Nureddin, babası öldükten sonra Halep'e egemen olmayı başarmıştır. Atabey tarafından fethedilmiş muazzam topraklarla kıyaslandığında bu az bir şeydir; fakat bizatihi bu başlanğıç alanının mütevazı olması, onun hükümdarlığının şanını sağlayacaktır. İmadüddin, hayatının büyük bir bölümünü halifeler, sultanlar ve Irak ile Cezire'nin kimi emirleriyle mücadele etmekle geçirmiştir. Oğlu, bu tüketici ve hayırsız işten kurtulacaktır. Musul'u ve civarındaki bölgeyi ağabeyi Seyfeddin'e bırakan ve onunla iyi ilişkiler içinde kalarak, doğusunda güvenebileceği güçlü bir dostu olan Nureddin, kendini tamamen Suriye sorunlarına adamıştır. Ancak 1146 Eylülünde güvenilir adamı Kürt emiri ve Selahaddin'in amcası Şirkuh'la birlikte Halep'e geldiğinde rahat bir konumda değildir. Bunun nedeni, yalnızca Antakya şövalyelerinden yeniden kaygı duymaya başlanılması değil, aynı zamanda Nureddin'in egemenliğini henüz başkentinin surlarının dışına oturtmayı başaramamış olmasıdır. Tam bu sırada, ekim sonunda ona, Jocelin'in kentin Ermeni halkının bir bölümünün yardımıyla Edessa'yı geri almayı başardığı bildirilir. Edessa (Urfa), Zengi'nin ölümünden beri kaybedilenlere benzeyen herhangi bir kent değildir. Bu şehir, bizatihi atabeyin şanının simgesidir, düşmesi hanedanının bütün geleceğini tehlikeye sokmaktadır. Haberi alan Nureddin, çok çabuk tepki gösterir. Gece gündüz at koşturur, çatlayan atları yol kenarında bırakır. Jocelin'in savunmayı düzenlemesine fırsat bırakmadan Edessa önüne varır. Geçmiş deneyimlerin daha cesur hâle getirmediği kont, gece olur olmaz kaçmaya karar verir. Onu izlemeye çalışan yandaşları, Halepli süvariler tarafından yakalanır ve öldürülür.
Ayaklanmanın bastırılmasındaki hız, Zengi'nin oğluna doğmakta olan iktidarının çok ihtiyaç duyduğu bir saygınlık sağlar. Dersini alan Antakya hükümdarı Raymond, daha az girişimci olur. Şam emiri Unar'a gelince, Halep'in efendisine kızını eş olarak almasını teklif eder. Nureddin'in Suriye'deki konumu artık sağlam temellere dayanmaktadır. Fakat ufukta beliren tehlikelerle kıyaslandığında, Jocelin'in komploları, Raymond'un yağma harekâtları ve Şamlı yaşlı tilki Unar'ın entrikaları bir süre sonra önemsiz gözükecektir. Zira İbnü'l Kalanissi asıl tehlikeyi şu satırlarla resmetmektedir:
"Konstantinopolis'ten, Frenklerin topraklarından ve bunlara komşu ülkelerden ardı ardına haberler geldi. Bunlara göre Frenklerin kralları İslâm topraklarına saldırmak üzere ülkelerinden buralara geliyorlardı. Bunlar ülkelerini boş, savunmasız bırakmışlardı ve beraberlerinde servetler, hazineler ve ölçülemez miktarda malzeme getiriyorlardı. Sayılarının bir milyon; hatta daha fazla piyade ve şövalyeye ulaştığı söyleniyordu."
Urfa'nın düşmesinin harekete geçirdiği ikinci Frenk istilası başlangıçta birincisinin bir kopyası gibidir. 1147 sonbaharında sırtlarına haç biçiminde kumaşlar dikmiş olan sayılamayacak kadar çok savaşçı Küçük Asya'ya akın etmiştir. Onları bu kez Kılıçarslan'ın oğlu Mesut beklemektedir. Sultan Mesut Haçlılara bir dizi pusu kurarak, çok öldürücü darbeler indirir. Yeni Frenk istilacılarının tam sayılarının ne olduğu bilinmemekle birlikte, bunların gücü Kudüs, Antakya ve Trablus'takilere eklendiğinde, hareketlerini dehşet içinde izleyen İslâm âlemini kaygılandıracak bir durum ortaya çıkmaktadır. Akla hep aynı soru gelmektedir: Saldıracakları ilk kent hangisi olacak? Mantık Urfa'dan başlamalarını gerektirmektedir. Onun düşmesinin intikamını almak için yola düşmüşlerdir çünkü. Halep'e de saldırabilirler ve böylece Nureddin'in yükselen gücüne daha baştan darbe indirirler ve bunun sonucunda Urfa kendiliğinden düşer. Fiili durumda ne biri ne de diğeri olacaktır. İbnü'l Kalanissi, kralların arasındaki uzun tartışmalardan sonra, Şam'a saldırmaya karar verdiklerini, kenti ele geçireceklerinden çok emin olduklarını, buraya bağlı toprakları nasıl paylaşacakları konusunda daha baştan anlaştıklarını yazmaktadır.
