Dünyanın bütün cennet kuşlarına; Sevda'ya...
Ameliyathanenin birdenbire hareketlenmesinden anlamıştım yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu. Kulaklarımı tırmalayan fısıltılar şiddetini arttırdıkça, anestezinin etkisinden sıyrılıp gözlerimi iri iri açmak istiyordum. Başucuma tasalı insan çehreleri gelip gidiyordu belli belirsiz. En net duyduğum bebeğimin ağlama sesiydi... Her yeni doğan bebek gibi tatlı ve dokunaklı... Ameliyat ekibi neden ilk kez tanık oldukları bir şey gibi gözlemliyorlardı ki onu? Çok güzel olmalıydı. Bebeğimi görmek ve kollarıma almak için sabırsızlanıyordum. Serçe parmağımı bile kıpırdatmaktan acizdim halbuki. Sanki yoğun sis tabakasının ardındaki bir çağlayanın önünde gelişiyordu her şey. Bebeğimi ameliyathanenin en uzak köşesine götürerek etrafında öbekleşmeleri tuhaf bir hüzne ve kıskançlığa sürüklüyordu ruhumu. Dilim bir çözülse onu bana getirin diye bağıracaktım ama yarıya kadar açılan göz kapaklarım ve adımı bile söylemekten aciz dilimle yalnızca tasalanmayı başarabiliyordum. Ameliyathane gitgide kalabalıklaşıyordu... Her içeri giren o en uzak köşeye, bebeğimin hayal meyal ağlamalarının duyulduğu yere gidip bakışlarını ona mıhlıyordu. Yaşlıca bir uzman, yanındaki intörne bebeğimin yüzündeki bazı noktaları işaret ederek ders verir gibi birşeyler anlatıyordu... Bana da anlat diye bağırmak istiyordum. Bana da anlat! Onun annesi bensem, ona olanlar önce beni ilgilendirir!
Gözlerimi sessiz sakin bir hastane odasında araladığımda kocam pencerenin önünde benim ayıldığımdan habersiz dalgın bir halde dışarıyı izliyor, ya da öyle görünüyordu. Bir öksürük krizi ve sanki bedenimi ikiye bölüyorlarmışçasına keskin bir acı... Önemsiz! Odanın her köşesinde bebeğimi araştırıyordum meraklı gözlerle... Nur topu gibi pembe tenli, yumuk gözlü, minik elli ve burunlu bir bebeğim olmalıydı benim. Rüyasını bile görmüştüm. Ona mavi zıbınlar, patikler, mama önlükleri, kundaklar hazırlamıştım kendi ellerimle... Kayın ağacından bir karyola yaptırdım.
İçine civciv sarısı bir battaniye serdim. Ne güzel! Bebeğim soğuk kış gecelerinde hiç üşümeyecekti. Başucuna oyuncaklar astım, uyandığında hemen beni göremezse canı sıkılmasın diye... Ameliyathanede yaşadıklarım olsa olsa anestezi heyulasıydı... Fakat odadaki bebek karyolasında neden hiçbir kıpırtı yoktu... Kocamın gözlerine yuvalanan keder..?
