Ortadoğu’da yaşanan son gelişmeler ve intifada süreçleri birçok şeyin yanında aynı zamanda Müslümanların gündemle ilişkilerinin zayıflığı, eksikliği hakkında da önemli ipuçları verdi. Müslümanların Türkiye’de bağımsız bir İslami kimlik oluşturma sürecinin başından beri “gündem” konusu zaman zaman tartışılmakta. “Bizim gündemimiz ne olmalı?”, “Gündemi kim belirliyor?”, “Egemenler/emperyalistler yapay-suni gündemlerle Müslümanları ve toplumu oyalamaya mı çalışıyorlar?”, “Cahili sistemden kaynaklanan sorunların ortaya çıkardığı gündemlere mecbur muyuz?”, “Müslümanlar geçici gündemlere takılıp kalmamalı!” gibi sorular ve yargı ifadeleri ışığında değerlendirmelere tabi tutuldu. Sayısız İslami oluşum, çevre, yazar, düşünce adamının varlığına rağmen konunun esaslı bir şekilde ele alınıp ortaya konulduğunu söyleyemeyiz. Şablonik yaklaşımlar ve üzerinde yeterince tartışılmamış kalıp ifadelerin uzun yıllar boyunca tekrarıyla bugünlere gelindi. Vakayı gerçekçi düzlemde ele alıp, eleştirel düzlemde dile getirilenler ise hep bazı maslahatlar gözetilerek fazla açık tutulmamaya çalışıldı.
Mücadele Varsa Gündeme İlgi de Vardır!
Gündem üzerinde konuşmak, gündemi etkilemek, gündem belirlemek hayat hakkında, yaşanan üzerinde Müslümanca iz bırakma çabasıdır. Dolayısıyla meselenin ihmal edilebilir ya da hafife alınabilir bir boyutu olamayacağı gibi tersine ciddi, sürekliliği olan derinlikli çabalar içerisinde olunmalıdır. Eğer Türkiye Müslümanlarının geçmişten bugüne bu konuda ciddi zaafları, yetersizlikleri var ise hatta çoğu zaman yok hükmünde bir pratikten uzaklık içerisinde iseler bu durumun nedenleri üzerinde de kafa yorma mecburiyetimiz bulunmaktadır. En azından İslami mücadele iddiası olanlar bunu yapmak zorundadırlar.
Sorunları ve nedenleri açık ve net bir şekilde konuşmanın, muhtemel bazı sıkıntıları beraberinde getireceği bir vakadır. Örneğin İslamcıların geçmiş süreçlerini ve bugünkü hallerini eleştirme bazı insanlarda umutsuzluk, moral bozukluğu, hayal kırıklığına yol açma gibi olumsuz durumlar ortaya çıkarabilir. Ama yaşananlar karşısında acı veren suskunluklar, tepkisizlikler ya da fahiş hatalarla malul değerlendirmelerin riski çok daha fazladır. Yaşadığımız coğrafyada esaslı bir İslami mücadelenin ortaya konulabilmesi için artık durum muhakemesinin daha kapsamlı yapılması gerekmektedir. Elbette ki durum tahlilleri yapılırken Müslümanların en küçük emeklerini dahi göz ardı etmeden kardeşlik hukukuna riayet ederek ama olgulara da lehte ve aleyhte olduklarına bakmadan sonuna kadar sadık kalarak ilkesel çerçevede değerlendirmeler yapmak gerekiyor.
Gündeme İlgi Ama Nasıl?
Bağımsız bir İslami kimlik oluşturma amacıyla ortaya çıkan Türkiye Müslümanlarının içinde yaşadıkları çağın siyaset, devlet, toplum, kültür, ekonomi, kamuoyu, medya, mücadele biçim ve araçları, kavram ve literatür gibi tüm unsurlarının modern döneme ait olduklarını en başta vurgulamak lazım. Bu durum Müslümanların İslam’ın sahih kaynaklarıyla, referanslarıyla, tarihsel süreçleriyle doğru bir ilişki kurma faaliyetlerinin yanında bu yeni durumu tahlil ve aşma noktasında da zorunlu çabalarının olmasını gerekli kılıyor. Tahlil ve aşma çabasıyla hâkim paradigmaya eklenme anlamına gelen teslimiyetçi yaklaşımları birbirinden ayırmak gerekiyor. Örneğin liberal tezlerle ve sivil toplumcu örgütlenme modeliyle askerî vesayete karşı çıkma ile bizatihi haksızlığa, zulme izin vermeyen ve karşı çıkılmasını emreden İslam’ın referanslarıyla örülü mücadele perspektifiyle hareket etmek birbirinden çok farklıdır. Tıpkı başörtüsü yasağına karşı çıkarken bazı kesimlerin insan hakları ve özgürlükler temelinde itiraz etmesi ile başörtüsünün Allah’ın bir emri olduğu ve İslami kimliğin bir yansıması olduğu için karşı çıkmanın tabandan tavana farklı olması gibi. Bir liberal ya da demokrat insan hakları ve özgürlükleri noktasında başörtüsü yasağına karşı çıkabilir ki, bu erdemli bir pratiktir. Sorun Müslümanların da aynı referanslarla hareket etmesidir.
