Necmettin Erbakan’ın Türkiye İslami Uyanışına Katkısı

Hamza Türkmen

Necmettin Erbakan, 27 Şubat 2011 tarihinde 84 yaşında vefat etti. 1 Mart 2011’de Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazına, ancak caminin yanındaki Fevzipaşa Caddesi’nden aşağıya sarkan Akdeniz Caddesi’ndeki kalabalığın ortalarında katılabildik. Cenazeye yüz binleri aşan sıkı bir iştirak vardı. Sadece tekbir getiriliyordu. Bir de arada sırada “Mücahid Erbakan” haykırışları… Sanki kitleler 87 yıllık acılara, 28 Şubat hukuksuzluğuna geç kalmış tepkilerini Erbakan’a saygılarını ve dualarını belirterek sergiliyorlardı.

Sene 1970. Henüz lise ikinci sınıftaydım. Sarıyer’deki cami çıkışına bakan evimizin duvarına yağlı boya ile “Hak geldi batıl zail oldu! MNP” yazmıştım. Aynı yıl MNP’nin İstanbul’daki kuruluş toplantısı yapılan Yenikapı Gar Gazinosu’ndan Fatih Camii’ne kadar Erbakan’ın arkasından yürümüştük. Bu yürüyüşte bu ayetin “Batıl gitti hak geldi!” diye sloganlaştırıldığına iştirak ve tanıklık etmiştik. Aynı yürüyüşte atılan “Tek yol İslam”, “Müslüman Türkiye” sloganları da rüşt yaşıma adım attığım yıllarda istikamet pusulamı belirleyen en önemli vurgular olmuştu.

1970’li yılların başı zorlu dönemlerdi. İslami kimliğimize vurgu yapan mahcup tanıklıkların ilk yeşerdiği yıllardı. İslam’la irtibatımız camide hocaefendilerin sert veya lakayt üslubu eşliğinde öğrendiğimiz bazı dinî ritüeller ve surelerden, bize börtü böceğin yaratılış hikmetlerini anlatan Nurcu ağabeylerimizin ilgisinden ve kendi başımıza karıştırdığımız ilmihal kitaplarından öteye gitmiyordu. Sokaklarda TİP’in bildiri ve pullamaları, okullarda Dev-Genç söyleminin etkisi ve sosyalist hocaların evrimci ve pozitivist telkinleri çaresizliğimizi artırıyordu. Bir de çaresizliğimizi aşmak için bizleri Altaylardan Tuna’ya çağıran Türkçülüğün ve Başbuğ’un daveti vardı. İrtibat kurduğumuz MTTB Ortaöğretim Komitesi yeni kurulmuştu. Okuma-öğrenme çabası ve bilgi arayışı içindeydik. İşte böyle bir süreçte Erbakan’ın arkasından haykırdığımız ve bize İslami kimliğimiz konusunda güven veren “Batıl gitti hak geldi!” sloganı oldukça önemliydi. Anahtarı elde etmiştik. Bundan sonraki süreçte batılın ne olduğunu, hakkın ne olduğunu daha iyi öğrenecektik...

Necmettin Erbakan ezilen ve ötelenen dindar çevreden ama nispeten statü sahibi bir ailenin çocuğu olarak hayata adım atmıştı. 1926 doğumluydu. Müslüman halk, Kemalist devrimlerin mantığına ve şekline direndiği için sindirilmişti. Dindar çevre, “gâvurlaşma” olarak gördüğü “Batılılaşma” sürecine iştirak etmemesi için çocuklarını yüksek okullara göndermiyordu. Sistemin merkezine yaklaşanların çözüldüğü ve devşirildiği gözler önündeydi. Kur’an alfabesi, İslami eğitim, hac ve ezanın orijinal okunuşu yasaklanırken, sarık yerine fötr şapkalar giyilmiş, çarşaf ve tesettür aşağılanmış, balolar ve Batı müziği yaygınlaştırılmıştı. Ve dahası yıpranmış olan elbisemize sıçratılan bir sürü kirlilik…

