İslami uygulamalardaki ilk kurumsal bozulma/sapma nasıl ve ne zaman oluşmuştur?
İslâmi uygulamalardaki ilk kurumsal sapma; Emeviler devrinde ortaya çıkmıştır. Şûra esasına dayanan hilâfet sistemi gibi yeryüzünün tanıdığı en mükemmel bir nizâm değiştirilerek İslâm öncesi geleneğe yani monarşik saltanat sistemine dönülmüştür. Muâviye'nin vefatından önce Hz. Peygamberin yerini teslîm etmek üzere -bu mevkie hiç te lâyık olmadığı halde- oğlu Yezîd'e bîat alması ve 680 yılında vefatını müteâkib Yezîd'in fiilen hükümdar olmasıyla bu sapma tamamlanmış ve böylece zihinlerde yeni yetişmeye başlayan şûraya dayalı hilâfet fidanı bir daha yeşermemek üzere kurumuştur. Daha sonra birçok büyük hükümdarın -ki ben bunlara söylenegeldiği biçimiyle halîfe diyemiyorum, ancak hükümdar veya sultân diyebiliyorum- son derece iyi niyetle İslâm'a yapmış oldukları hizmetler, elbette ki inkâr edilemez. Ve bunların saltanat rejimini benimsemiş olmaları ne dinî konumlarına, ne de tarihî durumlarına en küçük bir gölge düşürmez. Hattâ biz, bunları; saltanat rejimini niçin değiştirmediler diye de yargılayamayız. Kısacası Ömer ibn Abdülazîz'den Sultân II. Abdülhamîd'e kadar uzanan bu çizgideki devlet adamlarını; niçin saltanat rejimini ortadan kaldırmaya çalışmadılar diye kınamak asla mantıklı bir davranış olmaz, çünkü bunların döneminde bu rejim artık meşruiyet kazanmış ve hukukî deyimiyle infacto durumu ortaya çıkmıştır. Ve daha sonra gelen bu zevatın bu müesseseyi değiştirmeye çalışmaları veya bu alanda bir faaliyet içerisine girmeleri mevcûd islâm devletinin zararına ve aleyhine olabilirdi. Ama bütünüyle vebal, bu müesseseyi meşrulaştıran ilk sorumlulara ve onların çevresinde bulunan kişilere râci'dir. Bir de bu oldu bittiyi tarihî bir vakıa olarak kabul ederek bilâhere buna kılıf uydurmaya, Kur'ânî ve İslâmi temeller bulmaya çalışan ulemâya râci'dir. O günden bugüne bu konuya hiç dokunmayan veya dokunmak istemeyen bilginlere bir şey demiyorum ama ele alıp da seri temeller bulmaya veya geçiştirmeye çalışan ulemânın da sorumluluk altında bulunacakları muhakkaktır. Nitekim ulemâ, Abbâsoğulları'nın saltanatından sonra bir daha monarşik rejimin temellerini sorgulamayacak sâdece uygulamalarına ilişkin tenkîdler yapacak veya uygulamaların İslâmîleştirilmesi alanında çaba harcayacaktır.
Son yüzyıllarda İslam dünyasında ve ümmet bünyesinde açıkça ortaya çıkan kültürel, sosyal, siyasi, ekonomik ve askeri sahalardaki çöküşü hazırlayan en önemli etkenler neler olmuştur?
İslâm dünyasının son yıllarda karşı karşıya bulunduğu kültürel, sosyal, siyasi ekonomik ve askerî alanlardaki çöküntünün nedenlerini böyle kısa bir söyleşi içinde tam olarak ortaya koymanın güçlüğü elbette ki ortadadır. Ancak hilâfetin saltanata tebeddülü ile ortaya çıkan kargaşa ve anarşi öncelikle ve sâdece siyâsî idi. Binaenaleyh, 630 yılında Yezîd'in saltanata geçişiyle başlayan bu siyâsî çalkantı kısa aralıklarla istikrar dönemleri yaşanmış olmasına rağmen 750 yılında Emeviler'in devrilip Abbâsîlerin saltanata geçmelerine kadar devam etmiş ve özellikle üçüncü hükümdar olan Harun er-Reşîd'in 786 yılında iktidara geçmesiyle sağlanan siyasî otoritenin yanı sıra devrin carî sistemleri model alınarak yeni bir siyasal yapı geliştirilmiş ve bu yapı seçkiniyle-halkıyla bütün müslümanlara kabul ettirilmiştir. Bundan sonra hâdisenin su yüzündeki siyâsî boyutu halledilmiş gibi olmuştur. Ama zamanla görülecektir ki ortaya çıkan sıkıntıların ve sapmaların temelinde her zaman için ortada görünmeyen bu siyasal yapı etkin olacaktır ve herkeste sorunu başka alanlarda aramaya çalışacaktır.
