Bir üniversite öğrencisi yaşandığı dönem dünyanın birinci gündemi olan ve bugüne kadar da çeşitli vesilelerle güncelliğini koruyan Vietnam-ABD savaşının ABD’nin yenilgisiyle sonuçlandığını ancak üniversiteye geldiğinde öğrendiğini ifade ediyor. Yetişkin olmasına rağmen bir öğrencinin bu şekilde düşünmesinin temel sebebini salt tarih öğretiminin aktüelleştirilmemesine bağlamak yeterli değildir elbette. Bununla birlikte sinema endüstrisinin de zihinleri teslim alan bir bilgi kaynağı olduğuna dikkat çekmek gerekir. ABD sinema endüstrisi Hollywood’un ABD’nin Vietnam savaşını konu alan sayısız filmlerinin -bir iki istisna hariç- hepsinin ABD askerlerinin kahramanlık öyküleriyle dolu olmasının ve genellikle ABD açısından mutlu sonun yaşanmasının böyle bir algıya neden olduğu söylenebilir.
Sinemanın var olan gerçekliği nasıl değiştirerek sunduğuyla ilgili sayısız örnek vermek mümkündür. Ortadoğulu veya Müslüman bir Arap imajının “terör”le özdeşleştirilmesinden Kızılderililerin vatanlarının “kovboy”lar tarafından yağma edilmesinin “medeniyet” maskesiyle meşrulaştırılmasına; “Amerikan ulusu”nun oluşturulması sürecinin destanlaştırılmasından “öteki”lerin hep vahşi olarak yansıtılmasına kadar tarihi çarptırmada sinemanın gücü öyle etkili kullanılmaktadır ki perdede gösterilenlerin izleyenlerin zihninde “gerçeklik” olarak neşvünema bulması pek zor olmamaktadır.
Sinemayı bu şekilde ideolojik manipülasyon aracı ve medeniyet balonu üzerinden asimilasyon, sürgün, soykırımı meşrulaştıran bir siyasetin taşıyıcısı olarak kullanmak sadece ABD’nin yöntemi değil elbette. Türkiye’de de gösterilen birçok filmin gerçeğin çok uzağında olduğunu görmek için her gün değişik TV kanallarında gösterilen tarih konulu herhangi bir filme bakmak yeterlidir. Kendi tarihi hadiselerinin öne çıkan isimlerini abartılı bir şekilde yansıtan bu bakış açısının en küçük bir özeleştiriye dahi yer vermemesi manidardır. Örneğin Hollywood, biraz inandırıcılık katmak için ve yer yer de günah çıkarmak adına özellikle son filmlerinde kimi haksız uygulamaları örtük ve kişi merkezli dahi olsa eleştirirken Türkiye’de kendi tarihini eleştiren bir filme rastlamak pek mümkün gözükmemektedir. Öyle ki eleştirmek şöyle dursun varolanı olduğu gibi yansıtmak derdinde olan filmler dahi linç kampanyasına maruz kalabiliyor. Bunun en bariz örneğini Can Dündar’ın senaryosunu yazıp yönettiği “Mustafa” belgesel-filmine yönelik tepkilerde görmek mümkün.
“Atatürk Kısa Olamaz!”
Mel Gibson’ın İskoçya’nın bağımsızlığındaki en önemli isim olan William Wallace’ın hayatının anlatıldığı kült filmlerinden Braveheart (Cesur Yürek) filminde şöyle bir sahne var: Savaşçılığı ve cesaretiyle güçlü İngiltere krallığına başkaldıran ve zayıf düşürülmüş İskoç halkını örgütleyerek destansı bir özgürlük mücadelesi veren William Wallace, büyük bir savaşın arifesinde topladığı ordunun önünde ajitatif konuşmalar yaparken, orduya katılan gönüllülerden biri şöyle seslenir:
- William Wallace bu mu? Olamaz boyu çok kısa! Wallace’ın boyu iki metreymiş!
Gönüllüler içinde güvensizlik ve inançsızlık duyguları yaratan bu serzeniş karşısında ordusu dağılmak üzere olan Wallace’ın cevabı ironik olduğu kadar düşündürücüdür:
- Evet, duydum! Bütün düşmanlarını öldürüyormuş! Kendisi burada olsaydı gözlerinden ateş saçıp düşmanlarını yok ederdi! Kıçından çıkan şimşekle onları yakardı!