Hastane başhekimi bana göre zamansız ve sebepsiz bir ziyaretle odamıza gelince kocam ben biliyorum der gibi ona bakıp, benim her şeyden habersiz olduğumu ima etti. Ellerimi kulaklarıma tıkayıp anlatacağınız hiçbir şey beni ilgilendirmiyor dememek için kendimi zor tuttum. Doktor atasözünü andıran birkaç anlamlı sözden sonra 'Down Sendromu' diye birşeyler geveledi ağzında. Down Sendromu ha! Down Sendromu... Ne kadar da anlaşılır iki kelime!.. Vecize ve Latince bir şeyler sayıklayıp duracağınıza Türkçe konuşun lütfen diye yükselttim sesimi... Bebeğiniz ciddi bir zihinsel problemin kuşatmasında, ded doktor. Yani yaşam boyu sürecek zihinsel bir özre sahip... Yaşam boyu sürecek zihinsel bir özür! Ruh dünyamdaki yıkımla paralel iki dost gibi yani. Dokuz ay boyunca dua ve umutla içimde yaşattığım o minik can, hayatı sağlıklı bir kafa yapısıyla algılayamayacak demek... Bunun açılımı herkes gibi yürüyemeyecek, konuşamayacak, ergenlik sivilceleri çıkmayacak, bir kıza aşık olamayacak, evlenemeyecek, iş-güç kuramayacak, belki de benim annesi olduğumu bile özümsemeyecek olmalı!.. Rüya mıydı bu! Böyle ezbere konuşamazsınız, bebeğimi görmek İstiyorum diye bağırdım. Daha yüzünü bile görmediğim bebeğimin zekasını siz nereden biliyorsunuz diye küçümsedim karşımdakileri...
Onu her kucağıma alışımda sen dünyanın en akıllı bebeğisin diye bir öpücük konduruyordum yanağına. Yumuşacık... Pespembe... Mis gibiydi kokusu... Burun kökü basık, gözleri çekik, ağız kasları gevşek, bir kromozomu fazla mı işte öyle bir şeyler söylemişti doktor. O ne derse desin benim miniğimin her şeyi tastamamdı... Gözleri, elleri, burnu, kulakları muhteşem... Fakat nereye kadar gerçeklerden kaçabilirdim ki... Hakikatle ilk randevu sabrın gerçek göstergesiyse eğer, daha ne kadar direnebilirdim yazgının kutsallığına... Her gün biraz daha olduğu gibi kabulleniyordum onu. Her kucağıma alışımda sımsıkı göğsüme bastırıyor ve yaşadığım sürece senin gören gözün, tutan elin olacağım diyordum. Bana güven!.. Ve bebeğimi dünyadaki her şeyden çok seviyorum... O da beni seviyordu; kucağıma geldiğinde başını bütün uysallığıyla göğsüme yaslamasından, benim sesimi duyduğu zaman gözleriyle etrafını taramasından anlıyordum bunu... Oğlum yaşamım boyunca Rabbime olan şükrümü ve hamdımı ölçmek için vardı sanki... Tıpkı bir turnusol kâğıdı gibi... Oğlum, derken huzur buluyordum... Oğlum... Oğulcanım!
Evime gelen ziyaretçi trafiği çoğu zaman olumsuz izler bırakıyordu üzerimde. Onların belki tamamıyla dostane sözleri garip birer ironiyi çağrıştırıyordu... Bakışlarındaki acıma sinyalleri bütün içselliklerini silip süpürüyordu; fakat onlar kırdıkları potun farkında mı? Ben ne büyük bir yük yüklendiğimin bilincinde değilmişçesine mütebessim çehremle duvar tabloları gibi durağanlığımı korudukça beni anlamakta zorlanıyorlardı... Açık açık vahla tühle diz dövmüyorlarsa da Down Sendromu'nun ultrasonta teşhis edilememesindeki şanssızlığı dile getirmekten ya da aynı sendromun kuşatmasındaki bir çocuğun hazin sonundan bahsetmekte bir sakınca görmüyorlardı... Ben de oğluma sımsıkı sarılıp kulağına sevgimi fısıldıyorum. Ne olursa olsun dostuz diyorum. Seni dünyalık hiçbir değere değişmeyeceğim inan...
Ne yarın olabilecekleri düşünüp üzülerek vakit kaybetmek istiyordum, ne de etrafımdaki sağlıklı bebeklere bakıp iç geçirmek... Gerçekle hiçbir yürek sızısı duymadan yüzleşmek ve bebeğim için en doğru olanı yapmaktı tek istediğim... Hastane kontrollerini titizlikle yaptıracak, fakat beni gerçekle yüzleşmekten alıkoyacak her türlü düşten uzak duracaktım. Ağızdan ağza dolaşan hiçbir dinsel ve bilimsel veriye dayanmayan söylentilere bel bağlamayacaktım... Ve razı bir gönülle karşılayacaktım her testi, her neticeyi...
