Gecen yüzyılda apaçık bir şekilde ortaya çıkan Müslümanların yenilgisi gerçeğinin, insanların zihinsel ilgileri, düzeyleri ve bir bütün olarak performanslarına yansıması kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu. Müslümanlar bir var oluşu koruma adına tepkisel bir tavır sergilediler. Ve olup biteni anlamaya ve buradan çıkarılacak sonuca bağlı bir duruş belirlemeye fırsat dahi bulamadan, büyük ölçüde kendilerini koruma refleksiyle Batı'ya tepki göstermek zorunda kaldılar. Zira Batı, salt zihinsel bir ilginin konusu olmayı çoktan aşmış, dünyanın iktidar merkezi olma hususunda büyük bir yol almıştı. Bu aşamadan sonra her şey ama her şey bu iktidar kayması bağlamında anlamlandırılmak zorunda kalınacaktı. Ki, bu vakıa hal-i hazırda yaşadığımız ekonomik, siyasi ve bir bütün olarak fikri sınırlılıklarımızın da zeminini oluşturmuş oldu. Doğaldır ki, sahih ve sahici bir duruş belirlemekten çok 19. yüzyılın yenilgisi ile oluşan savunma refleksleri üzerine kurulmuş tarzı devam ettirmenin daraltıcı bir sonuç doğurması mukadderdi. Bu kaderin sonucu olarak, bırakın tüm insanlığı kuşatacak bir zihinsel düzeyi yakalamayı, kendi sorunlarımızı kuşatacak bir anlama ve çözüm üretme açmazı yaşamakta olduğumuz, gün gibi aşikardır.
O günün pratiğinde sıradan bir fikri tanışma veya tartışma ile değil de 'iktidarı kaptırma' veya 'iktidara sahip olma' bağlamında yaşanılan karşılaşma, müslümanları batı ile iki ayrı ve karşıt kutbun temsilcilerinin çatışması bağlamında karşı karşıya getirmişti. Bu sebeple de müslümanlarda, hem batıda olup bitenleri hem kendi gerçekliğini anlama gayretinden önce, 'kendini savunma refleksi' baskın bir tutum olarak tezahür etti. Esasen bu saatten sonra yapacak fazla bir şey de yoktu. Bizim üzerinde daha çok düşünülmesini istediğimiz şey ise, bahsi geçen dönemde gösterilen bu tavırla ilgili olmaktan ziyade, bugün hala aynı tepkisel/refleksif tutumu sürdürmekle ilgilidir.
Bu bağlamla ilgili değerlendirmelerimiz için ileri sürülebilecek itirazlar olabilir. Mesela, her şeyi "Batı merkezli" olarak düşündüğümüz ve her duruşu buna göre anlamlandırdığımız ileri sürülebilir. Belirtmek isteriz ki, her varoluşu salt batı ekseni karşısındaki duruşuna ve/yahut daha doğru ve vurgulu bir ifadeyle söylersek, her duruşu Batı'ya göre nasıl bir anlam ifade ettiğine bakarak anlamlandırmanın, farklı bir metafizik bağlamı kavramaktan acizlik anlamına geldiğine biz de hak verebiliriz. Ne var ki, batı kavramsallaştırması ile ifade edilen olguyu da sıradanlaştırarak algılamak, gerçeği anlama hususunda, tıpkı bir önceki itiraz noktasında dikkat edilmesi gereken duruma benzer aksi bir nakısa oluşturacaktır. Zira, insanların bireysel muhayyilelerinde-ki estetik kaygı ve imgelerinden, toplumsal bir düzenin meşruiyeti tartışmalarına, hatta Kur'an'ı nasıl anlamak ve anlamlandırmak gerektiğine dair usule değin hemen her alanda gündemlerin bizatihi oluşları da, bu çerçevede yapılan değerlendirmeler de hakim paradigmadan bağımsız oluşmuyor. Bu yüzden de değerlendirmelerimizde, 'Batı karşısında dikkatli olmakla dikkati salt batı karşıtlığına indirgemek' arasındaki duruş farkına daha fazla dikkat etmek gerekiyor.