Bu sahne tek başına tarihi kişiliklerin verdikleri mücadelelerin -hele ki uluslaştırma sürecinde aktif bir rol oynamışsa- yığınlar tarafından nasıl da abartılı bir söylemle destanlaştırıldığını ve doğaüstü özelliklerle bezendiğini; fetişist bir yaklaşımla “insanî” özelliklerden arındırılarak nasıl da noksansız ilahî bir figür haline getirildiğini başarıyla resmetmektedir. “Mustafa”ya yönelik tepkileri de bu bağlamda düşünmek mümkündür.
“Kurtarıcı” olarak algıladığını ilahî bir makama oturtarak tartışılmaz bir tabu haline getiren yığınların bu yaklaşımını ezilmiş toplum psikolojisiyle açıklamak mümkün olabilir elbette. Kendini tarih içinde “özne” değil, hep “kurtarıcı”ya muhtaç bir “nesne” halinde konumlandıran çaresizlikle bezenmiş yığınların bu psikolojisinin, bir tarih kutsayıcılılığını da beraberinde getirmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu psikolojinin oluşturulmasında resmi tarih tezlerinin katkısı tartışılmazdır. Öğrenim hayatı boyunca farklı düşünme imkânının yasaklandığı, özgürce tartışmanın engellendiği ve tamamıyla resmi tezlere dayalı bir tarih öğretiminin söz konusu olduğu bir vasatta “doğru”ları belirleyen tek faktör de resmi ideoloji olmaktadır. Kurgusal bir zeminde inşa edilen resmi tarih ile üretilen “doğrular” dışında hiçbir tartışmaya izin verilmemekte; bu “doğrular” yaratılan ulusa eğitim adı altında dayatılmaktadır.
Eleştirme ve sorgulama kabiliyetlerini körelten “Atatürk” merkezli bu tarih yazımı, kişi hayatını dönüştürücü etkiye sahip olan tüm resmi kurum ve organlar eliyle kutsallaştırılarak yüceltilmektedir. Böylelikle tarih, kutsanan bir lider tarafından kurtarılmış mahrum bir halk argümanı üzerinden toplumu sürekli bir minnet duygusu yaşamaya mecbur ederek “Atatürk olmasaydı…” diye başlayan dogmatik ve ajitatif hezeyanlara yataklık etmektedir. İktidar merkezli üretilen bu tarih, kurtarıcı lider tasavvuru ile adeta ipotek altına aldığı toplumun varlığını Atatürk’e borçlu olduğu düşüncesini pompalamaktadır. Bu tasavvura yöneltilecek herhangi eleştirel bir yaklaşıma şiddetle ve sonsuz minnet duygusu ile körü körüne karşı durmanın ideolojik altyapısını oluşturmaktadır.
“TC’nin Atası”nı “Olduğu Gibi” Göstermek Büyük Saygısızlık!
Cumhuriyet’in 85. kuruluş yıldönümünde, 29 Ekim’de gösterime giren “Mustafa” belgeseli, ilk günden itibaren yüz binler tarafından seyredilmiş ve hakkında en çok yazılan/tartışılan film olma özelliği kazanmıştır. Daha gösterime girmeden Turkcell’in sponsorluğunu geri çekmesiyle gündemde ön sıralarda yer edinen belgesel-film, “Selanik’ten Dolmabahçe’ye kadar Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını başından sonuna mercek altına alan, onu şablonlardan uzak olarak askeri, siyasi, insani boyutlarıyla anlatan bir film” olma iddiasını taşıyordu. Mustafa Kemal’in daha önce görülmemiş fotoğraflarına, hatıralarını yazdığı not defterlerine, yakınlarına yolladığı çok özel mektuplarına, günlüğüne, elyazmalarına ulaşılarak çekildiği söylenen belgesel, 70. ölüm yıldönümünde Atatürk’ü seyirciyle yeniden tanıştırmayı hedefliyordu. Atatürk’ten kalan eşyaların onu anlatan anıların, geride bıraktığı belgelerin, sevdiği müziklerin, söylediği sözlerin derlendiği filmde yeni kuşağın okulda öğrendiği klasik bilgilerden ve eski, siyah beyaz görüntülerden sıkılmış olacakları varsayımıyla samimi bir dil ve modern animasyon teknikleri kullanıldı. Atatürk’ün ayak bastığı her coğrafyaya giderek, doğduğu odadan öldüğü odaya dek her mekâna girerek onun hayatını yerinde görüntüleyen film, Atatürk’e dair yazılmış kitapları, yerli yabancı basını, diplomatik yazışmaları tarayıp onlardan sahici, objektif, sıcak bir hayat hikâyesi anlatmaya çalıştı. Yani külliyen “Atatürkçü” bir bakış açısı ve Atatürk’ü sevdirme amaçlı bir film olarak gösterime giren filmin senaryosu ve yönetmeni de zaten Kemalist yaklaşımıyla bilinen Can Dündar’dı.
