Kur'an'da müşriklerin vahye itirazlarına sık sık şahit olmaktayız. "Rivayet edilip öğretilen bir büyü" (74/24), "sadece bir insan sözü" (74/25), "eskilerin masalları" (68/15) vb. yaftalama ve yargılamalarda bulunuyorlardı. Fakat aynı müşrikler Kur'an'ı anlamadıklarına dair itirazda bulunmamışlardır, Çünkü Kur'an, "ayetleri açıklanmış Arapça okunan bir kitaptır" (41/3) ve öğüt almak için kolaylaştırılmıştır (54/1 7, 22). Kur'an, müşriklerin anlamadığı bir şekil veya dilde indirilmiş olsaydı kuşkusuz vahyin kendisine, kökenine itiraz ettikleri gibi şekline, diline de itiraz edeceklerdi. Oysa Kur'an böyle bir itirazı ortadan kaldırmıştır: "Eğer biz onu yabancı bir Kur'an yapsaydık derlerdi ki, 'Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap'a yabancı bir söz mü?'" (41/44).
Kur'an metnin anlaşılmaya müsait olması anlama eyleminin gerçekleşmesi için tek başına yeterli değildir. Muhatabın da anlama eylemi için gerekli şartları kendisinde toplaması gerekmektedir. Mekkeli Arapların o günkü seviyeleri gözetilerek, onların anlayabileceği bir dille Allah tarafından inzal edilen Kur'an, doğal olarak akledilerek, tedebbür edilerek anlaşılabilir. Nitekim müşrikler anlamadıklarından değil, kendilerini yeterli görerek Kur'an üzerinde düşünmediklerinden dolayı teslim olmuyorlardı. Azgınlıkları, vahye karşı gösterdikleri kibirleri ve anlamamada direnmelerinden dolayı sağır, dilsiz ve körler olarak tasvir edilmişler ve akl etmedikleri için kınanmışlardı.
Kur'an'ın bugünkü muhatapları olarak bizler de Kuran'ı anlamak için akletmek, tedebbür etmek, çaba sarf etmek zorundayız. Mufassal ve mübin olan Kur'an'ı anlamada en önemli faktör yine Kur'an'ın kendisidir. Fakat belirli bir zaman diliminde, belirli bir coğrafyada inen Kur'an'ı anlamada, ilahi maksadı kavramada o günkü muhatapların kültürü, sosyoekonomik yapısı, tarihi gibi unsurları içeren nüzul ortamını bilmek bize önemli katkılar sağlayacaktır.
Tefsir dahil İslami ilimlerin oluştuğu dönem İslam kültürünün toplumsal alanda hakim olduğu dönemdi. Genellikle eksik ve zaaflarına rağmen hakim olan İslamiliğin ilelebet süreceği zehabıyla Kur'an bu psikolojiyle okunmuş, kavramlar bu psikolojiyle anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Mekke benzen bir ortamın yeniden yaşanmayacağı varsayılarak Mekki ayetler ya mensuh kabul edilmiş ya da yaşanılan ortama göre hükümler çıkartılmış ya da bir kısım Mekki ayetler Medeni sayılmıştır.
Ayetler indikleri ortam ve şartlar gözetilerek okunursa doğru anlaşılabilir. Aksi takdirde yanlış sonuçlara ulaşılır. 23 yıl gibi uzun bir sürece yayılan nüzul süreci bu açıdan değerlendirmek, konumumuzun hangi sürece tekabül ettiğini iyi tespit etmemiz gerekmektedir. Zorlukların yaşandığı dönemlerde en son inen ayetleri uygulamaya kalkmak şüphesiz bizleri çıkmaza sürükleyecektir.
"Sizin dininiz size benim dinim bana" ayeti müslümanların güçlü, hakim olduğu bir ortamda başka dinlere hayat hakkı tanıma, onlara müdahale etmeme, şeklinde anlaşılabilirken, Müslümanların zayıf olduğu, ezildiği, horlandığı bir ortamda ise bir ültümaton, bağımsızlık ilanı olarak anlaşılır. Ya da "Vay o mussallin (namaz kılanlar)'in haline! Onlar salatlarından gafildir" ayeti Medine şartları da nazil olmuşsa kolayca münafıklara hamledilebilir. Çünkü müslümanlar gibi namaz kılmalarına rağmen iman etmedikleri için namazdan gafildirler. Oysa eğer mezkur ayetler Mekke'de müslümanlara imrenilmeyecek durumda nazil olmuşsa durum farklılaşır. Musallinin kim olduğu önem kazanır.