Aksi halde, kendi özgünlüğümüz çerçevesinde anlamlandırılmış bir projeyi yaşamaktan ziyade, egemenlere karşıt olmanın beraberinde getireceği zihinsel ve ameli daralmalar yaşamamız kaçınılmaz olur. Tarih de şahittir ki, bu tarz bir var oluş biçimini esas alanlar, bir yerden sonra galiplere benzemek zorunda kalmışlardır. Bunun anlamı şudur: Hakim paradigma sizi kendine benzetmiştir. Yani, siz kendi paradigmanızla değil, egemenlerin paradigmasıyla düşünmeye başlamışsınız artık. Bu aşamadan sonra sizin iktidar ya da bir başka varlık alanındaki oluşunuz, önceki halinizden çok farklı bir anlam ifade edecektir. Sistem içi olmak ya da olmamak biraz da (esasen daha çok da) bu bağlamda değerlendirilmelidir. Yoksa, sistem içi olup olmamayı salt şekilsel bir duruma indirgemiş oluruz ki, bu algılayış birikimsizlikten kaynaklanıyorsa yanılgıyı, şimdilik de olsa vakıamızı görmezlikten geliniyorsa çözülmeyi beraberinde getirebilir.
Burada artık bir varoluş zemini değerlendirmesi yapmak gerekmektedir.
Tespiti yapılmış belli bir alan üzerinde mi hareket edilmektedir, yoksa bir zemin kayması mı yaşanmıştır? Bu soruyu aydınlığa kavuşturacak bir cevap üretilmedikçe, ortaya konulacak her değerlendirme ve eylem kendi özgünlüğünüzün değil, başkaları karşısındaki komplekslerinizin izdüşümü olacaktır. Doğal olarak bu kompleks, sadece batı karşısındaki tavırla sınırlı da kalmayacaktır. Bu kadar uzun bir zaman refleksif bir tutum içerisinde bulunan herkesi bekleyen tehlike bizim için de geçerli olacak ve bu tutum genel bir karakter olmaya başlayacaktır. Tabii ki, bu 'savunmacı tarz' bizim kendi aramızdaki ilişkilerimizde ve birbirimizi algılamalarımızda da etkisini gösteriyor. Ortak dine inanan insanlar arasındaki kardeşlikten ziyade, iktidar olma hırsıyla birbirlerindeki eksiklerini ifşa etme gayretkeşliği içerisinde 'öteki'ni izleyen siyasal bir mensubiyeti çağrıştıran davranışlarla karşılaşmak, bu iddiamıza mesnet olmaya yeter bir örnektir.
Kardeş olarak algılanması gereken bir başka hizip ve tavır içerisindeki müslümanların herhangi bir eylemini bile kıskanan psikolojinin sağlıklı bir psikoloji olmadığından kuşku duyulmamalıdır.
Müslümanların topyekün varoluşunu ve emeklerinin hasılasını global bir varoluşun inşâsına dönük çabalar olarak istihdam edemeyen ve bu amaca dönük bir iradeyi oluşturmaya gayret göstermeyen şahıslar ve inisiyatif odakları, bu bağlamda, müslümanlar arasındaki sorunların vebaline ortak sayılmalıdırlar. Herkesin kendi yalnızlığı içerisinde sorunlarla boğuşmasının temelinde bu iradeden yoksunluğun önemli bir paya sahip olduğunu düşünmek için geç bile kalındığı söylenebilir. Hele bir de bu iradeyi ortaya koymaya çalışanların emeklerini zaafa uğratacak anlamdaki bir tutuma sahip olmak, hakikaten büyük bir vebaldir ve mutlaka ivedi olarak tashih edilmelidir.