Bütün bunlara rağmen filmde “insan Atatürk”ün anlatılmasına en büyük tepki yine Kemalistlerden geldi. Atatürkçü Düşünce Derneği, ilk beş günde yarım milyon kişinin izlediği filmi “Atatürk’ü aşağılamak isteyen liboş, işbirlikçi, şeriatçı, Sorosçu, Kürtçü ve ikinci cumhuriyetçilerin bir oyunu” ilan ederken; medyanın laik silahşörleri avazları çıktığınca Can Dündar’ı boykot çağrısında bulundular. Filmin uluslararası bir komplo olduğunu iddia edenlerden ‘Atatürk Cumhuriyeti’ni ılımlı İslam devletine dönüştürme endişesini dillendirenlere, ‘Türk ulusunun başına çuval geçirme’ operasyonu tanımlamasından PKK’ya psikolojik destek sağlandığına, Atatürk’e hakaret içerip onu kısa boylu göstermesinden Dündar’ın Fethullah Gülen cemaatine göz kırptığına kadar filme yönelik tepkiler bitmek bilmedi. Kemalist resmi ideolojinin siyasi arenadaki temsilcisi CHP de en üst düzeyden tepkisini ortaya koyarak filmin Atatürk’ün diktatör eğilimi taşıdığı izlenimi vermesine şiddetle karşı koydu. Birçok Kemalist gibi CHP liderinin de tahammül edemediği nokta Atatürk’ün yalnız ve umutsuz, kadınlara zaafı olan, gece hayatını ve içkiyi seven, günde bir büyük rakı içen, yaptıklarından pişman biri olarak gösterilmiş olmasıydı.
Linç kampanyası bunlarla da kalmadı. Atatürk fetişizminin serdedildiği tepkiler arasında ‘Türklerin simgesel Atası’na pofur pofur sigara içirterek Atatürk’ün saygınlığını düşürmek ve “Hepimizin babası”na vasat, sıradan, herhangi bir kişiden bahseder gibi “Mustafa” demek de tepki gösterilmesi için yeterli sebepti! Nitekim bu nedenlerle yapılan birkaç suç duyurusu sonrasında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Can Dündar hakkında soruşturma başlatarak “Türklerin Atası” için koruma kalkanını kaldırmış oldu.
“Türk ulusunun örnek kişisi” Atatürk’ün saygınlığını aşındırdığı iddia edilen bazı tepkilerde ırkçı söylemlerden izlere rastlamamak mümkün olabilir miydi? Nitekim filmin müziklerini yapan Saraybosna doğumlu uluslararası müzisyen Goran Bregoviç’in Ermeni asıllı olduğu iddiasıyla bunu filme çamur atma aracı olarak görenler ile Atatürk’ün karga kovaladığı sahnede Yorgo isimli Yunanlı bir çocuğun oynatılmasını Ata’ya saygısızlık olarak değerlendirenler soluğu savcılıkta almakta gecikmediler: Nasıl olur da bir Ermeni uşağı Ata belgeselinin müziklerini yapar ve bir Yunan çocuğu Atamızı canlandırır?! Buna yol açan “dâhili bedbahtlar”ın “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanuna Muhalefet”ten yargılanmaları ve bu saygısızlığın hesabının sorulması bağımsız yargımızın erteleyemeyeceği bir sorumluluk olmalı!