Erbakan’ın Mühendisliği ve Siyasi Hayatı

Erbakan 1948’de başarıyla mezun olduğu İTÜ Makine Fakültesi’nde Motorlar Kürsüsü’ne asistan olmuş, gönderildiği Almanya’da 1951’de doktorasını tamamlamış ve 1954’te de doçent olmuştu. 1951-54 arasında da Alman Leopard tanklarının geliştirilmesi projesinde başmühendislik yapmıştı. Ama o, namazını terk etmeyen ve İslami terminolojiyle konuşmaktan utanmayan bir üniversiteliydi. O dönemlerde İslami değerleri ezilmiş ve sindirilmiş bir halk için namazını kılan, üniversiteli ve başarılı olan bir Müslüman ile karşılaşmak olağanüstü bir durumdu. Müslüman kitleler için Erbakan Hoca’nın önemi ve liderliğini ortaya çıkaran potansiyel, en başta bu olağanüstü durumdan kaynaklanıyordu.

Türkiye’de, Erbakan Hoca’nın öncülüğünde ve İskenderpaşa cemaatinin desteğinde 1956-1963 arasında 200 ortaklı ilk yerli motoru üretecek Gümüş Motor fabrikası kurulup işletilmişti. Ama Gümüş Motor’un başarısını, uluslararası Siyonist lobinin silisli saç ambargosu akamete uğrattı. İmalat için ithal edilmek zorunda olunan silisli saç ambargosuyla Gümüş Motor çalışamaz duruma getirilmiş ve motor konusundaki ihtiyaç yeniden kapitalist tröstlerden yapılan ithalatla karşılanmaya başlanmıştı. Aynı durum 1930’ların sonunda Türkiye’de yerli uçak imalatı yapan Nuri Demirağ’ın da başına gelmişti. Demirağ, mücadelesini çok partili sisteme geçilirken 1945’te kurduğu Milli Kalkınma Partisi’yle yürütmüş ama bu sefer de Kemalist sivil ve asker bürokrasi tarafından engellenmişti. Lakin 1945 sonrası dönem Kemalist vesayet sisteminin kısmen kendini çevreye açtığı ve sınırlı özgürlüklere fırsat vermek zorunda kaldığı yıllardı.

Gümüş Motor tecrübesinden sonra Anadolu müteşebbisleriyle diyaloga geçen Erbakan, 1967’de TOBB’un Genel Sekreterliği’ne seçildi. Bu sefer de Adalet Partisi Hükümetinin ambargosuyla karşılaştı. Odalar Birliği’nin inisiyatifinde olan döviz kurlarını belirleme yetkisi elinden alınan Erbakan, 1969’da da Başbakan Demirel tarafından bu kurumun başkanlığından alındı, direnince derdest edildi.

Necmettin Erbakan, TC derin yapılanması tarafından TOBB’dan uzaklaştırıldığında yılmadı, bu tarihten itibaren de politik mücadeleye katıldı. AP’den milletvekili müracaatı veto edilince Konya’dan bağımsız milletvekili adayı oldu ve büyük bir oy oranıyla seçildi. 8 Ekim 1969’da Konya’da düzenlediği mitingin adı “İmanlı Büyük Türkiye Mitingi” idi. Mitingde “Memurların masasına, solcuların kafasına, masonların locasına, hak yol İslam yazacağız!” dizelerinden oluşan marş büyük bir coşku ve katılımla söylenmişti.

Hasan Aksay, Süleyman Arif Emre, Ahmet Tevfik Paksu gibi politikada rol alan ve namazlarına hassasiyet gösteren diğer İslami duyarlılığı yüksek arkadaşlarıyla 26 Ocak 1970’te Milli Nizam Partisi’ni kurdu. MNP’nin kuruluş beyannamesini kaleme alan Hasan Aksay, sistemin baskısından çekindikleri için beyannameye “Besmele…” ile başlayamadıklarını; ama o hassasiyeti belirtecek şu cümleyle kendilerini ifade ettiklerini belirtiyordu: “Allah’ın hakkı tutma, iyiliği emretme, kötülüğü nehyetme yolunda seçtiği aziz ve mümtaz milletimiz!”

