Haçlı ordularının, Papa II. Urban’ın çağrısıyla, İslam dünyasını talan etmek üzere başlattıkları seferlerin üzerinden 915 yıl geçmiş olsa da Haçlı ruhunun başta Amerikan askerleri olmak üzere NATO güçlerinde hâlâ mevcut olduğu tartışma götürmez bir hakikat artık. Bu yazının başlığı, hamaset olsun diye değil, hususen bir gerçeği işaret etmek üzere konuldu. NATO’nun Müslümanların topraklarına doğru yaptıkları akınları; doğru, meselenin tarihî arka planına işaret eden kavramlarla ve tanımlamalarla yaptığımızda bu vakıayı daha iyi anlayabiliriz.
Bu yazı vesilesiyle mücerret bir “Haçlı-NATO serüvenini” ortaya koymak mümkün olmayacaktır. Fakat bazı işaret taşlarına temas edebiliriz belki. Lizbon’da karara bağlanan “Füze Kalkanı” projesiyle, Türkiye’de bir süredir yeniden alevlenen NATO tartışmaları, bize, bu savaş örgütünün ne olduğu, nasıl ortaya çıktığı, bu örgütle neden mücadele etmemiz gerektiği gibi soruları bir kez daha gündemimize almaya sevk etti.
Kuruluş maksadı, dünyada, Sovyet tehlikesine karşı ittifak üyelerini “askerî açıdan” desteklemek olarak izah edilen bir örgütün, Sovyetlerin 19 yıl önce tarih sahnesinden çekilmesine rağmen neden devam ettiğini, bu örgütün kimi ya da neyi düşman olarak tanımladığını “güya” kimse net olarak izah edemiyor. Stratejik araştırma merkezleri ve bilumum uzmanlar, yuvarlak ve tantanalı laflar söylüyorlar; internet siteleri bu konuya hasredilmiş bilimsel makalelerle dolu. “Küresel teröre karşı yeni konsept”in ne anlama geldiğini Afganistan ve Irak’ta can verenler gayet iyi anlayabiliyorlar; fakat analistlerimiz bir türlü anlayamıyor. Öyle görünüyor ki, bu çalışmalar da gerçeğin apaçık ortaya serilmesini engellemek üzere üretilmiş manipülasyonlar. Oysaki Godfrey de Bouillon’un, yüzyıllar sonra George Bush’un kulağına üflediği sözler, Bush’un ağzından apaçık dökülüvermişti: Bu bir Haçlı savaşıdır!
Bush da tıpkı atası 1. Haçlı Seferi komutanı Bouillon gibi yüz binlerce Müslümanın cesetlerinden ve yerle bir edilmiş şehirlerimizin enkazlarının üzerinden kariyerini yükseltti. Şimdi, NATO genel merkezinin bulunduğu Belçika’nın başkenti Brüksel’de Kraliyet Sarayının önünde elinde Haçlı bayrağı tutan Godfrey de Bouillon heykeli yükseliyor.
NATO Nasıl Kuruldu?
Kuzey Atlantik Paktı NATO (North Atlantic Treaty Organization) 1949 yılında II. Dünya Savaşı’nın bitmesini müteakip, özellikle Avrupa’da oluşan askerî dengeyi kendi lehine ve Rusya ile Almanya’nın aleyhine çevirmek isteyen ABD’nin isteğiyle kuruldu. Washington Antlaşması ile kurulan örgüt, temelde kendi üyelerine karşı gerçekleşebilecek Sovyet saldırısına karşı birlikte hareket etmeyi, ortak savaş vermeyi hedefliyordu. Bu askerî pakt başlangıçta, II. Dünya Savaşı’nın galipleri İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD ile birlikte, Norveç, Belçika, İzlanda, Kanada, Portekiz, Lüksemburg, Hollanda ve Danimarka’dan oluşuyordu. Fakat 1952 yılına gelindiğinde, Kore Savaşı’nda gösterdiği büyük katkılar sebebiyle rüştünü ispatlayan Türkiye, Yunanistan’la eş zamanlı olarak bu bloğa alındı. Almanya’nın ikiye bölünmesiyle birlikte Batı Almanya 1955’te, General Franco rejiminin yıkılmasından sonra 1982’de ise İspanya birliğe kabul edildi.