Mahalle Baskısı; Mahallenin Yerleşik Sakinine
Can Dündar’ın Atatürk’ün soğuk imajı yerine daha sıcak, insani yönlerini öne çıkartarak yeniden Atatürk’ü topluma ulaştırmak yönündeki ısrarlı açıklamalarına rağmen tepkilerdeki tahammül sınırlarının nasıl bir fetişist yaklaşımla yırtıldığı çok net görülebilmekte. Tıpkı William Wallace vb. tasavvurlardaki gibi uçan, kocaman, hatasız, eksiksiz, peygamber/ilah konumunda, insanüstü yeteneklerle donatılmış olarak algılanan Atatürk’ün, sigara ya da içki içmesi, yalnız-çaresiz kaldığı anların olması mümkün olamaz! Onu (Hatta şöyle yazmak lazım: O’nu) bu şekilde gösteren; bölücü, irticacı, AB’ci, ABD’ci, İrancı, Fethullahçı, Kürtçü vb. her türlü “olumsuz” sıfatı aynı anda taşıma becerisine sahip bir düşman olabilir ancak!
Linç kampanyasına katılanlar Atatürk’ün sigara veya içki içtiği gibi gerçek olan bilgilere itiraz etmiyor/edemiyorlar elbet. Tepkileri aslında bunların gösterilmesinedir. Çünkü Ata’nın insani zaafları olamaz! “O, sıradan fanilere benzeyemez, benzetilemez, o bizler gibi değildir!” İşte bu yüzden tanrısal bir makam atfettikleri Atatürk’ü eleştirmek şöyle dursun; zaaflarının bir kısmını yansıtmaya teşebbüs eden bir filmi linç etmek istemişlerdir. Öyle ki Can Dündar da kendi mahallelerinin bir sakinidir.
Burada “mahalle baskısı”nı ağızlarına sakız yaparak başörtüsü yasağını meşrulaştırma çabasına girenlerin asıl ellerindeki Kemalist resmi ideoloji ile; değil mahalle, tüm ülke üzerinde baskı kurdukları gerçeğini ortaya koymak gerekir. Belgeselde birçok şeyi anlatmayan ve Mustafa Kemal’in totaliter, otoriter, despot, pragmatik ve fırsatçılık gibi irdelenip eleştirilmesi gereken en önemli özelliklerini göz ardı eden Can Dündar’a bile bu şekilde baskı kuranların, kendini Kemalist olarak tanımlamayan çoğunluk üzerinde nasıl baskı kurduklarını sadece buradan bile gözlemlemek mümkün değil mi?
Filmde Yeni Bir Şey Var mı?
Kopartılan bu gürültü filmde esaslı bir sistem ve Atatürk eleştirisi olduğu önyargısı uyandırmamalı, çünkü filmin bizlere anlattığı pek yeni bir şey yok. Atatürk’ün kendi heykellerini diktiren bir diktatör olduğunu Deniz Baykal ve diğer tüm Kemalist çevre/kişiler belgeselden öğrenmiş olamazlar herhalde. Zira bu bilgi için “Nutuk”a ya da “Söylev ve Demeçler”ine şöyle azıcık bir göz atmaları yeterli olur ki, Atatürk’ün diktatörlüğünü hiç de saklama ihtiyacı hissetmediğini göreceklerdir. Belgeselde Atatürk’ün 1926’dan itibaren kendi heykellerini büyük kentlere diktirdiği, İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica’nın bu amaçla Ankara’ya davet edildiği yalın bir şekilde anlatılıyor. Yeni olmasa da ezberletilen Atatürk imajını sarsan bir içerikle bu konuya değinilmesi önemli elbet. Kendilerine sunulan/verilen hiçbir anlatıyı/bilgiyi sorgulamayan, araştırmayan; zihinlerini ideolojik manipülasyonlara teslim edenler için bu, biraz ezber bozucu olabilir.
Aynı şekilde Atatürk’ün Kürtlere muhtariyet/özerklik vereceğini söylediği bilgisinin yer almasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Filmde, Mustafa Kemal’in, 1923’te -Cumhuriyet’i ilan etmesine 9 ay kala- İzmit Kasrı’na davet ettiği dönemin ünlü gazetecilerine “yazılmamak” kaydıyla şunları söylediği aktarılıyor: “Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özellikler oluşacaktır. O halde hangi livanın (sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.” Yine çok bilinen ve Atatürk’ün pragmatik kişiliğiyle açıklanabilecek bu bilginin yer almasının, okulların filmi izlemek için öğrencileri sinemalara götürdükleri göz önünde bulundurulduğunda birçok kişinin zihninde soru işaretlerine yol açabileceği söylenebilir. Burada filmin ilk gösterime girdiğinde kimi okullarca öğrencilere tavsiye edildiği ancak tartışmaların ardından bu tür etkinliklerin ortadan kalktığını hatırlatmak gerekir. Nitekim öğrencilerini bu filme götüren kimi öğretmenlere de soruşturma açıldığını öğrenmiş bulunmaktayız.