MNP, 12 Mart 1971 Muhtırasından sonra 20 Mayıs 1971’de “laikliğe aykırı çalışmalar yürüttüğü” gerekçesiyle kapatıldı. 11 Ekim 1973’te MNP kadrosu bu sefer Milli Selamet Partisi’ni kurdu. 14 Ekim 1973 seçimlerinde %11 oy alan MSP 48 milletvekili çıkardı. 20 Ekim 1973’te MSP Genel Başkanı olan Erbakan, 6 Şubat 1974’te CHP-MSP koalisyonunun kurulmasıyla Başbakan Yardımcısı oldu. Bu dönemde Kıbrıs çıkarması gerçekleşti. 12 Eylül 1980 Askerî Darbesine kadar Türkiye siyasetinde MSP’nin de içinde olduğu koalisyon süreçlerinde ve ideolojik-toplumsal çekişmelerde ciddi bir kaos dönemi yaşandı.

MNP-MSP, Demirağ’ın lideri olduğu MKP’nin argümanlarından büyük ölçüde etkilendi. Yahudi düşmanlığı, “önce ahlak ve maneviyat” vurgusu, iktisadi kalkınma, şahsiyetli dış politika ve İslam Birliği hedefleri Türkiye ulus devleti üzerinden düşünülüyordu.

Milli Görüş ve Akıncılar

Dönemin yazılı birikimine baktığımızda Türkiyeli Müslümanların ve MNP’nin kurucu kadrosunun henüz ulus/“millet” yapısıyla ilgili doğru bilgi ve perspektife, sağlıklı bir tarih ve toplum değerlendirmesine ulaşamamış olduğu görülmektedir. Ama Masonların ve sol eğilimlilerin Türkiye’yi yöneten “renksizliği”ne karşı milli ve İslami değerleri iç içe geçiren “Milli Görüş” tezi ön plana çıkartılıyordu. MNP’nin amblemi ise işaret parmağı göğe kalkmış eldi. MNP’lilerin gözünde bu amblem, zalimler ve fasıklar karşısında İslam’ı temsil ediyordu. Bu süreçte Milli Görüş’e dayanan parti faaliyetiyle toplumsal ve siyasi çürüme karşısında bir “manevi baraj” oluşturulacağı belirtilerek dinî cemaatlerden ve tarikat büyüklerinden destek aranıyordu.

Partisel mücadele ulusal sistem içinde verilecekti. Sistem içi mücadelenin ve araçlarının şartlarıyla ilgili henüz yeterli bir fıkhi çözümleme ve birikime sahip olunamamıştı. Doğrusuyla yanlışıyla Osmanlı’dan gelen İslami bakiyenin Batılılaşmak adına tasfiyesine karşı çıkılacaktı. İçinde bulunulan ülkenin Osmanlı’nın devamı olduğu kabul ediliyordu ve Batılılaşmaktan, kültür emperyalizminden nasıl kurtulunacağı, hakları yasaklanan Müslümanların nasıl özgürleştirileceği tartışılıyordu. Ölümcül açlık karşısında domuz eti yenilebileceği biliniyordu. Ama kuşatılan veya yasaklanan kimliğimiz, Kitabımız ve fıtratımızla ilgili en temel konularda, İstiklal Mahkemeleri fobisini aşamayan “ulema” tarafından hiçbir çözüm kapısı gösterilmiyor veya gösterilemiyordu.

İttihat Terakki’nin 5 bin, Kemalizm’in 7 bin yıllık ırkçı pagan Türkçülük tezine karşı İslam’la irtibatlandırılan bin yıllık tarih söylemi gündeme sokulmuştu. Erbakan’ın Milli Görüş’ü, bu söylemin bir uzantısıydı. “Müslüman Türkiye” derken “Müslümanlık” ifadesi ümmetçiliğe, “Türkiye” ifadesi de çoğu kez milliyetçiliğe yakın duruyordu. Bin yıllık tarih söyleminin ucu, bazen bin 400 yıllık Medine toplumuna bazen de Orta Asya steplerine uzanıyordu. Bu ikilemde Erbakan’ın gönlü Medine’den yanaydı ama entelektüel destekçisi Necip Fazıl gibilerinin kalp atışları Altay efsanelerinden kopamıyordu. Müslüman şair Mehmet Akif’in “İstiklal Marşı”nda gözlenen İslamilikle millilik arasındaki paradoks henüz gündemleşip aşılamamıştı.

