede sermaye sınıfının en üst temsilcilerinin organize ettiği bir toplantıda dahi iktidarın siyasi icraatına dair eleştiri getirilememesi ya da getirilen eleştirinin sert bir karşılıkla buruşturulup çöpe atılması çarpıcıdır. Keşke bu durumu “halka yabancılaşmış, Batıcı, sömürücü züppelere hadlerinin bildirilmesi” eylemi şeklinde yorumlayabilseydik! Ama böyle olmadığını biliyoruz, dolayısıyla temelsiz bir iyimserlik havası estirmenin yanıltıcı, hatta saptırıcı olacağı gözden ırak tutulmamalı. Bilakis ‘şişman kediler’in dahi susturulduğu bir ortamda kim neyi nasıl konuşacak, nasıl eleştirecek asıl bu soru üzerinde durulmalı!
Üretime Yoğunlaşmak Varken Özgürlüklerle Vakit Kaybetmek!
Erdoğan’ın “Olağanüstü hal uygulaması fabrikalarınızda üretim yapmanıza bir engel mi oluşturuyor ki yakınıyorsunuz?” şeklindeki vurgusu tam manasıyla siyasal zemini daraltan bir tavırdır. Ve bu yaklaşım tarzına rengini veren politik alanı siyasilere bırakma anlayışı başlı başına sorunlu bir tutumdur. Bilinmelidir ki ne siyasal alan siyasilerin özel alanıdır ne de iktisadi faaliyet özgürlük sorununun dışında kalması, onu dert etmemesi gereken bir uğraştır. Şu veya bu meslek grubunu ya da toplumsal kesimi siyasetin her türlü iktidar ilişkilerini kapsayan doğasına yabancılaştırmaya, onun dışında tutmaya yönelik bir tutum ise geliştirici olmadığı gibi gerçekçi de değildir!
Sermayedarlara “siz üretiminize bakın” demek, işçilere “iş bulduğunuza sevinin”, öğrencilere “eğitiminize odaklanın” gibi yönlendirmelerde, daha doğrusu kısıtlamalarda bulunmak demektir. Oysa içinde yaşadığı ülkenin siyasetiyle ilgilenmek, iktidarın icraatını değerlendirmek, politika üretmek herkesin hakkıdır, hatta sorumluluğudur.
Kaldı ki TÜSİAD mensubu sermayedarların, işverenlerin olağanüstü halden şikâyetçi olmaları da gayet doğaldır. Olağanüstü hal uygulamasının yabancı yatırımları engellediği, sermaye kaçışını artırdığı, yeni yatırım yapmayı riskli hale getirdiği bilinmekteyken, iş çevrelerinin bundan hoşnut olmalarını ya da sorun olarak gündemlerine almamalarını beklemek mantıklı bir talep olmaz.
Mamafih olağanüstü halin işverenlerin ticari kayıplarından öte, asıl olarak yol açtığı adaletsizlik ve özgürlük kısıtlamaları bağlamında karşı çıkılması gereken bir uygulama olduğu açıktır. 15 Temmuz darbe kalkışmasının bastırılmasının ardından geçici bir tedbir olarak başvurulduğu söylenen bu durumun giderek kalıcılaşma emareleri taşımaya başladığı ise görmezden gelinemez. İktidar sahiplerine çeşitli alanlarda, bilhassa da tartışmalı, netameli alanlarda gerçekleştirmek istedikleri icraatlarında alabildiğine geniş avantajlar sunan, hukuki kısıtlamaları kolayca aşıp geçmelerine imkân sağlayan bu düzenlemenin neden bu kadar ‘sevimli’ geldiğini anlamak zor değil elbette ama bu kadar çok içselleştirilmesinin, sahiplenilmesinin de gelecek açısından ürkütücü olduğu görmezden gelinemez.
Yargısız İnfazları Olağanüstü Hal Şalıyla Örtmek!
Cumhurbaşkanı Erdoğan olağanüstü hal’den şikâyetçi olanlara ülke huzura kavuşuncaya kadar bu düzenlemenin devam ettirileceğini ve bu uygulamadan neden rahatsızlık duyulduğunu anlamakta zorlandığını söylüyor. Doğrusu yapılan edilenlerin zaten yapılması gerekenler olduğunu düşünüyorsanız, mağduriyet şikâyetlerini ‘edebiyat’ olarak yaftalayıp geçiyorsanız, idari ve adli takibatların herhangi bir haksızlığa yol açtığını kabul etmiyor hatta daha da yoğunlaştırılması, yaygınlaştırılması gerektiğini savunuyorsanız sizin olağanüstü hal uygulamasından rahatsız olmanızı gerektiren bir şey yoktur! Ama tablonun hiç de öyle pespembe olmayıp, bilakis kapkara olduğu gerçeğini görenler açısından rahatsız olmayı gerektiren çok fazla husus mevcuttur.