Frenkler, Müslümanların direnişine bundan daha iyi bir hizmette bulunamazlardı. Çünkü Şam, Kudüs'teki Haçlılarla ittifak antlaşması yapan yegâne Müslüman yönetici Muyiniddin Unar'ın kentiydi. Geriye dönüp baktığımızda, bu Frenk ordularına komuta eden güçlü krallar, Şam gibi saygın bir kentin işgalinin, onların doğuya kadar gitmelerini tek başına meşru ve mümkün kılacağını düşünmüşe benzemektedirler. Arap vakanüvisler, esas olarak Alman kralı Conrad'dan söz etmekte, aslında çok çaplı bir kişi olmayan Fransa kralı VII. Louis'nin varlığından hiç söz etmemektedirler.
Frenk birlikleri 24 Temmuz 1148'de Şam önlerine varırlar. Arkalarında eşyalarını taşıyan devasa deve kafileleri bulunmaktadır. Şamlıların yüzlercesi, istilacılarla çarpışmak için kentten çıkar. Ufak çarpışmalar olur. Unar, bölgenin bütün emirlerine takviye talep eden mektuplar yazdığı için, bunlar kuşatma altındaki kente ulaşmaya başlamışlardır. Nureddin'in ertesi gün Halep ordusunun başında geleceği, ayrıca ağabeyi Seyfeddin'in de Musul ordusuyla yola çıktığı haber verilmektedir. Onlar yaklaşırlarken, İbnü'l Esir'e göre, Unar bir tane yabancı Frenklere, bir tane de Suriyeli Frenklere mesaj gönderir. Birincilere karşı basit bir dil kullanmıştır: "Doğunun kralı geliyor, kenti ona teslim ederim ve buna pişman olursunuz." Diğerlerine yani "yerleşikler"e farklı bir dil kullanmaktadır: "Bize karşı bu adamlara yardım edecek kadar delirdiniz mi? Eğer Şam'ı ele geçirirlerse, size ait topraklara da göz dikeceklerini hiç düşünmüyor musunuz? Bana gelince, eğer kenti savunmayı başaramazsam, onu Seyfeddin'e teslim ederim ve eğer Şam'ı alırsa siz de Suriye'de tutunamayacağınızı çok iyi biliyorsunuz."
Unar'ın bu manevrası umulandan daha da başarılı olmuştur. Takviye güçleri gelmeden önce Şam'dan uzaklaşması için Alman kralını ikna etmeyi üstlenen yerli Frenklerle gizli bir antlaşma yapan Unar, diplomatik manevralarının başarısını garantiye almak için büyük rüşvetler dağıtmış, bu arada Frenkleri pusuya düşüren ve hırpalayan yüzlerce gönüllüyü başkent çevresindeki meyve bahçelerine dağıtmıştır. Bu yaşlı Türk'ün attığı nifak tohumları kısa zamanda meyve vermeye başlamıştır. Moralleri aniden bozulan kuşatmacılar, güçlerini yeniden bir araya getirmek için taktik bir geri çekilme kararı vermişlerdir. Bu yüzden kendilerini Şamlılar tarafından hırpalanarak her bir yanı açık ve hiçbir su kaynağı olmayan bir ovada bulmuşlardır. Salı sabahı, Frenk orduları çoktan Kudüs'e çekilmeye başlamışlardır ve peşlerinde de Unar'ın adamları vardır.
Şam emirinin zaferi, saygınlığını artıracak ve istilacılarla yaptığı antlaşmaları unutturacaktır. Fakat Muyiniddin kariyerinin son günlerini yaşamaktadır. Bir yıl sonra ölür. Şam kuşatmasının esas kazançlısı, hiç kuşkusuz Nureddin'dir. 1149 Haziranında Antakya prensi Raymond'un ordusunu ezmeyi başarır. Selahaddin'in amcası Şirkuh, Raymond'u kendi elleriyle öldürür. Böylece Kuzey Suriye'deki bütün Frenk tehditlerini def eden Zengi'nin oğlunun, babadan kalma eski düşünü gerçekleştirmesi için elleri serbest kalmıştır: Şam'ın fethi.