Müslümanlar 1945 öncesi Kemalist rejimin uygulamalarından ağır yaralar almış ve sindirilmişlerdi. 1960’lı yıllarda İslami ritüelleri yaşama ve yaşatma azmine rağmen, yeterli bir tevhidî kavrayış ve birikime henüz ulaşılamamıştı. İslami kesim devletçi ve milliyetçi kirlilikler içinde düzenin sağ partilerinden bağımsız olamıyordu. İlk defa Erbakan liderliğindeki Milli Görüş Hareketi, merkeze karşı çevrenin bastırılmış duygu ve inançlarına arka çıkan bağımsız bir hareketi başarılı kıldı.

Lakin Milli Görüşçüler, 1980 öncesinde de ve sonra RP, FP ve SP ile devam eden süreçte de demokratik imkânlardan yararlanarak mücadeleye devam edebilmek ve partilerini kapattırmamak adına özellikle Genelkurmay’la ilişkilerine hep dikkat ettiler. Kitle tabanında sevilmeyen Mustafa Kemal’in Anıtkabir’ine gidilmemeye çalışıldı. Ancak ordu ile ilişkilerin bozulacağı anlaşıldığı dönemlerde uzlaşmaktan kaçınılmadı. Sıkıştırılmış kulvarda siyaset yapabilmek için, TSK’ya “milletin ordusu” söylemiyle yaklaşılıp ilişkiler gerilmemeye çalışıldı. Erbakan, 1993 seçimlerinde istihbaratçılık yapmış olanlar dâhil birçok emekli paşa ve albayı parti saflarına katarak, hak ve özgürlükler savunusunun ulusal sistem içinde yapıldığı ve Türkiye’yi kalkındırmak peşinde olunduğu söylemini denetime açtı. Aynı zamanda “Ordu içinde biz de varız!” mesajı veriliyordu ama bu yaklaşım 28 Şubat’ta geri tepti.

Erbakan’ın tüm anti-emperyalist, anti-siyonist ve Batılılaşma karşıtı söylemlerine rağmen, güçler dengesini gözeten tavırları onu ve ekibini farklı amaçlarla da olsa Mart 1991’de ve Ekim 1994’te ABD seyahatine çıkarttı. Bu seyahatlerde değişik lobilerle ve ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu üyeleriyle görüşmeler yapıldı. Abdullah Gül’ün beyanlarına göre insan hakları, Kürt sorunu ve laiklik konularında yapılan müzakerelerdi bunlar. RP iktidara yaklaştıkça gerek TSK ve TÜSİAD gibi iç güçler gerek küresel güçler gözetildiğinde, milli görüş ideolojisinin ve adil düzen söyleminin içine demokratlık, çoğulculuk, laiklik, özelleştirme, Atatürkçülük gibi konular sıkıştırılmıştı.

Erbakan, 1974’te tabanındaki önemli bir dilimi kaybetmesine rağmen CHP’yle, 1993’te de Kürt oylarını kaçırmasına rağmen milliyetçi MHP ve İDP ile ortaklığa girdi. Ayrıca İHL’ler, Kur’an kursları, fikrî serbestî gibi kısmi özgürlük alanlarının geri alınmasına mazeret olunmak istenmemişti.

“Kanlı mı olacak kansız mı?” söylemine rağmen biliniyordu ki MSP ve RP kitlesi korkutulmadan ve riske edilmeden elde tutulmalı ve geliştirilmeliydi. Çünkü Türkiye’de tek partili dönemde katledilen on binlerce ve sürülen yüz binlerce Müslüman ve muhalif Alevileri kıyımdan geçiren Dersim katliamı ile bir korku toplumu yaratılmıştı. Peşinden 5816 sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu ve TCK’nın 141-142 ve 163. maddeleri ile muhalif söyleme, özgür düşünceye ve inanca ağır darbeler vurulmuştu.