Öncelikle olağanüstü hal uygulamasıyla idarenin temel hak ve özgürlükler aleyhine attığı adımlar yargı denetiminin dışına taşınmış durumdadır. Devletin insanların hayatlarını karartan, geleceklerini belirsizleştiren, gece yarısı yayınlanan listelerle işlerinden, aşlarından olmalarını getiren zecri kararlarıyla ilgili olarak mağdurların ellerinin kollarının bağlanması bizatihi zulüm değil midir? İnsanların cezalandırılması yargı kararları gerektiriyor ama kamudan ihraç edilmeleri, mallarına el konulması, işyerlerinin ellerinden alınması, derneklerin, vakıfların, basın yayın organlarının kapatılması gibi uygulamalar idarenin hiçbir denetime tabi olmayan kararlarıyla gerçekleştirilebiliyor. Oysa bu yapılanlar da insanların özgürlüklerinin kısıtlanması gibi açık bir cezalandırmadır, hiç de hafif bir yaptırım sayılamaz.
Ne var ki tüm bu kararlara karşı mağdurların ya da mağduriyet iddiasındaki kişilerin bir itiraz hakkı bulunmuyor. Ocak ayında kurulduğu ilan edilen ve itirazları değerlendireceği söylenen komisyon ise bugüne kadar hiçbir şey yapmış değil. Geçtiğimiz günlerde güya görevlendirme yapıldı ve 7 kişilik komisyon üyeleri belirlendi fakat on binleri aşan mağduriyet iddiasını toplamda 7 kişilik komisyonun nasıl karara bağlayacağı müphem. Komisyona biçilen 2 yıllık süre içinde tüm dosyaları sonuçlandırma görevi ise baştan bir ölü doğum!
Açıkçası bu komisyon olayının kendisinin samimiyetten uzak bir adım olarak planlandığı, yargı denetiminin ortadan kaldırılması yüzünden gelen eleştirileri savuşturmaya yönelik olduğu, Avrupa Parlamentosunun artan taleplerine ve AİHM kaynaklı sıkıştırmalara karşılık bir taktik olarak geliştirildiği rahatlıkla anlaşılabiliyor. Bu tür güdük bir mekanizmanın somut manada bir sonuç doğurmasını beklemek, mağduriyetlere son verebileceğini ummak fazla hayalcilik olur.
Adalet Talebini Konjonktürel Hukuka Boğdurmak!
İşbaşına geçtiği dönemde ülkenin çatışmalı bölgesinde çok uzun sürelerdir devam etmekte olan olağanüstü hali kaldırmakla övünen bir iktidarın şimdi maruz kaldığı darbe kalkışmasını gerekçe göstererek olağanüstü hal güzellemeleri yapması son derece ironik bir durum teşkil ediyor.
Tam burada şu hatırlatmalarla sözlerimizi tamamlayalım: Adalet talebini kendimiz için, yakınlarımız, sevdiklerimiz için dillendirdiğimizde kötü bir şey yapmış olmayız elbette ama bunu çok da erdemli, insanı yücelten, geliştiren, ahlaki olgunluğa ve yetkinliğe eriştiren bir iş olarak da göremeyiz. İnsan kendisinin ve yakınlarının menfaatini, maslahatını doğal olarak düşünür, hukukunu korur. Bu sıradan, basit ve doğal bir çabadır.
İnsanı geliştiren, yücelten, onu gerçek manada özgürleştiren ise başkalarının maruz kaldığı haksızlıklar, zulümler karşısında adalet talebini yükseltmek, gerektiğinde hoşlanmadıklarımız, mümkündür ki karşıtlık duyguları beslediğimiz, hatta düşmanlarımız için dahi adaletle hükmedebilmektir. Öfke ya da kinle değil, şer’i ölçülerle gelişmeleri değerlendirip, tavra dönüştürmektir. Kitabullah’ın bu konuyla ilgili uyarısını, hatırlatmasını sürekli göz önünde bulundurmamız gereken bir dönemden geçtiğimizi unutmamalı, Maide Suresinin 8. ayetini yaklaşım ve ilişkilerimizde şiar edinmeliyiz:
“Ey İman edenler! Allah için adaleti ayakta tutan şahitler olun. Bir topluma olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olun, bu takvaya daha uygundur. Allah’tan korkun, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”