Abbâsîlerin iktidar dönemlerinin daha başlarında İslâm devletinin sınırının genişlemesi sonucunda bir yandan iç sorunlar belirirken diğer yandan da çevrede uzun asırlar yaşamış olan yabancı kültürler yeniden canlanıp müslümanlar arasında gelişme ve yayılma isti'dâdı göstereceklerdir. İlkin Emeviler devrinde ortaya çıkan bu kültürel istîlâ asıl etkinliğini Abbasîler devrinde gösterecek ve Hz. Peygamberin vefatının üzerinden daha iki asır geçmeden İslâm dünyası kelimenin tam anlamıyla büyük bir kültür bunalımıyla karşılaşacaktır. Bu kültürel bunalımın siyâsî otoritenin kurulmasından sonra belirmiş olması ise büyük bir şanstır. Zîrâ siyâsî alandaki otorite boşluğunun yaşandığı ilk dönemlerde bu kültürel hücum başlamış olsaydı belki de İslâm'ın bu kültürel hücumlar karşısında direnip ayakta durması imkansızlaşır ve kendinden önceki kitabî dinlerin akıbetine ma'rûz kalarak o da çevrede egemen olan kültürler tarafından asimile edilerek dejenereleştirildi. Her ne kadar sistemin özünden uzaklaşılsa da siyasî otoritenin sağlanmış olması bu kültürel şokun daha yumuşak ve daha sağlıklı olarak aşılması imkânını getirmiştir.
Dokuzuncu asrın sonlarına doğru kültürel bunalım döneminin aşılıp yeni sentezlere doğru gidildiği görülmektedir. Siyâsî bunalım döneminde krizin temel dinî esaslara sirayet ederek onu yoketmesi ihtimâli fukahânın ve özellikle de başta imâm A'zam Ebu Hanîfe olmak üzere mezheb imamlarının dirayetli ve gayretli çalışmalarıyla önlenebilmiştir. Kültürel şokun atlatılması ise bir yandan Kindî'nin önderliğindeki filozofların konuyu entellektüel bir mecraya çekerek dînî alanı tehdit eden bir tehlike olmaktan çıkarmaları ve imâm Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'nin dînî inançları, tehdîdkâr etkilerden korumak amacıyla sağlam temeller üzerine oturtma çabası başarılı sonuçların elde edilmesine neden olmuş ve İslâm düşüncesi ve toplumu böylece yeni bir senteze vararak tarihte eşine az rastlanan bir dinamizmi yakalama imkânı bulmuştur.