Dolayısıyla eklemlenme ve entegrasyon gibi olumsuzluk hallerini yaşamamak açısından içinde yaşadığımız dünyanın tüm unsurlarına ilişkin kuşatıcı ve dinamik bir bilgi, birikim ve perspektif geliştirmek kaçınılmazdır. Bu bilgi ve perspektifi besleyip geliştirecek, diri tutacak mücadele örnekliği de beraberinde olmalıdır. Aksi durum harekete ve topluma karşı sorumsuz, bireyci aydın tarzını doğurur. Derinleşme ve bağımsız hareket etme iddialarıyla cemaat/hareket içinde örgütlü olmaktan öcü görmüş gibi korkan ve kendini aydın olarak ifade edenlerin ne kadar ciddi bir derinleşme ve cahili paradigmayı aşan entelektüel donanıma sahip oldukları ortada.
Üstelik basın yayın organlarının çoğalması, sosyal medyanın devreye girmesi, çoğalan kurumların kültürel etkinliklerinin artması sonucunda ciddi zaaflarla malul bu yeni aydın-yazar karakteri pek fazla zorlanmaksızın Müslüman kitleleri sürekli olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Hatta pek çok İslami çevre ve cemaat, grup siyasal-sosyal, kültürel gelişmeleri tahlil makamında yetkili olarak bu aydınları, yazarları gördüğünden çok rahat bir şekilde beslenebilmektedir. Okumak ya da dinlemek değil beslenmektir kastedilen. Oysa yapılması gereken toplumsal ve siyasal bir değişim-dönüşüm iddiasındaki bir hareketin aydın ya da yazarı beslemesi, yönlendirmesi, geliştirmesidir. Temel kaynaklara ve meselelere yaklaşımını, delillerini, tezlerini, perspektifini varoluşları problemli aydınlardan, yazarlardan, üstatlardan alan bir İslami oluşumun daha baştan sağlıklı kararlar alamayacağı ve istikrarlı adımlar atamayacağı açıktır.
İslami Duyarlılıkla Yaşananlara Duyarsızlık Paradoksu
Türkiyeli Müslümanların bağımsız bir İslami kimlik oluşturma çabalarının başlangıcından itibaren ‘cahiliye’ meselesine dair ortaya koydukları çözümlemeler gündem meselesine yaklaşımlarını da belirlemektedir. Mevcut siyasal-sosyal yapıdaki İslam dışı ve karşıtı unsurların tespiti ve bunlara karşı yürütülecek mücadelenin safha ve araçlarının belirlenmesi ihmal edilemez. Keza cahili sistemden bağımsız bir İslami oluşum ve mücadele olması gerektiği tezi de yapılması gerekenin istikametini belirlemesi açısından doğrudur. Ancak tezin devamında belirtilen “Cahiliyenin ortaya koyduğu sorunlara Müslümanlar çözüm bulma çabası içinde olmamalı!” sözü problemli bir mahiyet arz etti. Sisteme entegre olmama ve eklemlenmeme anlamında doğru olan bu söz sürecin başından itibaren pratikte Müslümanların hayatın dışında konumlanmalarına yol açtı. Gündeme ilişkin bilinçli bir tercihin ürünü olan bu tür bir yaklaşımın uzun soluklu bir maratonu taşıyacak kondisyondan uzak olduğu zaten belirgindi. Genç yaşlarda, sınırlı bilgi, birikim ve az sayıda kaynaktan elde edilen malumatlarla, sistem, dünya, toplum, tarih değerlendirmesi yapmadan oluşturulan hareket fıkhı ile ancak bir yere kadar gidilebilirdi. Üstelik devralınacak bir mücadele geleneğinin olmaması da tıkanıklığın derinleşmesinde rol oynadı. İslami duyarlılık sahibi Müslümanlar bugüne kadar genel kabul görmüş hareket fıkhının hayatı, yaşananları anlamlandırma ve açıklama kapasitesine sahip olmadığını görmek zorundadır. Kayıplar-kayanlar üzerine odaklı bir varoluş sağlıklı olmadığı gibi asıl olması gereken üzerinde yoğunlaşmaya ket vurucu bir fonksiyon da görebilir.