Şimdilerde oğlum ve ben birbirimize öyle alıştık ki, çoğu zaman onun zihinsel özürlü olduğunu düşünmüyorum bile. Oysa iki yaşına kadar ne yürüdü ne de önüne bıraktığım bir oyuncağı tuttu. Benimle kurduğu sıcak iletişim dışında hayatla pek bağı yok gibi... Acıktığı, susadığı zaman ağlasa da ağzına verileni öylesine çiğneyip yutuyor... Beni delip geçen bakışları, zamansız öfkelenmeleri, hırçınlıkları, tahammülsüzlükleri var.. Beni en çok aramızdaki sevgi köprüsünün yıkıldığını hissettiğim çaresizlik anları bedbinleştiriyor... Oğluma ulaşamadığım, ona yüreğimi aktaramadığım iki yabancı düzleminde kaldığımız o anlar en büyük kâbusum. Bir keresinde bir hastane kontrolü sırasında iki çocuğu da böbrek hastası olan bir babanın koşuşturmasını görmüştüm de ona hem acımış, hem imrenmiştim. Çocukları diyalizden çıktıktan sonra babacığım, diye boynuna sarılmışlardı. Dondurma, şekerleme istemişlerdi. Hiç acımadı demişti büyük olanı... İşte o diyalog, babanın gözlerinde dans eden sevgi huzmelerindeki vefa içimde onulmaz yaralar doğurmaya hevesli nefsime nasıl da dokunmuştu. Benim oğlum, onu sırtımda taşıyarak dünyayı turlasam bana teşekkür etmeyi ya da minik dudaklarıyla bir buse vermeyi bilir mi? Neler düşünüyorum. Karşılık beklediğim için mi annelik güzelliğim... Sadece ruhumda duyumsamak istiyorum onu... Ruhlarımız bir saniyecik olsun anlaşsın istiyorum. Çok şey değil!.. O benim gibi düşünemezse, ben onun gibi düşünemez miyim?
Sırf bu sebepten acıyarak ağlamayı yasakladım kendime. Gözyaşlarım isyan sayılırdı da Rabbimin rızasını azaltırdı belki. Ne kadar isyandan değil, rahatlamak için diye telkinde bulunsam da biliyorum ki o yaşlarda bir nebzecik sitem yer alabilir... içimdeki şeytan 'yetti be' dercesine kafa tutuyor; 'neden ben' suali zihnimde yer etmek için fırsat kollayıp duruyor zaten... Etrafım bahar çiçekleri gibi rengârenk çocukla dolu... Anneleri gel dediğinde gelmeyi bilen, çizgi film izleyen, öykü-masal dinleyen, okula gelip giden yüzlerce çocuk... Ben oğluma bir çıngırak tutmayı bile öğretemedim henüz... Ah yeterince sabırlı değil miyim? Neden zaman zaman sanki suçlu onlarmış gibi kocama ve büyük oğluma yükseltiyorum sesimi. Kaçıncı söz verişim kendime... Bir daha yükseltmeyeceğim... Bir daha bağırmayacağını...
Aynı dertten muzdarip bir arkadaşım, çocuğunun durumunu kabullenmekte zorlanınca memlekette kapısını çalmadık doktor bırakmadı. Her birinden de kendince farklı, bana göre aynı tespitleri duydu. Umut vadetmeyenler ağırlıkta olmasına rağmen, o ille de satılık umut ya da mutluluk arıyordu sanki. Büyük üniversite hastanelerinden birinde profesörün biri: "Down Sendromlu çocuklar hiçbir işe yaramaz. Atın onları pencereden aşağı!" deyince doktor milletinden soğudu ve bunlar fazla okumaktan kafayı yemişler belli ki diyerek köşesine çekildi.