Milli Görüş çizgisinde risk üstlenecek önemli iki öbek vardı. Birincisi, 1970’li yıllarda Demetevler’deki Milli Görüş Sarayı’nda özel oturumlarda Erbakan Hoca’ya ve Milli Görüş mücadelesine itaat konusunda biati alınan seçkin partililerdi. İkinci öbeğin yapılanması ise 1975’te oluşturulmaya başlandı. Bu da Akıncı dernekleri çevresinde kümelenen Akıncılar Hareketi idi. Milli Görüş anlayışı doğrultusunda oluşturulsa da Akıncı gençler, bu çizginin en atak, İslami duyarlılığı en yüksek ve en fazla okuyan kesimiydi. Türkiye Müslümanları için de en diri ve faal kitlesel havzayı oluşturuyorlardı.

Tevhidi Uyanış ve Akıncılar

Türkiye’de çeviri ve telif eser ve görüşlerle tevhidî uyanışa katkı sağlayan Düşünce Dergisi, Aylık Dergi, İslam Partisi çalışmaları gibi niteliksel yoğunluğu güçlü ama niceliği oldukça küçük birimler, düşüncelerini taşımak ve paylaşmak konusunda muhatap olarak en fazla Akıncıların samimiyeti ile kucaklaştılar. Bu kucaklaşmayı sağlayanlar, genellikle haftalık ve 15 günlük Şura, Tevhid, İslami Hareket ve Hicret mecmualarının tevhidî uyanıştan beslenen kadroları oldu. Bu kişiler, Necmettin Erbakan ve yakın ekibiyle 1970’li yılların sonlarına doğru yaptıkları mükerrer görüşmelerde, tezlerini anlattılar, siyasi söylemi, İslami mücadeledeki seyyaliyeti defaatle müzakere etmek ve tartışmak imkânı buldular.

İslami asılları sosyalleştirmek isteyen ve Türkiye’deki tevhidî uyanışa katkı sağlayan kesim nitelikliydi ama oldukça genç ve tecrübesizdi. Yöntem tartışmalarında kaygıları önemliydi ve çoğu kez haklı ölçüleri yakalayabiliyorlardı. Ancak tespitlerini yeteri kadar ehil zeminlerde müzakere ve istişare etme fırsatı bulamadıkları için, çoğu kere de içtihadi yaklaşım diyeceğimiz yorumlarını naslaştırıyorlardı. Bu zaaf en fazla “metodik tespitler” ile “İslam akaidi”ni aynılaştıran Hizb-ut Tahrir’in ve İhvan-ı Müslimin’den ayrışan selefi ve tekfirci akımların Türkiye’ye uzanan yanlışlarından besleniyordu.

Metodik yorum ve tespitler için tahkik ve müzakereye ihtiyaç vardı ama Türkiye’deki tevhidî uyanış süreci henüz böyle bir katılımcı istişare anlayışını modelleştirecek yeterlilikte değildi. Dün şeyhlere, hocaefendilere biat ediliyordu; bu sefer de özel şartlarıyla ilgili boyutları tartışılması ve Kur’an bütünlüğü ile sağlaması yapılması gereken “nebevi metot”, “rabbani metot” başlıklı kitaplar; ayrıca Seyyid Kutub ve Abdullah Azzam gibi öncülerin görüşleri analiz edilmeden taklit edilmeye başlanmıştı.

