İlk basımı Haziran 2016'da yapılan “Dijital Çağda Müslüman Kalmak” isimli eserde Nazife Şişman, ilim adamının, bilginin değerini giderek yitirdiği, insanların kendilerini ve mahremiyet alanlarını görünür kılmaya gayret ettiği çağda, sürekli yenilenen teknolojiyle birlikte gelişen-oluşan yeni kültürün Müslüman şahsiyet üzerinde ne gibi değişimlere yol açabileceğine dikkat çekiyor.
Peki, kaçınılmaz değişim döngüsü içerisinde yer alırken hakikati ve hakikat ışığında inşa etmeye gayret ettiğimiz şahsiyetlerimizi koruyabilmenin ne kadarı mümkün? Bu ve bu gibi soruları zihnimizde oluşturan hususları, “Dijital Çağda Müslüman Kalmak” isimli eser eşliğinde sorgulayalım.
Modern çağı geride bıraktığımız son yıllarda küreselleşme ile birlikte dini unsurların belirleyiciliğini giderek kaybetmeye başladığı toplumları, değişim-dönüşüm kaçınılmaz olarak yakalamış durumda. Değişim, insanoğlunun dünyaya gelişinin ayrılmaz bir unsuru ve bereketi olarak her daim baki. Ama nasıl olur da gelişmelerin hayatı giderek kolay kıldığı değişimlerden yıllardır şikâyet edip mazinin gölgesini arar hale geldik?
Değişimi gerçekleştiren insanoğlu ifrat-tefrit dengesini yakalayamayınca fıtri olan bozulmaya başladı. Doğal kalması elzem olan coğrafi, biyolojik, fiziksel, psikolojik, toplumsal koşulların yanı sıra, yaratıcı ile olan bağını da fıtrattan koparınca küresel ısınmadan daha beter bir yangın insanın yüreğinde oluştu. Yürek yangınını bir kere hissedince oradan oraya savrulur oldu insan.
Modern çağ ile insanoğlunun yüreğine bahşedilen hakikat değişmeye başladı. Kapitalist anlayış zihinlere yerleştikçe dünya ve ahiret hayatının önem dereceleri ters yüz olmaya, aldatıcı bir tatmin aracından başka bir şey olmayan dünya hayatı (Âl-i İmran, 185)hakikatin merkezi haline gelmeye başladı. Modern sonrası dönemi (postmodern; bazı kimselerin post-post modern diye adlandırdıkları dönem) yaşadığımız bu zamanlarda ise hakikat her şahsiyetin kendi kendine ürettiği ve kendi hayatına yön verdiği bir "tarz" haline geldi. Liberal anlayışın hâkim olduğu zihniyetler, küçümsedikleri o inanç doğrultusunda yaşamını sürdüren insanlar dışında, yeni üretilen sapkın düşüncelere gayet hoşgörülü ve hayranlıkla bakar oldular. Hakikat anlayışının ortadan kaybolduğu bu ortamlarda herkesin görüşünün kendine göre doğru sayılması, sözüm ona kendi aralarında demokrat bir hava estirirken, aynı zamanda da bu ortamlar farklı anlayışlar için gerçek hakikate karşı da birlikte hareket edebilme imkânını sağladı. Gerek Türkiye'nin iç gündemine gerekse dünya gündemine -özellikle de Müslüman toplumlar üzerinde oluşturulan gündeme- bakarsak dünya yansa bir araya gelmez dediğimiz grupların yahut toplumların birlikteliğini görebiliriz. Bu birliktelikler karşısında az çok nasıl hareket etmemiz gerektiğini biliyor olsak da uygulamada ne yazık ki biraz daha sınırlı hareket ediyoruz ki Müslümanlar neden böylesiniz diye ah vah etmeden bu noktaya gelişimizde yazarın üzerinde durduğu noktalardan birkaç anekdot aktarmak faydalı olacaktır.