O arkadaşım ve ben aynı dertle hemhal olduktan sonra birbirimize daha çok ısındık. Belki de memlekette dertli olana gösterilmeyen itibar yaralı yüreklerimizi iyice kanırttığından birbirimize tutunarak ayakta kalmaya çalışıyoruz... Kaderciliğimiz bizi pasifleştirmiyor, aksine çocuklarımızı bir adım ileriye götürecek eğitim imkânları araştırıyor, bütçemiz elverdiğince bireysel eğitim seanslarına katılıyoruz... Bu seanslarda, uzman kişilerce çocuklarımızın gelişimi değerlendirilip, bize yapmamız gerekenler anlatılıyor... Her şeyi harfiyen uyguluyorum. Ve her seans sonrası oğlumu karşıma oturtup gözlerinin ta içine bakıyor, çocuksu ışıltılar gerisinde içime su serpecek manalı bir gülüş, ya da dudaklarından dökülecek tek hecelik bir kelime arıyorum. Su dese meselâ... Ya da al-ver; git-gel. Fakat oğlum onu sorgulayan hiçbir tavrımdan hoşlanmıyor; başını bir kedi uysallığıyla göğsüme gömmekten başka bildiği bir şey yok... İnat edersem hırçınlaşıyor... Her hali 'benden bu kadar' der gibi... Öyle anlar oluyor ki ağlasam denizler miktarı yaş dökeceğim. En iyisi mi hiç başlamamak...
Oysa benim yaşama tutunuşum kimseyi pek ilgilendirmiyor... Çoğuna göre işe yaramaz bir canı gözümde büyüttüm, olayları seyrine bırakmak yerine lüzumsuz bir koşuşturmanın içine girdim. Millet sağlıklı çocuğunu doğru dürüst adam edemezken ben gece gündüz kendimi yollara vurarak neyin peşinde koşup duruyorum ki... Kendini akıl hocası sanan, analık-babalık görevlerini son demine kadar yaptıklarına inanan bir yığın insan var etrafımda, insan gerçek dostlarını böyle durumlarda daha iyi tanıyormuş meğer... Geçen gün paramı ve enerjimi boş yere harcamamam gerektiğini söyleyenlerden biri; kendi oğlunun matematik problemlerini filozof gibi çözdüğünü anlatırken ne kadar mesuttu. Bir diğeri kızının beş sayfalık bir deneme yazısını üç okuyuşta ezberlediğini söylerken ne kadar memnun. O kadar başarılıymış ki çocuklar! Astronot bile olabilirlermiş ama ah olumsuz ülke koşulları! Onları dinledikçe Allah'ım diye içleniyorum. Evlâdıma senin rızanı kazanabileceğim doğrultuda yönlendir anneliğimi... Ve her şafak sökümü garip bir huzurun titreşimiyle nemleniyor gözlerim. Günahlarımdan arınıyor-muşum gibi bir hisle doluyorum. Benim oğlum yarın için bir yatırım aracı değil. Ben de onun kusur ya da güzellikleriyle övünmeyi ya da yerinmeyi hüner sayan bir budala hiç. Anneyim! anneliğin sanatsal yönüyle ilgileniyorum yalnızca. Bana sunulan emanetin gerçek Sahibi'ni unutmadan tutuyorum oğlumun minik ellerini...