Bir Çıkılsın Pir Çıkılsın Hayalciliği
Cahiliye ve gündemle ilgili olarak ortaya konan, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in mücadele örnekliğiyle açık bir çelişki içeren bu tutum daha doğrusu tavırsızlık ve pratik dışılık neredeyse bütün İslami oluşumların 28 Şubat sürecine kadar genel karakteri oldu. Tek tek sorunlarla uğraşma yerine İslam’ın hâkim olduğu bir sistemde bütün sorunların çözüleceğini varsayan yaklaşım sadece tevhidi ya da radikal diye nitelendirilen oluşumların sahiplendiği bir çözüm değildi. Fethullah Gülen cemaati dahi benzer anlayışla hareket edip gündem konusunu pas geçiyordu. Tez bu şekilde ortaya konulduğunda artık gündem diye bir başlık açılmasını beklemek çok mantıklı olmayacaktır. Nitekim geçmiş dönemlerde yaşanan haksızlık ve hukuksuzluklara Müslümanlar olarak tavır alınması gerektiği yaklaşımı tasvip edilmeyerek “Sokağa bir kez çıkıldı mı artık geri dönüşü olmamalı!” anlayışı öne çıkarılıyordu.
Bu sözün ilk bakışta değişim-dönüşümü devrimci bir perspektifte ele alan bir içeriğe sahip olduğu zannedilebilir. Oysa ne tarihte bir kez sokağa çıkma ile gerçekleşen esaslı bir değişim olmuştur ne de Kur’an ve Hz. Peygamber’in mücadele örnekliği böyle bir pratiği bize vermekte. Bu durumla ortaya çıkan boşluğu ise İslami oluşumlar tebliğ faaliyetleri ile doldurmaya çalışmışlardır. Burada tebliğ faaliyetinin yanlış ya da hatalı bir çalışma olduğunu söylemiyoruz. Kastedilen sadece tebliğ çalışmasıyla var olan bir cemaatin eksik ve zaaflı olduğudur. Gündemle ilişkili bir mücadele pratiği esasında tebliğ faaliyetiyle birlikte olmalıydı. Bu anlamda bir önem ya da öncelik derecesi söz konusu değildir. İslami hareket hayatın bütün ünitelerine el atarak ve pratiği olan bir kuşatıcılıkla ancak anlamlı bir varoluş ortaya koyabilir. Belki de burada sorgulanması gereken bir diğer nokta tebliğin içeriğiyle ilgilidir. Gündemden kopuk, yaşananlara duyarsızlığı teorize eden bir hareket fıkhının neyi tebliğ ettiği üzerinde de düşünülmesi gerekiyor. İslami mücadelenin içinde yer alan Müslümanlar, ilkelerini yaşananlar ve gündem üzerinden tebliğ etmelidirler. Kur’an’ın Mekke döneminde nazil ayetleri izlenecek yolun nasıl olması gerektiğini açık bir şekilde bizlere göstermektedir.
Cahiliyeden kopuş demek, hayatın üniteleriyle irtibatını koparan, soyut bir tevhid anlayışı ve söylemi içerisinde olmak demek değildir. Cahili sistemin değerlerinden bütünüyle bir kopuş olmak zorundadır. Bu, tarihin her döneminde ve bütün coğrafyalar için geçerli olacak bir hakikattir. Net bir İslami kimliğe sahip olarak cahili sistem ve toplum içerisinde mücadele etmek gerçek bir kopuştur. Cahiliyeyi rahatsız etmeyecek sanal bir dünyada yaşamak zannedildiği gibi bir kopuş değildir.