Böylece Sovyetlere karşı belirgin bir hat çizilmiş oluyordu. SSCB buna karşılık olarak 1955 yılında Arnavutluk, Romanya, Demokratik Almanya, Bulgaristan, Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan’dan oluşan Varşova Paktı’nı kurdu. Bu örgüte Kuzey Kore ve Moğolistan da gözlemci sıfatıyla katıldılar. Sovyet Bloğu ile Batı Bloğu arasında cereyan eden Soğuk Savaş böylece başlamış oldu. Varşova Paktı’nın 6,3 milyon, NATO’nun ise 5,9 milyon askeri vardı. Bu dönemi kapatan ise Sovyetlerin çökmesi sonucu Varşova Paktı’nın 1991’de dağılması oldu.
Bir dönem karşılıklı askerî bloklarda yer alan Avrupa ülkeleri Sovyetlerin dağılmasından sonra, adeta husumetler bir anda yok olmuş gibi NATO bünyesinde birleştiler. Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Estonya, Latvia, Litvanya, Romanya, Slovakya, Slovenya, Arnavutluk ve Hırvatistan gibi eski Varşova Paktı üyesi ülkeler 1999 yılından itibaren NATO’ya katıldılar. NATO’nun üye yapısı bu ülkelerin katılımıyla 28’i buldu. Lizbon’da yapılan son toplantıya NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in davetiyle Rusya Devlet Başkanı Medvedev'in katılıp “eski düşmanlıkların tarihe karıştığını, bundan sonra birlikte çalışacaklarını” söylemesiyle NATO, Rusya’yı rakip değil, ortak olarak gördüğünü açıkça ibraz etmiş oluyordu. Böylece NATO, 1990’lardan bu yana ifade ettiği “düşman konseptinin” de altını çizmiş oldu.
NATO’nun Düşmanı Kim?
İslamcılar, Sovyetlerin çöküşüyle birlikte, Batı İttifakının hedef tahtasına Müslümanları oturttuğu gerçeğini 90’lı yılların başından bu yana ifade ettiler. Bosna ve Körfez savaşları ise bu söylemlerin can yakıcı bir hakikat olduğunu ispatladı. Bu söylemlerimizin politik arenadaki tezahürü ise o yıllarda Refah Partisi’nin köy köy, şehir şehir dolaşarak; “NATO, haritadaki kızıl renkleri kaldırdı. Şimdi hedef tahtasında yeşil noktalar var.” söylemini dillendirmesiydi. Bugün NATO’nun karşısında bizim söylediklerimizin, kendi yakın tarihimizle birlikte okunduğunda bir “yeni”liğinin olmadığı görülebilecektir. Buna karşılık Türkiye’deki egemenler, Batıcı-Kemalistler ve sağcı muhafazakârlar, NATO’nun yanında saf tutmuşlardı.
20 yıl önce Batı İttifakının yanında duranlar, Ergenekon’la birlikte kendileri tasfiye sürecine girdiklerinden bu yana amansız bir NATO düşmanı kesildiler. Sağcı kimlikleriyle tanınan eskinin Türkiye, şimdinin Yeni Çağ gazetesinin sağcı-ulusalcı kadroları gibi. Onlara göre de NATO bir Haçlı İttifakı! Çünkü Batı yıllarca devrimci solculara ve kökü dışarıda olmakla itham ettiği İslamcılara karşı kullandığı bu kadronun tasfiye edilmesine ses çıkarmıyor. Tarih boyunca, kendilerini egemenlerin kullanımına açan tüm aciz varlıklar gibi, bu kişilerin şimdiki muhalefeti yersiz ve gerçekçi değil.
Gladio ve Kirli Savaş
NATO, Soğuk Savaş boyunca genel algılamanın tersine Rusya’ya ya da müttefiklerine karşı hiçbir yerde sıcak bir çatışmanın tarafı olmadı. Bu dönem boyunca daha çok kendi bünyesindeki Avrupa ülkelerinde “Gladio” benzeri örgütler vasıtasıyla, solcu örgütlere yönelik uzun soluklu bir tasfiye sürecini yürüttü. Faili meçhul cinayetler, suikastlar, bombalama olayları, adam kaçırma ve infazlarla, bu ülkelerdeki sol muhalefeti çökertmeye; desteklediği Avrupalı kapitalist devletleri bu muhaliflerinden kurtarmaya gayret etti. Bu faaliyetlerini yürütürken NATO bünyesindeki istihbarat örgütünü kullanırken, CIA ve İngiliz istihbarat örgütü M16’da büyük çaba sarf etti.