Erbakan ve MNP-MSP çizgisi ise 1945’ten sonra daha yeni yeni Türkiye Müslümanlarının kimliğini mezcetmeye çalışan resmi ideoloji otobanından ayrışma niyetini yeşertiyordu. Dolayısıyla Milli Görüş kadro ve kitlelerinde 1950’li 1960’lı yılların kirlerinden arınılmamış boyutlar olabilirdi. Milli Görüş, kitlesel bir hareket olduğu için de bu hal doğaldı. İslam’a teslim olmayan “öteki”leri bile Müslümanlara karşı gösterdikleri tavırlarına göre ayrıştıran Kitabullah, iman iddiasında olanları dışlamayı değil, Allah’la, Rasul’le ve Kitab’la yeniden iman etmeye davet etmenin gerekliliğine işaret ediyordu. Bu doğrultuda da peygamberî üslup ve adap örnek alınmalıydı…

Milli Görüş Çizgisinden Kopmalar

Milli Görüş Hareketi üç önemli iç tartışma yaşadı.

İlk tartışma, 1974’te CHP ile yapılan koalisyon konusunda yaşandı. Bu konuda ortaya çıkan ihtilafta ilkeli bir tartışmadan ziyade, anti-komünist ve sağcı refleksler belirleyici olmuştu. Bu tartışma MSP’yi böldü. Bazı partili dindarlar tekrar sağcı ve milliyetçi partilere meyletti. Ama bu bölünme sağcı ve milliyetçi alışkanlıklardan uzaklaşmak konusunda Milli Görüş anlayışına katkıda bulundu. Necmettin Erbakan’ın tevhidî uyanış çabalarını gündemleştiren öbeklerle diyalogu bu dönemde başladı.

İkinci tartışma, tevhidî uyanış çabalarının Akıncıları etkilemesiyle yaşandı. Partizanların dışlayıcı tavırlarına rağmen, Erbakan bu kesimle ilişkilerini sürdürdü. Ancak partisel mücadeleyi eleştirenler de duygusal tespitlerini ve yorumlarını naslaştıran tanımların ötesine geçebilmiş değillerdi. Örneğin Hicret mecmuası Aralık 1979’da kapağına “Tağuti Düzenlerin Devamı İçin Oy Yok!” manşetini atıyordu ama dergi yönetiminin büyük çoğunluğu Batıcı-laik kesim kazanmasın diye MSP’ye oy atmak için sandık başına gidiyordu.

Erbakan ve Milli Görüş çekirdeği, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesinden sonra dağılan siyasi kadrolarını toplamaya kalktığında, Akıncı tabanın önemli bir bölümünün “İslam devrimi”nin gerekliliği adına partili mücadele dışında bir yapılanmaya gittiklerini gördüler. Tevhidî uyanış sürecine katılan bu kesimler, üzerinde milli unsurların bazı lekelerini taşıyan Akıncılık tanımını bırakıp, kendilerini sadece “Müslüman” olarak değerlendirmeye başlamışlardı. Böylece 12 Eylül sonrasında Akıncılar hareketi iki kesime ayrılmıştı. Erbakan’a bağlılığını sürdürenler ve sürdürmeyenler. İki kesim veya eğilim arasında bazen duygusal bazen düşünsel rekabet ve tartışmalar kadar, karşılıklı geçişler de yaşanmıştı. Ancak gerek 1991 Körfez krizinde ve gerek 28 Şubat 1997 darbe sürecinde Müslümanlara ve İslami değerlere yapılan saldırılar karşısında taşınan ortak duyarlılık, her iki kesimi de meydanlarda buluşturmuştu. Her iki kesim de İHL’leri savunuyor, MGK’ya karşı çıkıyor ve başörtüsüne özgürlük mücadelesini yükseltiyordu.

Üçüncü tartışma, Türkiye’de iktidara ulaşmanın yöntemi üzerine gelişmişti. Erbakan siyasetin merkezine ekonomiyi almıştı. Milli Görüş söylemi, “Adil Düzen” söylemiyle ekonomik programa dönüştürülmeye çalışılıyordu. İktidar hedefi için kitleleri rahata kavuşturacak ekonomik kalkınmanın öncelikli önemi keşfedilmişti. Erbakan’ın başbakanlığı elde ettiği 1996-97 yıllarında ekonomik işleyişte başarılı da olunmuştu.

