Muhafazakârlık eleştirisini aslında yine muhafazakârlık üzerinden yapıyor Mustafa Kutlu son hikâye kitabı “Huzursuz Bacak”ta. Kutlu’nun kahramanı esaslı biri gibi duruyor ama bir türlü tam manasıyla kendini bir ideolojiye verememiş, dolayısıyla haysiyetli kişiliğini ideolojik düşünsel bir çerçeveye oturtamamış. Namazını kılmış biraz, maneviyat sahibi ama öncelikle kapitalist kuşatmaya karşı tavır sahibi olmaya çalışıyor. Kanaatten yana. Kendini kurtaran, davayı satıp siyasette ve ekonomide malı götürenlere mesafeli. Bu yüzden ‘iyi bir insan’ olarak onu sevebiliyorsunuz.
“Huzursuz Bacak” Kutlu’nun son yıllarda öne çıkardığı kültürel ve ahlaki yozlaşmayı işleyen hikâyelerinden biri. Ayrıca İstanbul’un güzellikleri, yaşadığı sosyal değişimle birlikte yürek burkan bir tarzda anlatılıyor. Diyorsunuz ki “Bu Kutlu gerçekten İstanbul’u seviyor!” Tabi İstanbul’un güzellikleri bir hikâyeyi ne kadar kurtarabilir, nostaljinin baskın olduğu bir anlatımdan ne kadar toplumsal çözümleyicilik beklenebilir, orayı da okuyucuya bırakmalı.
Mustafa Kutlu muhafazakâr geleneğin üretici ve sürdürücü ekolünden. Dolayısıyla birçok hikâyesinde “dava” diye vurguladığı şeyin ne olduğunu tam olarak ifade edemiyor. 80 öncesindeki İslam’a çalan ve muhafazakâr talepleri dava diye kabullenerek oluşturuyor hikâye ve kahramanlarını. Huzursuz Bacak’ta da böyle biri kahraman. Amerika’da okumuş, doktorasını tamamlamış, değişik işlerde çalışmış ve en nihayetinde memleket özlemi ağır basarak Türkiye’ye dönmüş.
Dönüşünü bir usul çerçevesinde yapıyor. Herkesi, her şeyi gözlemliyor. Ne, ne kadar değişmiş. Artık kahramanımızın bıraktığı ülke değildir buralar. Kapitalizm her şeye sirayet etmiştir. Eski “dava” adamları siyasette yükselmenin yolunu bulmuşlardır. Dernek çatısı altında dünyaya nizamat vermeye çalışan idealist adamlar patron olmuş, kapitalizmin ilkelerini sonuna kadar benimsemişlerdir.
Mustafa Kutlu’nun hikâyelerinde samimi bir şeyler var kesinlikle. Bozulmaya, yozlaşmaya direnmek isteyen naif bir damar kendini her zaman açıkça gösteriyor. Ancak Kutlu, sahici bir alternatif sunacak bir düşünce biçimine, İslami yeterliliğe sahip olamadığı için alternatif sunamıyor kahramanları üzerinden. Yozlaşmaya karşı sunduğu geleneksel yaşam ve inanç tarzlarından başka bir şey değil. Bir tekkeyi ziyaret ediyor kahraman, şeyh ölmüş ihvan ortada kalmış. Tekkenin yakınındaki mürit ise kimseye bağlanmamış, ölen şeyhin ruhundan feyz alıyormuş ama şeyh son zamanlarda pek sık görünmüyormuş.