Nazife Şişman, toplumu şekillendiren modern dönemde "insanın ufkunu belirleyen iki pusulanın hız ve değişim olduğunu" ayrıca "modern dönemin bir özelliği olarak da değişimin ve yeninin kutsanması olduğunu" belirtiyor. Sosyal medyayı az çok kullanan herkes bilir ki görünür olmak, az zamanda çok iş yapabilmek, her şey hakkında malumat sahibi olabilmek hastalığına yakalanmış gidiyoruz. İlk bakışta iyi şeyler gibi görünse de insanın bilgiyi özümsemesi ve yaşanılır kılması açısından epey sıkıntılı durumlardır bunlar. Yazar, eskilerin öğrenme yöntemleri üzerinden nerede hata yaptığımızı ortaya koyuyor. Rahmetli Bekir Sıtkı Sezgin'in "Musiki fem-i muhsinden öğrenilir." sözü ve Peygamberimiz (s) ve ashabının tebliğ metodunun yüz yüze iletişim şeklinde olması, eğitimde de gündelik ilişkilerde de insanların bilgiyi özümsemesini sağlamanın yönteminin, birebir ilgi ve yüz yüze iletişim olduğunu göstermektedir. Müminlerin, Rablerine davet edildikleri zaman“İşittik ve itaat ettik.” (Nur, 51) demeleri de tebliğ dilinin, insanları doğru olana davet etme dilinin nasıl olması gerektiğini gösterir.
Medya araçlarının çeşitlenmesi, yaygınlaşması ve bilginin ulaşılabilir olması ile "profesyonellerin ve uzmanların zorunlu unsurlar olmadığı bir vasat oluştuğunu" belirten yazar, bilgi akışındaki serbestliğin ehliyet sahibi olup olmama konusunun üstünü örttüğünü, meselelerde modern iletişim araçları sayesinde kamuoyunun ortalama bir fikir sahibi olmakla yetinmesinin ne derece sağlıklı ve yeterli olduğunu sorguluyor. İhtiyaca binaen değil de popülerliğe göre bilgiye erişimin artması da dijital ortamda tıklanma üzerinden yapılan ya da en çok satan, en çok okunan şeklindeki ölçüm metotları, bilginin niteliği noktasında doğru fikir vermeyecektir. Özellikle de lise sıralarına göz gezdirdiğinizde gençlerin anlık hazlarını tatmin etmeye yönelik olan ve düşünce, duygu dünyalarına bir katkısı olmayan kitapların en'ler arasına girmesi bu mevzunun en bariz örneğidir bana göre.
Dijitalleşme ile bilgiye erişimde büyük kolaylıkların sağlanması ve ulaşılabilir verilerin zenginliğini kimsenin inkâr etmesi ve faydalanmaktan geri durması mümkün değilken, okuma anlamında bir gayreti olmayan kimselerin dijital ortamda okumaya alıştırılmasının gerçek anlamda mümkün olup olmadığı sorusunun cevabı ise muammadır. Ama yazarın en başta söylediği gibi yüz yüze eğitimin/tebliğin nitelik katması noktasındaki önemi, şimdilerde bizim atladığımız bir durum olarak karşımızda duruyor. Son yıllarda eğitim alanında uygulamaya konulan projeler çocuk ve gençlere ne derece nitelikli eğitim sağlıyor ve değerlerin aktarımında ne derece etkili oluyor ki? Bu da üzerinde durulması gereken bir mevzu. Dijitalleşen eğitim ne yazık ki yazarın dediği gibi "çocuk ve gençleri dijital aletlerin terbiyesine emanet ediyor". Bu demek oluyor ki çocuklarımız ve gençlerimiz dijital/sanal dünyanın ahlakı ile şekillenmeye başlıyor ve aile, çocuk üzerindeki rol model konumunu giderek yitiriyor.
Yazar, kitabının ikinci bölümünde, "Dijital Çağda Gören Kim Görünen Kim?" başlığı ile insanların mahremiyet algılarında sosyal medya ile beraber fark edemedikleri bir değişimi yaşadıkları, acıların ve mutlulukların sanal bir şekilde yaşandığını belirtiyor. Mutluluğun formülünün takip edilen sosyal medya fenomenlerinin hayatları gibi bir hayat sürmek zannedildiği, var olmanın algılanmaktan geçtiği ya da "Görünüyorum, o halde varım." şeklinde ifade edebileceğimiz bir zihniyetin yerleştiği kimseler görünemedikleri, beğeni almadıkları zamanlarda kolaylıkla bunalıma girebiliyor. Bu çok ciddi boyutlara ulaşabilecek bir durum ki şöyle düşünelim: Kendini gösteremeyen, başkaları tarafından algılanmayan kişi,var oluş hakikatine erişemiyor. Var oluşunun, yaratılışının nedenini idrak edemeyen bir insandan ‘Yaratıcı'sını bulmasını beklemek abesle iştigal etmek oluyor.