Adil düzen, örtülü olarak İslami uygulamayı içinde barındırdığı iddiasındaydı ve kapitalist sistem içinde “faizsiz bankacılık” türü bir kalkınma programıydı. Böylece kapitalist yapı ve ulus devletteki zemin ve iktidar yapısı sorgulanmadan, ekonomik başarı ile iktidar olmak ve iktidarda kalmak planlanıyordu. Kendi maneviyatımıza sahip çıkarken, düşmanın fenni ve teknolojisi ile kalkınılacak ve “medeniyetimiz” diriltilecekti. Oysa bu hedef, Osmanlı’dan bu yana İslamcı düşünceye bulaşan ödünç bir düşünceydi. Ödünç bir düşünceydi; çünkü faizsiz bankacılık gibi çekincelerle de çalışılsa, ekonomik kalkınmanın normları Batı tarafından konuluyordu.

Kalkınmanın formu liberal demokrasi içinde aranırken, muhafazakâr modernleşme de kaçınılmaz hale gelmişti. Müslüman zenginlerin görüntüsü, dindar kapitalistleri andırmaya başlamıştı. 28 Şubat darbecilerinin vesayeti altındaki yargı RP’yi hukuk dışı gerekçelerle kapatmaya kalkıştığında da siyasi liberalizmin ödünç söylemlerine sığınıldı. Milli Görüş anlayışı içine sıkıştırılan demokratlık, laiklik, özelleştirme konuları gibi bu sefer de AB’ye eğilimli bir dil kullanılmaya başlandı. Ayrıca Avrupa Milli Görüş teşkilatları çevresinden elde edilen katılımlarla oluşturulan holdinglerdeki beceriksizlik veya yolsuzluklar, Mercümek olayı, kayıp trilyon davası gibi tartışmalı konular da bir bıkkınlık oluşturmuştu.

Türkiye’deki baskı ve vesayet rejimi geriletilmek, çevrenin hakları geri verilmek isteniyordu. Bunun için iktidar olunmalıydı ama iktidar olmanın yolu da tavizlerle doluydu. Mademki iktidar için ilkelerden taviz verilecekti, o zaman İslami söylem ve ilkelerle siyaset yapılmamalıydı. Demokratik veya devrimci yöntemlerle kısa yoldan iktidar hedefine kilitlenmiş Müslümanlar, gerçekliğin gösterdiği engeller, donanımsızlık ve tabansızlık vakıasını tartışmaya başladıklarında kimliksel gömleklerini çıkartmaya başladılar. İslamcı çizgiden gelen Tayyip Erdoğan ve ekibi, iktidar olmak ve vesayet rejimini geriletmek konusunda başarılı bir yol takip etmeye başladı ama dün takiyye bağlamında verilen tavizler, Erdoğan’ın takipçilerinin önemli bir kısmında liberal ve muhafazakâr demokrat bir kimlik dönüşümünü başlattı. Erbakan, Milli Görüş Hareketindeki evlatlarını kaybettikçe dinî vurgularını artırdı. RP-SP çizgisinin gençlik örgütü olan Anadolu Gençlik Dernekleri ortak bir müfredata sahip olmasalar da İslamilik konusunda yoğunlaştılar.

Son olarak Erbakan çevresinden kopan Numan Kurtulmuş ve ekibi ise ciddi bir tesir oluşturamadı. Daha kimlikli ve sisteme daha muhalif bir söylem geliştireceğine, iktidar olma yolunda AK Parti çizgisinin tashihçisi olacağını ortaya koydu ve eklektik bir entelektüel kulüp havasına büründü.

İslami Uyanışa Yaptığı Katkı

Necmettin Erbakan, Kemalist inkılâplar ve Batılılaşma kimliksizliği ile mücadele eden bir geleneğin çocuğu idi. O gelenekte on binlerce şehit verilmiş, kitlesel sürgünler, baskılar ve boğucu soruşturma ve takibatlar yaşanmıştı. Türkiye sınırları olarak İtilaf Devletlerinden onay alınarak kurulan ülkede uluslaşma süreci, Müslüman halkı sindirmiş, ötelemiş, susturmuş ve birçok evladını da asimile etmişti. Ötelenmiş çevrenin çocuğu olan Erbakan öğrenebildiği İslami aidiyetlerini gizlemeden bu ülke içinde ülkeyi halk adına, çevre adına kalkındırmak ve özgürleştirmek için mücadele eden ender insanlarımızdandı.