Eylem Mantığından Uzak Huruç Yaklaşımı
Gündeme kayıtsız kalmayıp taleplerimizi, tepkilerimizi ortaya koyacak eylemlilik süreci içerisinde olma ile neyin kast edildiğini doğru anlamak gerekiyor. Bir kere çıkılıp geri dönmemek ya da eylemlerle illa sonuç alınıp devrime ulaşılacağı yaklaşımı doğru değildir. Açık bir şekilde ifade edilmese de bu tutum özünde ‘huruç’ yaklaşımını içermektedir. Yani bire bir tebliğ faaliyeti neticesinde kitlesellik o dereceye gelecek ki memleketin her tarafında sokağa çıkacak Müslümanlar netice alacak ve evlerine döneceklerdir. Oysa yaşadığımız çağın eylemlilik araçları ve süreçleri bu tezi yanlışlayan birçok farklılıklar içermektedir. Bu anlamda mücadele metodu, merhalecilik, mücadele araçları üzerinde çaba sarf edilerek doğru sonuçlara ulaşılabilirdi. Elbette ki, hedef ilkelerimizin hayata geçirileceği siyasal-sosyal düzenin oluşması ya da İslam’a aykırı uygulamaların, zulümlerin, haksızlıkların ortadan kalkması istenir ve son tahlilde hedef olarak ortaya konulur. Ama başarı esas ölçü değildir. Kalıcı ve esas mükâfatı verecek olan Rabbimizdir. Ve eylemlilik süreci içerisinde olmak demek öncelikle Rabbimize karşı sunacağımız bir mazerettir!
Gündemi Aşarken(!) Gündem Dışılığa Saplananlar
Gündeme kayıtsız kalan cahiliyeden kopuş teorisi bütün olup bitenleri küçümseyen, basit ve kurgusal gören bir tavrı da beraberinde getirdi. Yaşananların gelip geçici olduğu, yarına kalmayacağı, dolayısıyla Müslümanların daha büyük ve kalıcı işlerle uğraşmasının daha doğru olacağı iddiası neredeyse İslami oluşumların çoğunun kabul ettiği bir olgu haline gelmiş durumda. İlk etapta mantıklı ve haklı gibi görünen bütün sözler belli oranda ayartıcı fonksiyon görürler. Doğrudur bütün yaşananlar geçicidir ve sürekli farklı gelişmeler yaşanacaktır. Oysa bir Müslüman açısından yaşananların geçiciliği tavırsızlık ve kayıtsızlık doğurmamalı. Çünkü bizler dünyada imtihan oluyoruz, herkes içinde yaşadığı hayatın koşulları içerisinde bir imtihana tabidir. İmtihanı geçmek için öncelikli şart sınava girmektir. Doğru tespit, tahlil, perspektif, talepler ve çözümlerde ısrar etmek ise performansa bağlı olarak sınav içinde ortaya çıkacaktır. Daha kalıcı büyük projeler üretimi içinde olunmalı iddiası ise içi boş, gerçeklikle alakası olmayan ham hayallerdir. Allahu Teâlâ öncelikli olarak bizlerden bir medeniyet inşa etmemizi istemiyor; yaşadığımız hayatı kulluk bilinciyle donatmamızı ve salih amellerle ıslah çabalarımızı çoğaltmayı emretmektedir.
Laf Çok Lakin Pratik Yok
Geçmişte eksik ve hatalı mücadele metotlarından kaynaklı gündemi ıskalayan, yaşananlara duyarsızlık içeren hal 28 Şubat sürecinde birçok İslami cemaatin olumsuz anlamda değişmesi, hedeflerinde revizyona gitmesiyle farklı bir içerik kazandı. Darbe sürecinde siyasal ve toplumsal değişim iddiasını kaybedenler en nihayetinde AK Parti’nin iktidar süreciyle birlikte daha bir pasifizm içerisine girdiler. Kimi, yapılması gerekenleri hükümetin yaptığı yaklaşımından hareketle ‘apolitik’, şimdiye kadar yürüttüğü faaliyetlerini sürdürmeye devam ederken kimisi de bir hareket olma çabasından uzaklaşıp sivil toplum faaliyetleri ekseninde büyüme, kişisel gelişim çalışmaları, kültürel etkinliklere ağırlık verme yolunu tercih etti. Siyasal-sosyal süreçler nezdinde etkili olma ise ancak lobi faaliyetleri kapsamına alınmış durumda. Bu olumsuz değişmeyi kabullenmeyip eleştirel tutum takınan bazı Müslümanlar ise ilkelilik adına daha fazla içe kapanmayı, olguları tahlil noktasında körlük derecesinde, insaf ve adalet sınırlarını zorlayan yaklaşım içinde bulunmayı tercih ediyorlar. Son tahlilde iki tutum da siyasal-sosyal gelişmelere karşı kayıtsız kalan yaklaşımda buluşmuş oluyor.