Yazarın üzerinde durduğu bir diğer önemli husus, dünyada vuku bulan kimi hareketlerin, sosyal medya üzerinden hızlı bir şekilde organize olunması sebebiyle ortaya çıktığı düşüncesinin ayakları yere basmayan bir düşünce olduğudur.Yazar, sosyal medyanın toplumsal hareketleri ortaya çıkarmasının aksine "organize olmak, farkındalık oluşturmak bakımından avantaj sağlamasına rağmen, hareketin sürdürülebilirliği ve sonuç alınması konusunda bir katkı sağlayamadığının" üzerinde durur. Yazarın bu meselede sonuç olarak söylediği şu sözler önemlidir:
"Sadece tıklamakla savaşı engelleyemeyiz. Sadece haberdar olmakla bilgiye ulaşamayız. Enformasyon, özgürlüğümüzün garantisi değil; tam tersine onu berhava eden bir bombaya dönüşebilir. Klavyenin hijyenik mesafesinden insana, hakka ve adalete giden yollar, pazara çıkan iplere, eteklerden dökülen taşlara takılabilir."
Üçüncü bölümde "Teknolojinin İnşa Ettiği Yeni Kültür" başlığı altında televizyon, cep telefonları, sosyal medya araçları, gelişen savaş teknolojileri ve tatil kültürünü ele alan yazar,bu unsurların büyükten küçüğe herkesin hayatını kapladığını ve Müslümanların hakikati de bu araçlar üzerinden anlatmaya çabaladıklarını belirtiyor. "Tekniğin kendi ideolojisini beraberinde getirdiğini" (Jack Ellul) düşünürsek, bu araçları tebliğ aracı olarak kullandıkça, hakikati aslında giderek tekniğin ideolojisine kurban ettiğimizi gözlemleyebiliriz.
Yazar,“Dinin tebliğinde aracın mahiyeti üzerinde düşünmeli değil miyiz?”, “YouTube'da anonim bir muhatap kitlesine vaaz-u nasihat edilebilir mi?” sorularıyla modern dünyanın araçları üzerinden ürettiğimiz alternatiflerin doğru bir sonuca götürüp götürmeyeceğini ve aslında her şeyin alternatifinin üretilmesinin doğru olup olmadığını sorgulatıyor.
Son olarak değineceğimiz husus;bizler sistemin ürettiği kavramlar ve araçlar için çalıştığımızın farkına varamıyoruz. Tatilleri örnek veren yazar, zannedildiği gibi tatil kavramının,insanların dinlenmesini ve başka işlere vakit ayırabilmesini sağlamanın aksine kapitalist sistemin "çalışma ve tüketme" anlayışının hâkimiyeti altında üretildiğini belirtiyor. Boş zaman ve tatil de kapitalizmle beraber hayatımıza aldığımız ve bunun için çalışır olduğumuz kavramlar olarak karşımızda durmaktalar.
İçinde bulunulan dijital kültürle okuyucuyu yüzleştirme çabası ile yazılan eser,çoğu zaman görmezden geldiğimiz, atladığımız mevzuları yeniden gündemimize almamızı ve buna göre hem kendi hem aile hayatımıza dikkatle bir yol tayin etmemiz gerektiğini bizlere tavsiye etmiş bulunuyor. Modern araçların ve sistemlerin hâkimiyetini sürdürdüğü çağda bu yolu tayin edebilmek ne kadar mümkün, tayin ettikten sonra ne kadarını uygulamak mümkün sorularıyla karşılaşsak da başta belirttiğimiz üzere şerrin dine karşı birleşebildiği geçmiş ve gelecek zamanlarda tayin edeceğimiz yolu Rabbimizin kitabına göre yapacağımız hiç şüphesiz.
Rabbimiz buyuruyor ki:
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Asıl onlar arasında, bu dünya hayatındaki geçimlerini paylaştıran ve bir kısmı diğer kısmını istihdam etsin diye birbirlerine farklı oran ve alanlarda üstün kılan biziz. Rabbinin rahmeti onların biriktirdiği her şeyden daha değerlidir. Ve eğer bütün insanlar (küfür ve nankörlükte ittifak etmiş) tek tip bir toplum halini almayacak olsaydı; Rahman'ı inkâr eden şu kimselerin konaklarını gümüşten damlarla ve üzerinde gösteriş yapacakları seyir teraslarıyla donatırdık.” (Zuhruf, 32-33)