O, kimliğimizi kuşatan Kemalist-laik sistemde sığınarak ve sırnaşarak değil, iş disiplini ve hak arayışı ısrarıyla alanlar açılacağını göstermiş bir diyalog adamıydı. Gücü yettiği oranda Müslümanlarla ilgili tezlerini izhar etme düşüncesindeydi. Onun fonksiyonunu öncelikle neredeyse yaprağın kıpırdamadığı 1940’lı, 1950’li yılların Türkiyesi içinde düşünmek gerekir. O, İslami asıllar konusunda yaşanan birikimsizliğe ve rehbersizliğe rağmen Müslüman kitlelere kişilik olarak özgüven kazandıran bir mücadelenin içinde oldu.

Bütünsel tutarlılığı tartışılsa da Türkiye laik sistemi içinde Müslümanlığını gizlemeyen ve Kemalist-Batıcı bürokrasiye karşı verdiği mücadele örnekliği ile sığınmacı konuma düşürülen dindar kitlelere sosyal güven ve siyasi cesaret kazandırdı. İnsanlarımıza dergâhların, şeyhlerin hayat dışı ritüelleri haricinde de görevlerimiz olduğunu, cihad görevimizin bulunduğunu anlattı. Sindirilmiş ve kimlikleri lekelenmiş insanlarımızı batıl düzeni değiştirme heyecanı içinde, sosyal ve siyasi hayatın ve mücadelenin içine çekti. İmam hatip okullarının yaygınlaştırılması ve bayanların reel siyasetin içinde de olsa siyasi alanda sosyalleştirilmesi çabaları, Türkiye’de uzun yıllardan sonra İslami duyarlılığın gelişmesi konusunda önemli bir zemin sağladı. Reel siyaset içinde “Takiyye mi teslimiyet mi?” diyeceğimiz ilişkileri oldu ama miting meydanlarında Ömer Karaoğlu’nun İslami kavramlar ve literatür doğrultusunda seslendirdiği ezgiler, RP-SP kitlesinde İslami hareketin veya İslamcılığın heyecan oluşturan izlerini yaygınlaştırdı.

Benzer izlere 1975’ten sonra oluşturulmaya çalışılan Akıncılar hareketinde de rastlamaktayız. Özellikle İslami duyarlılığın Türkiye’deki en önemli taşıyıcı kitlesi olan genç Akıncılar, aynı zamanda tevhidî bilinçlenme konusunda da en önemli muhataplar oldular. Erbakan’ın, kitleselleşmenin getirdiği farklı denge hesapları içinde, geleneksel kesimin ve derin devletin büyük tepkisine rağmen tevhidî uyanış kesimiyle ilişkilerini kesmemesi Akıncıların etkileşimi açısından önemli bir imkân oluşturdu.

Son olarak Milli Görüş çizgisindeki tartışmalı konulardan en büyük kopuşu ise cenaze namazıyla ilgili vasiyetindeki işaret taşları ile Necmettin Erbakan gerçekleştirdi. Erbakan’ın geride bıraktığı işaret taşları, tüm Milli Görüşçüleri sorgulama ve arınma sürecine sevk etmelidir. Cenaze namazında resmi töreni kabul etmeyen ve tabutunu İslam dışı sembollerle örttürtmeyen bu mirası hem Milli Görüşçüler, hem bu süreçten yolu geçen veya sürece tanıklık yapan tüm Müslümanlar iyi değerlendirmelidir. Bu değerlendirmenin sonucu, Milli Görüş’e çakılıp kalmayı değil, İslami Görüş’ün arayışını ve tahkikini getirmelidir.

Necmettin Erbakan’ın geride bıraktığı mirasını bir arınma ve sorgulama vesilesi kılabilenler, onun için yapabileceğimiz rahmet dileklerine bir anlam katmış olacaklardır.