Ve pek çok insanın bu çocuk bir adım bile atamaz, tek kelime öğrenemez dedikleri oğlum, üç yaşın sonlarına doğru ilk adımını attı, dört yaşına girdiği şu günlerde anneciğim diyebiliyor... Ona havada sallayarak yaptığım el hareketlerini biraz gecikmeli de olsa tekrarlayabiliyor. Tuvalet alışkanlığı her geçen gün biraz daha düzenli. Ona mongol demeyi bir şey biliyorum zannedenlere cevap verir gibi, sağ kolunu doksan derecelik açıyla yukarı kıvırıp, parmaklarını kavisli bir açılımla dimdik tutup, sağa sola çevirerek muzip muzip bir gülümsemesi var ki, bu sanki bizim şifremiz... Özürsüz insanların özürlü davranışlarına tepkimiz belki de... Oğlum Mongolizm'in kuşatmasında kendi gayretleri, benim desteğim ve Rabbimin izniyle itidalli bir gelişimle yol alırken bir gün mosmor kesildi ve kısa süreli bir baygınlık geçirdi. Daha önce de hafif morarmaları ve nefes darlıkları oluyordu ama bu farklı bir durum... Panik içinde hastaneye koştuk. Bir yığın tetkikin ardından kalbindeki delikten söz etti sağlık ekibi.
Doktor, mutlaka ameliyat diyor... Bu vakte kadar delik kendiliğinden kapanabilirmiş ama beklenen olmamış... Ameliyat gerekliymiş; lâkin hem pahalı hem de riskliymiş. Karar vermemiz için de fazla vaktimiz yokmuş. Eşim ve ben karar aşamasında kaç sabah ettik gözlerimizi kırpmadan. Oğlumuzun karyolasının başından ayrılmadan ve gözyaşlarımızı içimize akıtarak kaç karanlık gece... Ameliyat şart demişti doktor... Eğer müdahale başarılı geçerse, önemli bir engeli aşmış olacağız... Her şeyden önemlisi oğlum rahat nefes alabilecek, hatta koşup oynayabilecek, hastalığını en hafif seyirle taşıyacak... Ameliyat ŞART!
Onu yeşil ameliyat giysileri içinde ameliyat ekibine teslim ederken, içimde her an patlamaya hazır bir bomba taşıyorum sanki. Kaç saat sürecek bu operasyon? Yavrum neden melül melül bakıyor yüzüme? Doktorların ikazına rağmen onu son kez kucağıma alıp kulağına fısıldıyorum: "Oğlum, Oğulcanım... Benim dünyadaki cennet kuşum... Hakkını helal et!.." Oğlum öyle sımsıkı sarılmayı bilmez, hatta kulağına fısıldandığında öfkelenir, kendini yerden yere vurur, yapmadığını bırakmaz... Bu kez sımsıkı sarılıyor boynuma. Gözlerini yüzüme dikiyor ve hiçbir şey söylemeden öylece bakıyor dakikalarca. İlk kez bana duyumsadığı sevgiyi bu kadar aşikar yansıtıyor gözbebeklerine... Aramızdaki engeller bir bir yıkılıyor sanki. Kaç zamandır beklediğim an bu! Fakat sevgi meltemimiz uzun sürmüyor. Bir çift el söküp alıyor onu kollarımdan... Ve yüzüme kapanan beyaz devasa kapılar... Büyük harflerle yazılmış kırmızı bir ibare: "AMELİYATHANEYE GİRİLMEZ!"
Ameliyat söylenen saatten uzadıkça uzayınca kocam ve ben göz göze gelmemek için köşe kapmaca oynayıp duruyoruz hastane koridorlarında. Bitmiyor ameliyat denen o ilkel kesip biçme işlemi... Boşuna bin sekiz yüzlerde cerrahinin ilk adımlarına şeytan işi diye bakılmamızı. Oğlumun körpe tenine vurulan neşteri düşündükçe içimde devinip duran ve her an asi bir ırmağa dönüşmeyi bekleyen dev acıyla başetmek ne zor!. Bu devasa bina, uzayıp giden koridorlarıyla içinden çıkılmaz bir labirentten farksız. Her köşesi sevgiden -merhametten uzak buz gibi objeler sığınağı sanki. Evim halısı- kilimi, kitaplığı hatta iğnedenliği ile gözümde tütüyor. Oğlumun elinden tutup koridorları bir nefeste aşıp yuvamın sevimli atmosferine sığınmayı öyle istiyorum ki, ameliyat şart mıydı, ameliyat şart mıydı diye sayıklayıp durduğumun farkında bile değilim. İçimden bir ses şu an dünya üzerinde çocuğuyla mutlu dakikalar geçiren milyonlarca anne olduğunu fısıldıyor beni provoke etmek ister gibi... Kocaman çocuk bahçeleri, lunaparklar geçiyor gözlerimin önünden. Oğlum en çok tahterevalliyi sever, bir de kırmızı balonları... Yoksa sever(di)mi demem gerekiyor! Suizan! Buradan çıkınca odasına yüzlerce kırmızı balon asacağım... Her patlayanın yerine yenisini... Onlar da patlarsa yine yenisini, yine yenisini...