Nureddin, kendisiyle iftihar eden bu büyük Emevi kentine tecavüz etmek değil, onu cezbetmek istemektedir. Birliklerinin başında kenti çevreleyen meyve bahçelerine vardığında, bir saldırıya hazırlanmaktan çok kent halkının sempatisini kazanmaya uğraşmıştır. Köylülere iyi davranmış ve varlığının onlara yük olmamasına uğraşmıştır. Tarihçiler, Şam ve civarındaki yerlerde onun için dua edildiğini aktarmaktadırlar.
Nureddin gönülleri fethetmeye devam eder ve bu şekilde bir iki yıl daha geçer. 18 Nisan 1154'te askerleriyle birlikte tekrar Şam önüne gelir. Kentin yeni efendisi Abak, Frenkleri yardıma çağırır. 25 Nisan Pazar günü, kentin doğusundan nihai saldırı emri verilir. Fakat surlarda asker de halktan bir kimse de yoktur. Nureddin'in askerlerinden biri, Yahudi bir kadının kendisine ip sarkıttığı bir burca doğru ilerler. Kimse fark etmeden surun tepesine ulaşır ve arkasından gelen birkaç arkadaşı bir sancak açıp sura dikerler ve "Ya Mansur!" diye bağırmaya başlarlar. Şam'daki birlikler ve halk, Nureddin'in adaletine ve iyi ününe duydukları sempatiden ötürü direnmekten vazgeçerler. Bir kazmacı, kazmasıyla doğu kapısına koşup kilidi kırar. Askerler buradan içeri girerler. Nihayet Melik Nureddin, maiyetiyle birlikte, hepsi de açlık ve kâfir Frenkler tarafından kuşatılma kaygısını takıntı hâline getirmiş olan halkın ve askerlerin büyük sevinç gösterileri eşliğinde kente girer.
Nureddin, silah kullanma yerine ikna etmeyi başararak, Şam'ı kan dökmeden fethetmiştir. Haşhaşiyuna, Frenklere, Atabey İmadüddin'e inatla direnen Şam, hem onun güvenliğini sağlama hem de ayrıcalığına saygı gösterme güvencesi veren bir hükümdarın yumuşak kararlılığının etkisi altında kalmıştır. Kent, yaptığına pişman olmayacak, Nureddin ve ardıllarının sayesinde tarihinin en şanlı dönemlerinden birini yaşayacaktır. Nureddin, zaferinden hemen sonra ulemayı, kadıları ve saygın tüccarları toplayarak, onlara rahatlatıcı sözler söylemiş, ayrıca büyük miktarda yiyecek getirtmiş ve meyve pazarının üzerine binen vergileri hemen iptal etmiştir. Onun bu iyiliklerini halk alkışlamış ve tekbirler getirilmiştir. O dönemde yaşayan tarihçiler; kentli köylü, kadın erkek, zengin fakir herkesin Nureddin'in daha fazla yaşaması ve hep zafer kazanması için dua ettiklerini aktarmaktadırlar.
Suriye'nin iki büyük kendi Halep ve Şam, Frenk istilasının başından beri ilk kez aynı devletin içinde, otuz yedi yaşında olan ve kendini istilacıya karşı mücadeleye adamaya kesin kararlı bir hükümdarın yönetimi altında birleşmiştir. Suriye'yi kendi yönetiminde birleştirmeyi ve ülkeyi zayıf düşüren iç çatışmaları sona erdirmeyi başaran Nureddin; artık Frenklerin işgali altındaki büyük kentleri geri almak için topyekûn ve kesintisiz bir cihada girmeyi planlayacaktır.