Muradımız tevhidi duyarlılık hassasiyetine sahip insanlarla sisteme entegreyi doğuracak olumsuz değişim süreçleri içerisinde olanları aynı kefeye koymak değildir. Örnek olayla meramımızı izah etmeye çalışalım: Hükümetin NATO Radar Üssü’ne izin vermesine Müslümanlar haklı olarak eleştirilerde bulundular. Hatta sınırlı da olsa bunu protesto eden eylemlilikler ortaya konuldu. Oysa tevhidi duyarlılık sahibi bazı Müslümanlar bu eylemleri yeterli bulmadıkları halde herhangi bir eylem de ortaya koy(a)madılar. İşte sorun budur. Savrulmalara ve olumsuz değişmelere karşı olmak için doğru tavrı ve eylemlilikleri, şahitliği ortaya koymak gerekiyor. Aksi durum sadece muhataplar nezdinde inandırıcılık etkisi olmayan yıpratma ve iç karartmadan başka bir işe yaramayan sürekli eleştiri hali sadra şifa olmaz.
Mücadeleden Uzak Postmodernist Tavırlar
Cemaatlerin zaman zaman doldurdukları alanları terk etmesi bazı yeni aktörlerin devreye girmesine yol açtı. Bazı gelişmelerle ilgili aktivite içerisinde olan lümpen karakterde hareketlilikler ortaya çıkabiliyor. Liberal ya da sol öykünmeyi fazlasıyla yaşayan bireysel-aydın tavırlardan da destek alan bu eylemlerin İslami mücadele perspektifiyle alakasının bulunmadığını belirtelim. Müslümanların mücadelesinin ilkesel ilk şartı onun İslamiliğidir. Doğru ve sahih bir din anlayışı, nebevi ahlak ile kuşanmış Müslümanların birlikteliğini ifade eden bir cemaat anlayışı ve ilk elde medyatik şovlara sırt çeviren bir takva öncülüğünü içerir. Kendinden ve söyleminden eminlik içeren Müslümanca bir özgüven, siyasal ve toplumsal alanda topyekûn değişim hedefine odaklanır. Cahiliyenin sağına ve soluna bakmadan her türlüsüne karşı çıkan bir zindeliğin ortaya koyduğu çabalar ancak anlamlı ve İslami mücadele sınırları içerisinde değerlendirilebilinir. Ne olduğu, neye hizmet ettiği, ne için ve kimlerle yapıldığı, hangi referanslara sahip olunduğu belli olmayan eylemliliklerin İslami mücadele kategorisi dışında değerlendirilmesi gerekiyor.
Olumsuz pratikleri ortaya çıkaran daha önemli tehlike ise hegemonyanın yapısında meydana gelen esaslı değişim sürecidir. Daha modern dönemin siyasal, sosyal, toplumsal, kültürel, ekonomik yapısı tam anlaşılmadan karmaşık, sofistike yeni bir döneme giriliyor. Araçların, kurumların, mekânların, literatürün, tanımların yeniden oluşturulduğu ve anlamlandırıldığı bu süreç de tıpkı geçmiş dönemlerde olduğu gibi Müslümanlar üzerinde etkili olabiliyor. Müslümanca bir yaşam mücadelesinin dünden daha fazla bir emek, çaba, bilgilenme, pratik, cemaat birlikteliği ve dayanışmasını gerekli kıldığını söylemek durumundayız.