Oluşturduğu melankolik evren, Kutlu’ya da, okuyucusuna da, kahramanlarına da işte bu yüzden şifa olamıyor, onların ellerinden tutamıyor. Kaderciliğe sürükleyen, mahkûm eden bir çaresizliğe teslimiyeti zorunlu kılıyor. “Dava”yı öne çıkaran, üniversitede hareketli bir öğrenci olan kahramanımız okul yıllarından arkadaşı olan bir hanımla randevusuna onu samimi bir şekilde kucaklayarak başlıyor. Bir an şaşırıyorsunuz. Kutlu’nun en baba tiplemesi, kayıp giden, kapitalistleşen arkadaşlarına karşı örnek bir kişilik olarak öne çıkardığı kişide mahremiyete ilişkin hassasiyet oldukça zayıf. Kendinden başlayarak örnekliği öne çıkaran bir süreç inşa edemeyince de yozlaşmaya karşı durma iddiası güdükleşiyor, içi boş bir söyleme dönüşüyor.
Huzursuz Bacak kahramanı varlıklı bir ailenin çocuğudur. Yeri gelmişken Kutlu’nun hikâyelerinde seçtiği aile tiplerinin karmaşık yapılarını hatırlatmakta fayda var. “Chef” kitabındaki tiplemeler de öyle ya da “Menekşeli Mektup”takiler de. Şöyle adam akıllı, oturaklı, İslami ya da başka bir şey, ideolojik biri yok. Kaçak güreşiyor sanki Kutlu, ya öyle adamlar tanımıyor, hayata ilişkin gözlemleri zayıf ya da bilerek orada duruyor ki bu da son derece problemli bir durum. Bu hikâyede de doktor baba ile arkeolog anne ilginç kişilikler. Annenin ailesi kökten problemli, kendisi gibi. İslami, ahlaki bir çerçeveye sahip değil. Sıkıldığı için evi terk edip başka biriyle evlenen bir anneye sahip kahramanımız. Baba kuru muhafazakâr. Profesör olmuş bir hekim. Hayatı çalışmak bir de çiftlikleriyle ilgilenmekle geçiyor.
Geçim sıkıntısı çekmeden büyüyor kahramanımız ve kendisini işe almak isteyen arkadaşlarını piyasaya teslim olmakla suçluyor. Onu üniversiteye almaya söz veren babasının arkadaşı rektör de 28 Şubat’ın hassas günlerinde işe alma sözünden cayıyor. Bu arada 28 Şubat’ı öyküde işaret eden Mustafa Kutlu’yu tebrik etmeliyiz. Öykü kahramanı, çevreyi gözlemleyerek gittiği üniversite yolunda okul önünde bekleşen başörtülü kızları görür. Daha önceki fotoğraflarından hatırladığı yağmurun altında birbirlerine sokularak bekleşen bu başörtülü öğrencileri görünce kahramanın içi burkulur ve o kızların bir yıldır o okul önünde bir anıta dönüştüğünü düşünür ve “Tarih bunu yazacak!” der.
Ama o kadar işte. Derinlemesine bir tahlil ya da kurgudan kaçınır yazar. Çünkü onun “dava”sını temellendirecek nitelikli bir altyapısı yoktur. Ayrıca hikâye boyunca İstanbul’un güzellikleri, mimarisi ya da tarihi bağlamında sıkça “Türklük” vurgusunu öne çıkarır Kutlu. Dışarıdan gelenlerden pek hazzetmez. İstanbul’un dokusunu kutsallaştıran Yahya Kemaller anlayışına bağlıdır ve din iman deyince bu kutsal dokuyu algılar en evvel.
Siyasetçilerin “nitelikli” bir adam olarak kendisine yaptığı teklifi reddeden kahramanımız bozulmamış bir alan olarak babadan kalma çiftliğe çekilir. Aslında o bunu bilinçli bir karşı koyuş olarak değerlendirse de hali vakti yerinde bir adamın hayattan çekilişini de bu tercihte rahatça görebiliriz. Yetersiz de olsa bir alternatif olarak tüketim ekonomisi yerine “kanaat ekonomisi”ni savunacak bir kitap, bir tez oluşturma idealini de zihninde tasarlar.
Okunup biten her hikayesi gibi biraz nostalji, biraz hüzün çokça hiçlik bırakıp çekiliyor “Huzursuz Bacak” da aramızdan, çabucak tükeniyor, sahici bir işarette bulunamadan.