Nureddin Zengi, bu planlamayı yaparken, iki yıl süren ağır bir hastalık geçirir. 1159'da çeşitli gelişmeler üzerine bakışlarını Mısar'a çevirmek zorunda kalır. Kahire'nin kaygan zeminin içine girmeye hiç niyeti yoksa da Mısır'ın zenginlikleriyle birlikte Frenklerin cephesine kaymasını istememektedir; çünkü böyle bir durum Doğu'nun en büyük gücünü yaratacaktır. Zengi'nin oğlu, uzun süre düşündükten sonra, Şirkuh'un bu bölgeye bir sefer düzenlemesine izin verir. Şirkuh, ayrıntılarına girmeyeceğimiz bir yıldırım harekâtıyla Mısır'ı hemen hiç kayıp vermeden kısa sürede ele geçirir. Fakat kendisine yardım etmesi için gelip Nureddin'e yalvaran Vezir Şâver, iktidarı devralır almaz vaatlerini unutarak Şirkuh'a Mısır'ı hemen terk etmesini söylemiştir. Şirkuh ise kızmış ve direnmiştir. Ordusuna güvenemeyen Şâver, bu kez bölgedeki Frenklerden yardım istemiştir. Şirkuh, özellikle Bilbays'ta Frenklere karşı destansı bir direniş sergilemiştir.
Nureddin, Bilbays'taki durumun çok kötü olduğunu öğrenince, onları Mısır'dan ayrılmaya zorlamak için Frenklere yönelik büyük bir saldırı başlatmaya karar verir. Bütün Müslüman emirlere, cihada katılmaları için mektup yazar ve Antakya yakınlarındaki güçlü Harim kalesine saldırır. Suriye'de kalmış olan bütün Frenkler ona karşı koymak için toplanırlar. Aralarında Antakya prensi Bohemond ve Trablus kontu da vardır. Nureddin çarpışmada Frenkleri ezer, ordularını darmadağın eder. Frenkler on bin ölü verir ve prensle kont da dahil olmak üzere bütün önderleri esir edilir.
Nitekim, Harim zaferinin haberleri Mısır çarpışmasının verilerini tersine çevirmiştir. Bu arada, Bilbays surlarına Nureddin'in gönderdiği Frenk kelleleri dizilir. Bu haberler, kuşatma altındakilerin moralini yükseltirken, Frenkleri Filistin'e geri dönmek zorunda bırakmıştır.
Karışıklık, ihanet, çatışma ve entrikalar Mısır'da yıllarca devam edecek, Şirkuh bu arada İskenderiye'yi ele geçirecek, en sonunda da Mısır'a hakim olacaktır. Fakat zaferinden iki ay sonra ölecektir. Bunun üzerine Mısır'daki Fatimî halifesi el-Aziz'in danışmanları ona yeni vezir olarak Yusuf'u seçmelerini önerirler. Çünkü Selahaddin Yusuf, daha gençtir ve ordudaki emirlerin en deneyimsizi ve en zayıfı olarak gözükmektedir.
Selahaddin, umulanın aksine Mısır'da otoritesini pekiştirecek ve kendini kabul ettirecektir. Nureddin'in isteğiyle, belli bir zaman sonra Fatımî hilafetine de son verecektir. Süreç içerisinde, Selahaddin ile Nureddin arasında gerginlikler yaşanacak fakat iş savaşa varmayacaktır. Bu arada Nureddin, Haçlıların elindeki onlarca yerleşim birimini fethedecek ve Anadolu içlerine kadar yürüyerek bütünlüğü sağlamaya yönelik çabalarına hız verecektir. Onun en büyük hedefi Kudüs'ü yeniden fethetmektir; hatta bu amaçla camiye yerleştireceği minberi bile hazırlatmıştır.
Nureddin, bu sırada çok sert bir anjine yakalanarak yine ağır bir şekilde hastalanır. Hekimleri ona hacamat önerirler; ama o reddeder. 15 Mayıs 1174'te, aziz melik, Müslüman Suriye'yi birleştiren ve Arap dünyasına istilacıya karşı nihai mücadeleye hazırlanma gücü ve olanağı sağlayan mücahid, muttaki ve âdil Nureddin Mahmud'un ölüm haberi Şam'da duyulur. Her şeye rağmen, onun ölümüne en çok üzülen ve günlerce ağlayanlardan biri de Selahaddin Eyyubi olacaktır.
DÖNEMİN KOŞULLARINDA İMRENİLECEK BİR PORTRE
Çağdaşı kimi tarihçilerin, ona duydukları yakınlık ve hayranlıktan dolayı, kendisini abartarak övmüş olabileceklerini düşünsek bile, Nureddin Zengi nesnel ölçütler içinde de büyük bir misyona ve saygın bir kişiliğe sahiptir kuşkusuz. Onun en büyük gücü ve etkisi, disiplin ve düzene önem atfetmesi, kalıcı ve dönüştürücü çözümlere yönelmesidir. Muttaki ve mücahid kişiliğiyle; dindarlık, ilim ve adaletten ayrılmamasıyla halkın sevgisini ve bağlılığını kazanmayı bilmiştir. Bu hasletler, büyük bir çözülme ve kaos yaşayan İslâm dünyasında hem yıllardan sonra ilk kez birliğin, birleşmenin yolunu açmış hem de moral bozukluğunun, yılgınlığın aşılarak Frenklere karşı güçlü ve direngen bir cephenin oluşturulmasını sağlamıştır.