Sinema yazarı Cüneyt Cebenoyan, “Filmin Atatürk’ü kötülediği söyleniyor. Ama aksine resmi ideolojideki o ulu ikon imajını perçinliyor. Tek farkı onu biraz daha insanileştirmesi ve sevimli kılması.” diyor. Gerçekten de filmde birden ortaya çıkan ve yükselen biri olarak gösterilen Atatürk hakkında resmi ideolojiden çok da farklı bir şey anlatılmıyor. İstisnai bir kişilik olarak resmedilen Atatürk hakkında filmden öğrendiğimiz şey neredeyse sevgilileriyle ilgili olanlardan ibaret. Ne Sovyet yardımını alması, ne diktatörce tutumları, ne Kürtlerle ilgili sözleri, ne manevi oğlunun aslında gerçek oğlu olduğu havası verilerek gayri meşru ilişkileri olduğu iması, ne günde bir büyük rakı ve üç paket sigara içmesi, ne çevresinde kimsenin kalmaması ve yalnız ölmesi ve ne de “Cahillerin seviyesine inmem!” diyerek halkı aşağılaması yeni bir bilgi değil. Aslında yalnızlığıyla daha iç burkucu bir karakter halinde sunuluyor ki bu, Cebenoyan’ın dediği gibi, Atatürk’ü kötülemek şöyle dursun tartışılamayan “ulu imgesi”ni daha bir perçinliyor.
Atatürk Fetişizmi ve Totalitarizmin İfşası
“Mustafa”ya yönelik tepkiler, filmde anlatılan ve devletin halka “kurtarıcı tek önder” olarak sunduğu Mustafa Kemal Atatürk’ün “insanî” özelliklerden sıyrılmış bir varlık olarak algılandığını ve zaaflardan uzak, adeta bir ilah konumunda yaşatıldığını açık bir şekilde göstermektedir. Elbette ki bu yeni bir olgu değil. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hayatın her alanında Atatürk’le yatıp Atatürk’le kalkmaya mahkûm edilen bir toplum içinde benzer örneklere günübirlik olarak rastlamak o kadar yaygın ki, örnek için “resmi bayram”larda düzenlenen törenlerde sergilenen görüntülere gitmeye gerek bile yok. Doğumdan ölüme kadar özellikle okullar ve askeriye eliyle resmi ideoloji ile şartlandırılmış zihinler, “Atatürk” adının geçtiği yerlerde refleksif olarak dikkat kesilmek durumuna ge(tiri)lmişlerdir ki, “koruma” adı altındaki baskıcı yasalarla da bu hâl, “kanunî” bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu noktada resmi ideoloji sahiplerinin, eleştirilmesini zorbaca bir tutumla yasakladıkları kendi “önder-kurtarıcı”larını insana mahsus bir zaaf içinde gösteren, sıradan biri olarak yansıtan, ilahî sıfatlarla resmetmeyen yaklaşımları da elbette ki hoş karşılamaları beklenemezdi.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kemalist tarafgirliğin tahammülsüzlüğünün ortaya konulmasına neden olan “Mustafa” belgeseli; eğitim hayatından spora, düşünceden duygulara, siyasetten ekonomiye, sosyal yaşamdan dini alana kadar müdahil olduğunu gördüğümüz/hissettiğimiz Kemalizm’in, sanat dünyasına da kendi resmi görüşüne hizmet ettiği sürece müsamahakâr olabileceğini anlattı bizlere. Tam da burada müzisyen Ahmet Kaya’nın bir törende yaptığı Kürtçe klip açıklaması karşısında Kemalist reflekslerini havada uçuşan kaşık, çatal, tabaklarla gösteren laik ve popüler kültür “sanatçı”ları tarafından uğradığı linçi hatırlamamak mümkün değil. Bu yöndeki benzer sonucuyla “Mustafa” belgesel-filmini Atatürk’ü tartışmaya açarak bir tabuyu sarsma çabasına vesile olmasının yanı sıra bir hakikati ve -böyle bir sonucu hedeflememiş olsa da- netice itibariyle ülkedeki totalitarizmin boyutlarını başarıyla ifşa etme işlevi gören bir yapıt olarak değerlendirmek gerekir!