Riski Azaltmanın Yolu
Anlaşılabilir bir eleştiri olarak gündeme fazla takılmanın insanların yetişmelerini engellediği iddiası bir ölçüde haklılık payı taşıyor. Neticede siyasal-sosyal gelişmeler leh-aleyh ilişkisi doğuracak bir süreçtir. Bu da iç tartışmalara, farklılıkların ortaya çıkmasına, içeriden bazı insanların farklı görüş ve pratiklere kaymasına yol açabilir. Bunu da hiçbir cemaat arzu etmez. Yalnız bu riski engellemenin yolu gündemden kaçmak değildir. Sanal, mücadele içerisinde elde edilmemiş bir birliktelik zaten ciddi bir pratiğin dayatması karşısında derin tökezlemeler yaşayacaktır. Nitekim 28 Şubat sürecinde cemaatlerin yaşadığı süreç bir boyutuyla bunu ifade ediyordu. Son derece “devrimci ve radikal” cemaatler ve müntesipleri sistemin baskıları karşısında asla ‘teori’lerine uygun bir performansta bir mücadele örnekliği ortaya koyamadılar. Samimiyet ve duyarlılık açısından değil mücadele tarzı ve pratiği açısından saksıda büyüme tarzı ilk ciddi karşılaşmada yenildi. Bu dönemde darbecilere karşı çok da yaygın ve sürekli olmayan eylemlilik sürecinde adeta şifa niyetine sürekli olarak yaygın bir şekilde dile getirilen “Bu iş eylemlerle olmuyor!” sözü de Müslümanların gündem ve eylem geleneğinin zayıf olduğunun somut ifadelerinden biri oldu. Zaten gündemle ilişkisi pek olmayan, yaşanan sorunlara ilişkin tavır zayıflığı olan kitleler hepten bir pasifizm içerisine girdiler.
Onun için gündemle ilgilenmenin riskini azaltmanın yolu eğitim süreçlerine ağırlık vermek, doğru ve kapsamlı perspektifin muhataplarda derinleşmesine çalışmak, mücadele örnekliklerini artırmaktan geçer. Gerçek ve sahih birliktelikler imtihan süreçlerini yaşamak ve kazanmaktan geçer. Zihinsel ve donanımlı Müslümanlar olmanın yolu dahi bu mücadele süreci içerisinde daha fazla efor sarf etmekten geçer. ‘Kalıcı ve derinlikli’ bilgileri elde etmesi istenen insan mücadele alanından, hareketten çekilerek yetiştirilemez. Ruhsuz ve de malumatfuruş kişilikler İslami mücadelenin insan tipolojisini yansıtmaz. Derdi, davası olan, içi yanan Müslüman şahsiyetlerin bilgilenme süreçleri ancak sadra şifa olacak teori-pratik kazanımlar sağlayabilir. İnsanların ayağının kaymasını engellemek için daha ‘dinî ya da ilmî’ eğitim ve çalışma süreçlerine yoğunlaşmayı sağlayarak korumaya çalışmak demek, geçmiş hataların tekrarı demektir. Hareket tabii ki risk barındırır; hata ve yanlış yapma ihtimali içerir. Bundan kaçınmanın yolu olarak ortaya konulacak hareketsizlik ilk bakışta hata yapmamayı sağladığı izlenimini verebilir. Oysa bizatihi hareketsizliğin kendisi hatalıdır, yanlıştır. Çünkü yaşam emaresi dahi gösterilmemektedir.
Başkalarının belirlediği gündemlere takılıp kalma, rüzgârın önündeki yaprak gibi her gün bir şeylerle uğraşıldığı eleştirisi de ciddiyetten ve sorumluluk duygusundan uzak yaklaşımlardır. Bu iddia sahipleri, Kur’an’ın müşriklerin iddialarına, gündemlerine cevap veren, onların içi boş söylemlerini ifşa eden ayetlerini nasıl okuyorlar acaba, anlamak mümkün değil. Bir şeyler yapmaya çalışan Müslümanları adeta bilgelik abidesi moduna girerek eleştirenler örfümüzde yer edinmiş olan “Yapmıyorsan bari sus!” ilkesini de çiğnemiş oluyorlar.
Gündemlere takılıp kalma eleştirisi ile küçümseyen tavır özü itibariyle aynı kaynağın ürünüdür. Bütüncül bir perspektife sahip İslami mücadele oluşturma derdi olanlar asla siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel gelişmeleri görmezden gelemez, basite indirgeyemez. Yeryüzünde adaleti ikam etmekle görevli her Müslüman hak ve adalet ölçüsünden uzak her söylem ve pratiğe karşı eliyle, diliyle, kalbiyle mücadele etmek zorundadır. Neden aktif tavır almayı küçümseyen, hafife alan yaklaşım Müslümanlar arasında yaygın anlamak gerçekten mümkün değil. Önde gelen bir ağabeyin, yazarın, üstadın, akademisyenin bir eyleme katılması, etkinliklerde rol alması adeta zül addediliyor. Ne kitle bu tavrı sorguluyor ne de üstad-ı azamlar. Oysa üstatlık her anlamda kitlenin önünde olmaktır. Belki de bu tarz, sıklıkla eleştirilen ‘Osmanlı tecrübesi’nde baskın yer tutan şatafat, unvan, avam-havas hastalığının günümüze yansımasıdır. Halk arasında kimi durumları ifade etmek için kullanılan “Ağır ol, molla sansınlar!” sözüyle bazı Müslümanların tavır ve davranışlarının aynı olması son derece manidar.