29 yaşında babasının yerine geçen Nureddin, Kudüs'ü fethetmeyi tasarladığı bir zamanda, 56 yaşındayken öldüğünde o dönem için azımsanmayacak bir coğrafyada birlik ve bütünlük oluşturmuştur. Öldüğü vakit Trablusgarp'tan Hemedan'a, Yemen'den Sivas'a kadar uzanan geniş İslâm topraklarının hakimiydi. Kilikya'daki Ermeni Krallığı onu hâmî kabul ediyor ve ona vergi ödüyordu. Haçlılar, onun karşısında zamanla işgali unutmuş ve kendi şehirlerini koruma derdine düşmüşlerdi. Etrafındaki yerel Müslüman hükümdarlardan da ona rakip olabilecek kimse yoktu. Asıl büyük hedefi olan Kudüs'ün fethinin yakın olduğunu seziyordu. Mescid-i Aksâ'ya konması için güzel bir minber bile yaptırmıştı. Ölmeseydi, bir iki yıl içinde Kudüs'ü Haçlılardan geri alabilirdi. O, sadece kahramanlığı ve siyasetiyle üstün bir kişi değildi. Aynı zamanda büyük bir teşkilatçı, âdil bir devlet adamı, ilmin koruyucusu, düşkünlerin hâmisi, büyük bir imarcı ve samimi bir dindardı. Sade bir hayat yaşar ve yakınlarını da böyle davranmaya teşvik ederdi. İmkânlarını sürekli cihad ve hayır işlerine sarf etmişti. Kurduğu düzen sayesinde ülke refaha ve güvenliğe kavuşmuş, birçok şehir kalkınıp gelişmişti.
Tarihe yönelmek, tarihî olay ve kişiliklerle ilgilenmek; hamasî yaklaşımlara dayanak aramak ya da gözü kapalı bir karalama çabası içinde olmak değildir kuşkusuz. Tarih, insanlığın geçmişteki olumlu ve olumsuz deneyimleriyle doludur ve ibret almayı bilenler için çok işlevsel bir laboratuar hüviyetindedir. Durduğumuz / bulunduğumuz yeri, konumu daha iyi görebilmek için geçtiğimiz yolu, geçmişimizi sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmemiz şarttır.
Kolektif ve dikkatli bakışlar eşliğinde yola çıktığımızda, tarihî süreç / gelenek içinde önemli fakat üstü örtülmüş yahut gözden kaçmış birçok olayı, gelişmeyi, başarıyı ve yıkılışı görmemiz mümkündür. Bu çabalar zamanla gündemden düşmüş, unutturulmuş ya da başkalarının gölgesinde kalmış simalarla tanışmamızı da sağlayacaktır.
Onca kırılma, çözülme, kimlik ve amaç yitimi, zorbalık ve kirlenme içinde; Müslümanların kimi zaman özne kimi zaman da nesne olmak durumunda kaldıkları tarihî süreç içerisinde bir direniş çizgisine, bir ihya ve ıslah hattına rastlamak mümkündür. Bu olumlu çabalar, birçok eksiklik ve zaaf içerseler de bazen bir iki önemli şahsiyet, bazen küçük bir öbek, bazen de küçümsenmeyecek bir toplum örgütlenmesi biçiminde karşımıza çıkmaktadır. "Islah ve ihyanın tarihi" köksüz ve izleksiz değildir.