İşte nüzul ortam ve şartlarını gözeterek yapacağımız okumalar, vakıayı kavramada bize yardımcı olacak, önümüzü aydınlatacaktır. Nüzul sırasına göre ve tabii ki Kur'an'ın tümüyle muhatap olduğumuzu gözeterek, konumumuza daha çok tekabül eden ilk inen ayet ve surelerde geçen bazı kavramları anlamaya çalışmalıyız. Örnek olarak ilk indiği hususunda ittifak bulunan Alak Suresi'nin ilk ayetlerindeki "ikra=oku" ve "Rabb" kelimelerini anlamaya çalışalım:
"Oku! Rabbinin adıyla ki, yarattı. İnsanı alaktan yarattı. Oku! Rabbin en büyük kerem sahibidir. O ki, kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti".
Sözlükte okumak, tebliğ etmek, taşımak anlamlarına gelen kıraat (okumak), sözü düzenli olarak birbirine bağlayıp gerek ezberden, gerek yüzünden, gerek gizli ve gerekse açık biçimde ağızdan çıkarmak anlamındadır. Kur'an'da kıraat genellikle "sesli okumak" anlamında kullanılır: "Kur'an okunduğu (kıraat edildiği) zaman onu dinleyin ve susun ki, size rahmet edilsin." (7/204) ayetinde olduğu gibi. (Ayrıca bkz. 16/98, 17/45, 26/199, 17/106) Fakat sessiz okumayı çağrıştırabilecek ayetler de vardır. (Bkz. 17/93, 10/94, 69/1 9)
Kıraat "ala" ön edatıyla birlikte kullanıldığında mesajın muhataplara iletilmesini, taşınmasını da ifade eder. "Falancaya selamımı ilet" ifadesindeki ilet 'ikra=oku' kelimesidir.
İlk inen "Oku" emrinin muhatabının Hz. Peygamber olduğu açıktır. Fakat neyi, niçin, nasıl kime okuyacağı açıkça ifade edilmemiş. Ama genel olarak "oku" emrinin nesnesinin "oku" emriyle birlikte inen ayetler grubu olduğu anlaşılmaktadır.
Allah'tan vahiy almak gibi son derece olağanüstü bir durumla karşılaşan Hz. Peygamber vahyi tabii olarak en yakınına, yakınlarına iletecek, onlara okuyacaktır. Okumayı insanların ortasında yüksek bir yere çıkıp bağırmak değil, birebir en yakınından başlayarak gerçekleştirecektir. Nitekim siyer kitaplarında Hz. Hatice'den başlayarak Hz. Peygamber'in vahyi en yakınlarına iletmeye başladığı zikredilmektedir. Ayetlerde Hz. Peygamber'in tebliğini gizli gizli yapması gerektiğine dair herhangi bir ipucu olmadığı gibi tersine "ikra" kelimesi tebliğin aşikar olduğunu göstermektedir.
Rab, yetiştiren terbiye eden, eğiten, yetki sahibi anlamlarında kullanılır. Dönemin Arapları rab kelimesini, kabile reisi, ailenin ileri geleni anlamında kullanıyorlardı. Kelimenin kullanımında yetki ve otorite daha ön plana çıkmaktadır. Mekkeli Arapların günlük dilde çok sıkça kullandıkları rab kelimesini, Kur'an da ilk inen ayetlerde sıkça kullanmaktadır (Bkz. 1/1,73/8, 74/3, 68/2 vb.) Ortaçağda Avrupalı toplumlardan soylu kimselerin makam ve hamiyetini vurgulayan, daha sonraları serverlik, yücelik ve irade sahibi mefhumlarını kazanarak unvan ve lakap olan senyör ve lord kavramları 'rab" kavramının karşılığı olarak kullanılmaktadır. Farsça'da ise aynı şekilde makam anlamında kullanılan daha sonraları dini bir mefhum biçiminde yaratıcı Allah anlamını kazanan "hüdavend" kelimesi Rab kelimesinin karşılığıdır.
Ulam öncesi insanlar emniyet duygularından yararlanmak amacıyla kendilerinden daha büyük, daha güçlü kimselerin emrine girme eğilimindeydiler. Bekalarını rab dedikleri yönetici, melik gibi yetki ve makam sahibi kimselere borçlu olduklarını dolayısıyla bunlara saygı duyularak, itaat etmeyi emir addetmekteydiler. Bu makam sahibi kimseler bazen hemcinsleri oluyor bazen de hayallerinin ürettiği evhamları, putlar oluyordu.
"Oku! Rabbinin adına ki yarattı" ayetinde Hz. Peygamberin dolayısıyla müminlerin rabbinin ancak yaratıcı olan bir Allah olduğu vurgulanmaktadır. Bu yönüyle rab kelimesi tevhide ilişkin ilk telkin olurken diğer taraftan din ve siyaset ilişkilerini de ortaya koymaktadır.