Brüksel’deki genel merkez bünyesinde kurulan bir ofis, bu eylemleri koordine ediyordu. Almanya ve Avusturya'da eski SS üyeleri ve Mussolini rejiminin eski faşistleri bu eylemlerde tetikçilik yaptılar. Batı Avrupa’da gizli silah depoları, cephanelikler kurdular. Üyelerine gerilla savaşı ve modern iletişim-istihbaratı eğitimi verdiler. Jens Mecklenburg’un kaleme aldığı “Gladio: NATO'nun Gizli Terör Örgütü” isimli kitap, Almanya, Avusturya, İtalya ve Türkiye’deki bu yapılanmaların ipuçlarını veriyor. Yine merak edenler için, Daniele Ganser’in kaleme aldığı “NATO'nun Gizli Orduları Gladio Operasyonları, Terörizm ve Avrupa Güvenlik İlkeleri” isimli kitaba da bakılabilir.
Susurluk’la ortaya dökülen ve Ergenekon operasyonlarıyla adliyeye taşınan “Derin Devlet” olgusunun arkasında NATO’nun bu faaliyetleri olduğu kuşku götürmez. Batı Avrupa’da “Gladio” ile faş edilen ve bir bir ortaya çıkartılan bu kirli operasyonlar, Türkiye’de tüm açıklığıyla ne yazık ki ortaya çıkartılamadı. Türkiye’deki mevcut AK Parti iktidarı, bu çetelerle mücadele ederken; bu silahlı suç örgütlerini var eden NATO gerçeğine gözlerini kapatmayı tercih etti. Türkiye’de işlenen suikastlar, faili meçhul cinayetlerin müsebbibi olarak taşeronlar hedef gösterilirken, basın yoluyla bellekler manipüle edildi ve dünyanın bu en büyük ve kirli suç örgütü NATO son olarak Türkiye’nin Lizbon’daki katkılarıyla temize çıkartıldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’nin Lizbon toplantısında gösterdiği tavırla, örgütün prestijini koruduğunu söyledi. Cumhurbaşkanı ve hükümetiyle Türkiye, bırakın NATO’nun varlık sebebini sorgulamayı, bu savaş örgütünün prestijini korumayı kendilerine vazife edinirken; “İslami muhalefeti, AK Parti programına endeksli bir siyasi uğraşı olarak kabul eden kimi çevrelerin” gönüllerine, “Tehdit olarak İran ve Suriye’yi yazdırmadık.” diyerek su serpti. Böylece NATO, bu çevrelerin nezdinde düşmanımız olmaktan çıkarak, 1950’lerdeki gibi “himayedarımız” oluverdi.
NATO’nun silahlı bir güç olarak tarihindeki ilk operasyonu Bosna Savaşı esnasında Sırbistan’ı vurmasıdır. Bosnalı Müslümanların on binlerce şehit vermesinden sonra, özellikle Afganistan’da savaşmış Arap mücahidler tarafından örgütlenen Bosna direnişinin en güçlü olduğu bir dönemde gerçekleşen bu saldırılar sonrasında Sırplar geri çekilirken, Boşnaklara, Avrupa içinde bir İslam devleti olamayacağından hareketle Dayton Antlaşması dayatılmıştı. Savaşın diğer bir tarafı olan Hırvatistan ise adeta yaptığı onlarca katliamın hediyesi olarak 2009’da NATO’ya kabul edilmişti.
Aslına bakılırsa, NATO’nun bizzat “hem hava, hem de kara gücü” olarak katıldığı ilk savaş Afganistan işgalidir. Yani bu örgütün tarihinde yürüttüğü ilk ve tek savaş bu yönüyle Müslümanlara karşı yapılmıştır ve hâlâ devam etmektedir. Üstelik bu bölge, örgütün faaliyet alanı olarak belirlediği yerlerin dışındadır. NATO sadece sınırları antlaşmada açıkça tarif edilen Kuzey Atlantik bölgesinde meydana gelen saldırılara karşı işlevseldir. NATO'nun görev sahasını belirleyen 6. maddede yer alan "alan-dışılık" (out of area) kavramının yorumlanmasıyla, Afganistan işgaline karar verildi. ABD, 11 Eylül saldırılarının “Afganistan tarafından yapıldığı gibi” tuhaf bir okumayla bağımsız bir ülkeye savaş açarken, NATO “Herhangi bir üyenin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlık ve güvenliği tehlikede olduğunda bir araya gelmeyi ve herhangi birine saldırıldığında bu saldırıya hepsine karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul etmeyi taahhüt etmişlerdir.” hükmünden hareket etmişti.