Nureddin Zengi, daha önce de değindiğimiz gibi, yaşadığı dönem ve koşullar ölçeğinde gerçekten farklı ve ileri bir kişiliktir. "Devir-şahsiyet-eser" üçgeninde baktığımızda bu daha iyi anlaşılmaktadır. Onun bütün yönleriyle mükemmel biri olmasını beklemek elbette muhaldir. Sonuçta veraset yoluyla babasının yerine geçen bir "hükümdar"dır; hırsları, zayıflıkları, yetersizlikleri vardır. Fakat İslâm dünyasının müthiş bir yozlaşma, korku ve çöküş ortamında boğulduğu, düşünsel ve tevhidi zindeliğin yitirildiği, onlarca devlet ya da beyliğin birbiriyle didiştiği, İslâmî zeminini ve Kur'anî niteliklerini yitiren dinî temsiliyet ve hilafet kurumunun Abbasi ve Fatımi olmak üzere çift başlı bir hüviyete büründüğü, istişarenin ve halkın yönetime katılımının çoktan unutulduğu, hurafelerin ve İslâm dışı cereyanların günlük hayatı ısırgan otları gibi kuşattığı bir dönemde Nureddin Zengi yaşama biçimi ve yaptıklarıyla hemen dikkati çekmektedir. Bu arada Doğu-İslâm halklarının Haşhaşiyun suikastleri, vahşi Moğol saldırıları ve özellikle de Batılıların barbar ve sonu gelmeyen Haçlı seferleri arasında nasıl bir dehşete, korkuya, iç çöküntü ve yıkıma duçar olduğu gözden ırak tutulmamalıdır. Zengi'nin oğlu idealist, çok yönlü, ufuk sahibi ve ileri görüşlü bir tek insanın bile, böyle bir ortamda neler yapabileceğini göstermesi açısından önemlidir. Bu bağlamda o, öncülleri gibi sadece kılıcın gücüne, kaba kuvvete dayanmamış; kirli ilişkilerden, döneklik ve ihanetlerden hep uzak kalmıştır. İlme önem vermiş, kamuoyu oluşturmanın önemini çok iyi kavramış, nizam duygusunun gücüne inanmış, adaleti ve iktisadı tanzim ederek duyarlı halkın sevgisini ve bağlılığını kazanmış, belirli bir ciddiyet ve çerçeveye oturtulmuş bir cihad anlayışını süreklilik kazandırarak canlı tutmuş ve ardıllarına da böyle bir miras bırakmıştır.
Bu çapta bir insan olmasına karşın, onun, hak ettiği ilgiyi gördüğünü söylememiz mümkün değildir. Görebildiğimiz kadarıyla onunla ilgili derli toplu ve müstakil bir tek kitap bile bulunmamakta; yapılan çalışmalarda hep Selahaddin Eyyubi'nin gölgesinde kalmaktadır. Müsteşrikler, Batılı tarihçiler tarafından onunla ilgili olarak kaleme alınan yüzlerce makale de sistematik bir anlayışla çevrilmeyi beklemektedir. Bunların yanı sıra onun yaşamı ve mücadelesi, edebiyatçılar ve sinemayla ilgilenenler için de çok önemli ve zengin veriler, imkânlar içermektedir. Haçlı seferlerinin çerçevelediği geniş ve etkileyici bir tarihsel fon içerisinde, Nureddin Zengi, edebî ve sinematografik olanaklarla günümüz insanına yeniden tanıtılabilir. Müslümanların, İslâm dünyasının, modern bir Haçlı zihniyeti ve küresel kuşatmayla karalandığı, kakışlandığı böyle bir dönemde bu tür çabalar hem diriliş ve silkinmeye katkıda bulunacak hem de tarihe önemli ve anlamlı bir not düşülmüş olacaktır.
Bibliyografya:
1. İbnü'l Esir, İslâm Tarihi (el-Kâmil fi't Tarih Tercümesi), Cilt 11, Bahar Yayınları, İstanbul 1987.
2. Ebu'l Hasan en-Nedevî, İslâm Önderleri Tarihi, Cilt 1, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1992.
3. Selahaddin'in Mirası, Edisyon, Avesta Yayınları, İstanbul 2000.
4. Amin Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, Telos Yayınları, İstanbul 1998.
5. Ahmed Ağırakça, Selâhaddin Eyyûbî ve Kudüs'ün Yeniden Fethi, Beyan Yayınları, İstanbul 2005.
6. Bahaeddin Kök, Nureddin Mahmud bin Zengi ve İslam Kurumları Tarihindeki Yeri, İşaret Yayınları, İstanbul 1992.
7. Ramazan Şeşen, Selahaddin Eyyubi ve Devleti, İSAR Yayınları, İstanbul 2000.
8. Ali Sevim, Suriye-Filistin Selçuklu Devleti Tarihi, TTK Yayınları, Ankara 1989.
9. Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi, TTK Yayınları, Ankara 1994.
10. Bahattin Kök, Nureddin Zengi, Mahmud, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 33, s. 259 – 262.