Ashabıyla Birlikte Yürüyen Hz. Peygamber’in Örnekliği
Bizleri aydınlatacak örneklik Hz. Muhammed (s)’in örnekliğidir. Ciddi bir güç değillerken dahi Kâbe’ye yürüdüklerinde sahabenin “Anam-babam sana feda olsun ya Resulullah!” diye hitap ettiği Allah’ın elçisi de onların arasında idi. Geceleri birlikte Kur’an talim ettikleri, namazı kıldıkları sahabeyle birlikte taşlanıyor, itilip kakılıyor, hakarete ve eziyete maruz kalıyordu. Acaba sahabe ‘düşüncesizlik’ edip Resullulah’ı Daru’l Erkam’da bırakmayı mı unutmuştu? Ya da -hâşâ- Hz. Peygamber eyleme katılarak hafif mi davranmış oluyordu. Asla böyle bir şeyden bahsedemeyiz. İslami mücadele içinde olmak ve şartlarını yerine getirmek bütün müntesipleri için geçerlidir. Öncülerin bu bağlamdaki rolü iki adım geri değil, tanımdaki gibi önde olmaktır. Mekke’den kopuk bir Daru’l Erkam’ın, Mekke’nin günahkâr sokaklarından bağımsız bir tebliğ ve davet faaliyeti olmadığını hem Kur’an’ın birçok ayetinde hem de Hz. Muhammed (s)’in siyerinde açık bir şekilde görmekteyiz.
Kur’an-ı Kerim bizlere hayatın içerisinde nasıl bir mücadele perspektifiyle var olacağımızın ilkelerini ortaya koymaktadır. Cahili sisteme ve gündemine bazen temelden ve köklü bir reddedişi açık bir şekilde ortaya koyar, bazen kısmi düzeltmelerin yapılmasını emreder, bazen de o toplumun gündeminde olmayan bir konunun gündeme getirilmesini ister. Bu üçlü yaklaşım bugün de Müslümanların içinde yaşadıkları cahili sistemde göz önünde bulundurmaları gereken temel yaklaşımdır. Hikmet, basiret ve feraset içerisinde Müslümanlar Kur’an’ın toplumsal ve siyasal yapıyı değiştirici mahiyeti üzerinde yeniden tefekkür etmek durumundadırlar.
Gündeme duyarsız kalmamak için öncelikle niyetin olması, gündemi değerlendirebilecek bilgi, birikim, perspektif ve mücadeleyi yürütecek örgütlü bir organizasyonun, cemaatin olması gerekiyor. Dönemsel ya da istikrardan uzak bir gündem ilişkisi değil; gerçek bir toplumsal ve siyasal değişim için hedefe kilitlenmiş, olup bitenlere duyarlı, egemen güçlerin gündemlerini boşa çıkarıcı zindelik içerisinde olunması gerekiyor. Gündem değerlendirmesi yapmak meselenin birinci basamağını teşkil ederken, gündeme ilişkin tavır belirleme ise sonraki merhaleyi oluşturmaktadır. Birçok Müslüman ve grubun daha birinci aşamada tıkanıklık yaşamasının bilgi, birikim, perspektif ile direkt irtibatı olduğu vakadır. Ama en az onun kadar önemli olan diğer boyut ise yaşadığımız coğrafyada gerçekten İslami mücadeleyi yürütme azminde bir hareketin olup olmadığıyla ilgilidir. Varmış gibi davranmak bir dereceye kadar işlevsel olabilir. Ama bu durum asla gerçek bir İslami mücadelenin yerini tutamaz. Gündemi doğru tahlil edecek, gelişmelere karşı duyarlı, dört başı mamur bir İslami mücadelenin var edilmesi sorumluluğu dün olduğu gibi bugün de bütün Müslümanların omzundadır.