Afganistan işgaline BM Güvenlik Konseyi 2001’de karar alırken BM Sözleşmesinde yer alan “işgal tehlikesine karşı kolektif meşru savunma hakkı şartına” atıf yapıyordu. Adeta, bu maddeye göre Afganistan, ABD topraklarını işgale yeltenmişti. Oysaki İsrail, apaçık bir şekilde 1948 yılından bu yana Filistin’in tüm topraklarını, üstelik canı istediği her durumda işgal ederken, BM Güvenlik Konseyi, Genel Kurulunda alınan onlarca karara rağmen hiçbir şekilde harekete geçmemişti. Biz Müslümanların ve 3. dünya ülkeleri olarak tanımlanan ülkelerin kabullenmesi gerektiği ifade edilen “küresel sistemi” izah etmek için daha çarpıcı bir örneğe ihtiyaç var mı?
Afganistan İşgali, Haçlı Koalisyonunun Açık Kanıtı
Afganistan’da önemli bir kısmı NATO üyesi olmayan 46 ülkenin askeri bulunuyor. 130 bin kişilik ordunun büyük bölümünü 90 bin askerle ABD oluşturuyor. İngiltere’nin ise 9 bin 500 askeri var. Böylece işgal güçlerinin yüzde 80’lik kısmını bu iki emperyal güç tek başlarına meydana getirmiş oluyor. Türkiye ise 1790 askerle 8. büyük askerî güç olarak işgale katılıyor. Türkiye, 2002 ve 2005 yıllarında ISAF’ın genel komutanlığını üstlenmişti. Başkent Kabil’deki operasyonların komutasını ise fiilen devam ettiriyor. Ayrıca ABD’nin geçtiğimiz aylarda büyük bir saldırı başlatarak, sivil katliamına imza attığı Wardak’ın komutası da Türkiye’de.
Türkiye 28 NATO üyesi içinde Müslüman olarak işgal harekâtına fiilen destek veren tek ülke. Fakat bu Türkiye’nin Batılı efendilerine yaranmak için giriştiği ilk savaş olmadığı için oldukça tecrübeli. Daha önce, Kore’de ve Somali’de “nasıl savaşıldığını ve nasıl ölündüğünü” tüm cihana duyuran, “Cihanda Sulh” için çocuklarını kara ve sarı benizlileri katletmeye, o “çirkin derilerini” bedenlerinden soymaya azmeden büyük bir ülke; kendi derisine bakmadan.
Portekiz, Yunanistan, Slovenya, İrlanda, Moğolistan, Ukrayna gibi ülkelerin ise “100” askerden az sayıda sembolik katılımları söz konusu. ABD, bu işgal harekâtına mümkün olduğunca çok sayıda ülkenin katılımını sağlayarak, meşruiyetini artırmayı hedeflemişti.
Fakat açık olan bir şey var ki, silahlı saldırılara, operasyonel harekâta asıl katılan ülkelerin tamamı, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Kanada, Avusturalya ve Polonya’dan oluşuyor. NATO Genel Sekreterinin kendi ülkesi Danimarka ise 750 kişilik bir birlikle işgale destek veriyor. Bugüne kadar, NATO’nun “müşterek” operasyonlarında binlerce sivil, hem Afganistan’da hem de Pakistan’da can verdi. İnsansız uçaklarla gerçekleştirilen saldırılar, saldırganların nasıl bir güvenlik içinde savaş verdiğini gösteriyor. Buna rağmen bugüne kadar, kendi açıkladıkları resmi rakamlara göre 2 bin kayıp verdiler. Gerçek ise bunun kat kat fazlası.
Afganistan işgali ve Sudan’ın Darfur sorununu bahane ederek Afrika Birliği askerlerine destek adı altında Afrika’da yürüttüğü operasyonlar NATO’nun bundan sonra yapacaklarının da açık bir göstergesi. Bu tabloya bakıp, bu savaş gücünün hedefinde açıkça İslam ve Müslümanlar olduğunu söylemek için daha ne kadar ceset görmemiz gerekiyor? İki kutuplu dünyanın ortadan kalktığı, ABD’den Avrupa’ya; Rusya’dan Çin’e kadar, İslami direnişin karşısında blok halinde savaş yürütüldüğü bir vasatta, NATO’yu açıkça düşmanımız olarak ilan etmemek, kendimizi inkârdan başka nasıl izah edilebilir? Hiç kimse, Türkiye’nin ulusal çıkarlarından, reel-politikten bahsetmeye kalkmasın. Çünkü bu durum, ne ümmeti ne de bu savaşın tarafı durumundaki İslami hareketleri hiçbir şekilde ilgilendirmiyor. İlgilendirir diyenler varsa, kendisine başka bir taraf bulmasını salık veririz. Çünkü biz buradayız: NATO’nun tam karşısında!