Çocuklarıyla birlikte mutluluğun doruğunda olmasına rağmen kaç anne var şükrü ve huzuru sinelemeyi bilen? Çocuğunun bir gülüşünden, parmağını oynatışından, gözlerini delercesine değil de severcesine kendisine dikişinden şükran duyan kaç anne var şu dünyada ha? Ya da bebeğinin yeşil gözlü, sarı saçlı, ya da ne bileyim uzun boylu, okka burunlu olmamasına hüzünlenmeyen kaç ebeveyn? Onları azıcık nankörlükle suçlasam ve ellerindeki cevherin kıymetini bilmediklerini iddia etsem kızarlar mı bana? Ah ameliyat şart mıydı... Oğlum beni de sever mi lunaparkı sevdiği kadar?
Ameliyathanenin kapısında beliren yaşlı doktorun kocama doğru gelişi hiç hayra alamet sinyaller yansıtmıyor. Yüzü alabildiğine asık, omuzları yorgunluktan çökkün ve benzi soluk... Bu görüntünün onun tamamıyla yaşlı bünyesinden kaynaklanan bir şey olduğuna inanmak istiyorum. Bunca saat geçti içeride... Bunca vakit... Oğulcanımın yaralı kalbi onarılmış olmalı. Daha ne! Az sonra görünecek sedyenin üzerinde. Ben de koşup minik ellerini tutacağım. Servise gidene kadar bırakmayacağım. Gerekirse şu yeşil üniformalılar tayfasıyla kıyasıya kavga edeceğim. Hatta sedyeden yatağına ben kucaklayıp yatıracağım. Neden açılmıyor kapı? Girilmez ibaresi neden iğreti?.. Sedye... Oğulcan... Müdahale...
Doktor, kocama maalesef, diyor Maalesef... Nasıl yani? Neye maalesef? Kime maalesef? Neden maalesef?.. Anlayın işte der gibi doktorun bakışları... Anlamak istemiyorum diye bağırmak, bütün gücümle ameliyathanenin kapısına yüklenmek ve oğulcanımı o yeşil giysili cellatların elinden kurtarmak, sonra evimin en kenar köşe odasında onu bağrıma basarak gün ışığından bile sakınmak istiyorum... Bağırmış olmalıyım... Ameliyathanenin kapısını yumruklamış da olabilirim. Zaten özürlüydü neden büyüttünüz ki bu kadar diyen küstah bakışlara tükürür gibi bakmış da...
Cennet kuşum ait olduğu yere döndüğünden beri anneliğimi damıtılmış bir sevdayla muhafaza ediyorum yüreğimin en müstesna köşesinde. Hâlâ oğlumla yaşadığım o dört yıllık serüven yüzleştiriyor hayatla beni... Yaşamanın yalnızca keyif almak olduğunu söyleyip, sen de artık yaşa biraz diyenlere binlerce oğulcan armağan edebilseydim keşke... Oğulcanım... Oğlum... O cennette beni bekliyor şimdi... Ellerini ve yüreğini hazır tut çocuğum... Geleceğim inşallah; kırmızı balonlar ve milyonlarca öpücükle...