Bizler, hayatın değişken sayısı ve değişme ivmesi karşısında, esasa ilişkin olmayan kimi farklılıkları kuşatıcı tavrın bir imkanı olarak algılayabilecek kemal düzeyinin temsilcileri olabilmeliyiz. Kardeşler arasında farklı eğilimlerin, yeteneklerin ve birikimlerin olması nasıl bir imkansa ve kardeşliğe mani değilse, müslümanlar arasındaki bu nevi farklılıkları da aynı bağlamda anlamanın gerekliliğini artık gündemleştirmek gerekiyor. Ve artık herkesin anlaması gerekiyor ki, değişken sayısı bu kadar fazla, değişim hızı bu kadar yüksek bir verili dünyayı hiçbir hizip tek başına kuşatamayacaktır. Esasen böyle bir şeye gerek de yoktur. Bilmemiz gerekiyor ki, herkesin kendi hizbinin sürecine binaen oluşmuş psikolojilerini ve önceliklerini esas alarak, başka tutum içerisinde bulunan kardeşlerini değerlendiren tutumu aşamaması halinde bu anlayışı gündemleştirmek mümkün olmayacaktır. Oysa, bu tutumu gündemleştirebildiğimiz ve eylemleştirebildiğimiz oranda daha büyük bir güce doğal olarak sahip olabiliriz. Yüce Allah da, bu tutumuzu bereketlendirerek aramızda merhameti ve kaynaşma kabiliyetini yerleştirecektir.
Elbette ki, buradan kalkarak her türlü farkı meşrulaştırmak gibi bir yanılgıya kapı aralamamak gerekir. Bu türden öznelci/göreli anlayışların, post-modern dalganın da rüzgarını ardına alarak varmak istediği sonla bizim öngörümüz arasındaki farkı iyi niyet sahibi olanlar elbette takdir edeceklerdir. Biz yine de bir yanlış anlamanın önünü kesmek için belirtme gereği duyuyoruz ki, söz konusu ettiğimiz farklılıklar dinin esasına taalluk eden temel kabullerle ilgili değil, sürece ilişkin değerlendirmelerle ilgili farklılıklardır. Yani, bu farklılıklar, içtihat alanına ilişkin farklılıklardır ki, bu hususta bile herkesin aynı düşünmesini beklemek gerçekçi de değildir. Bizce yapılması gereken, savrulmaya kapı aralamamak için, bu algılanışın 'efradını cami, ağyarını mani' usulünü belirlemektir. Sonrası niyet, birikim ve irade sorunudur. Halis niyetler, gerekli birikim ve dönüştürmeyi amaçlamış bir ifade ile umulur ki, umutsuzluğu aşacak vasatı ikame edecektir. Aksi halde, her türden açılım çabalarını manipüle etmek için hazır kıta bekleyen egemenlerce, bu çabalar da zemin kaymasına uğratılabilir.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, global bir proje olarak, müslümanların var oluşunu kendi hizbinin dar çerçevesi ile anlamlandırmaya kalkışan insanları bekleyen en önemli tehlikelerden birisi, başka insanların yapıp etmelerini tahfif ve tezyif etmektir. Söz konusu olan müminler arası münasebetler İse küçük görmek, hafife almak Kur'an ahlakına uygun değildir. Ve bu hususu kardeşlik hukuku bakımından azami ölçüde dikkate almamız gerekmektedir.
Bir bütün olarak İslam'a ve müslümanlara karşı konumlanmış zihniyet ve bağlıları karşısında, müslümanlarca ortaya konulan her fikri ve ameli üretimi bir imkan, en azından bir deneyim olarak algılayamayan insanlar bir süre sonra kendilerini dünyanın merkezi olarak algılamaya başlamaktadırlar. Bu perspektif, bütün vahdet söylemlerine ve arayışlarına rağmen, hizipçi tutumu besleyen en önemli etkenlerden birisidir. Hemen her erdem sahibi insanın şikayetçi olduğu bu tutumu aşmak için çok daha programlı gayretler gösterilmelidir. Zaman geçmiş değildir. Henüz kaçırılmamış bir imkanı değerlendirirken işi ağırdan almak ise, ayyuka çıkan çaresizlik ve yılgınlık psikolojisini beslemekten başka anlama gelmez.