Ne var ki Gazâlî'nin, haklı olarak Aristoteles metafiziğine yönelttiği eleştirilerinin yanı sıra Aristoteles mantığını dinî düşüncenin temelleri arasına yerleştirmesi ve Aristocu tabîat felsefesinin Fahreddîn er-Râzî'den sonra dinî düşüncenin üzerine dayanması gereken bilimsel bir hakîkat olarak kabul edilip bir daha tartışma ve eleştirme konusu yapılmaması islâm âleminde doğru kabul edilen bir takım bilimsel verilerin ve yine doğru kabul edilen dinî hakîkatlarla örtüşmesi sonucunu doğurmuştur. Ve işte bu örtüşme artık bilimsel gerçeklikle ilâhî gerçekliğin ayniyyetini kabul eden geleneksel hikmet anlayışıyla da birleşince bir daha ele alınıp irdelenme ve doğruluğunu tartışma gereği görülmemiştir. Diğer taraftan Gazzâlî'nin öngördüğü biçimde Aristoteles mantığı da İslâmi ilim disiplinleri içinde yeralıp bu disiplinlerin temel dayanaklarından birini oluşturacak şekilde sağlam bir yere yerleştirilince artık geleneksel şema tamamlanmıştır. Aristoteles felsefesi ve mantığı, Galen-Hypocrates tıbbı, Euclides gemoetrisi ve Röleme (Batlamyus) astronomisinin oluşturduğu evrensel bilim, düşünce ve kozmoloji teorilerinin meydana getirdiği bilimsel gerçeklikle mutlak hakîkatın ifâdesi olan dinî gerçeklik tam bir vahdet içinde ortak bir Tanrı-Alem-insan telakkisinin gelişmesini sağlamış ve Nizamiye medreselerinin kuruluşundan sonra da bu telakkî hâkim otorite tarafından resmî görüş olarak benimsenip yayılmaya çalışılmıştır. Gazzâlî sonrası kelâmı -ki buna Müteahhirûn il-i Kelâm'ı denilmesi âdet olmuştur- bu resmî görüşü aynı zamanda bir itikadı görüş olarak ortaya koymuş ve benimsetmiştir. Böylece dinî nitelik kazanmış olan bu görüşü bir daha eleştirel gözle değiştirmeyi düşünmek bir anlamda akîdeyi değiştirmek manasına geldiğinden kimse buna cür'et edememiştir.
İşte Osmanlı'nın kuruluş döneminde bu resmî görüş hâkim idi ve Osmanlı da bu görüşü kendisi için esas alarak İslâm dünyasının büyük bir bölümüne egemen kılmayı bir görev saydı. Böylece İslâm dünyasının her tarafında mutlak doğrunun ifâdesi olan vahiy ile evrensel doğrunun ifâdesi olan bilimsel gerçekliğin tartışması yerine yeni arayışlar başladı ki bu arayışlar da tabîî olarak rasyonel alanın dışında olacaktı. Bilimsel ve dinî gerçekliğin yanı sıra mistik gerçekliğin gündeme gelmesi tesadüfi olmasa gerektir. Zâten Gazzâlî de bu sonuca varmıştı. İrrasyonel yorumların insanı rahatlatan cazibesine kapılan İslâm dünyası İbnu'l-Arabî'nin; resmî kabulü neredeyse tersyüz eden Vahdet-i vücûd anlayışı, bu mistik temayüllerin merkezi haline geldi. Daha sonra buna İran'da yaygınlaşmış bulunan işrâkî gelenekte eklendi. Zaten kapalı sistem olan Aristoteles felsefe, mantık ve biliminin tıkanması da bu mistik temayüllerin hız kazanmasında etkili oldu.
Bu arada İslâm dünyasında olduğu gibi, Arapça'dan Latince'ye tercümeler netîcesinde Aristotelisyen düşüncenin kalıpları içinde sıkışıp kalan Batı dünyası, dinî düşüncede Büyük Albert ve Saint Thomas'ın, ilmî ve felsefî düşüncede Ibn Sînâ'cı ve ibn Rüşd'çü düşünürlerin çabasıyla bu kalıptan kurtulmanın yollarını aramış ve daha çok ibn Rüşd'ün din ile bilim ve felsefeyi hakîkî yerlerine yerleştirme yöntemi sayesinde yeni bir yoruma varmış ve bu yorum da Rönesans'ın doğuşunu temin edecek olan sentezi hazırlamıştır, islâm dünyası ise ibn Rüşd'çü çözüm yerine, Gazâlî'nin mistik içerikli ve Aristotelisyen nitelikli yöntemini benimsemiştir, İslâm dünyasındaki bu gelişmelere selefiyye başta olmak üzere fukahâdan başka tepki gösteren olmamıştır. Çünkü Kelâm ve Tefsîr Fahreddîn Râzî ve Kâdî Beydâvî ile zâten Aristocu geleneğin içine girmişti. Selefiyye daha çok iyi bildikleri rivayet geleneğinden hareketle devrin egemen kültürü haline gelmiş bulunan kelâm ve tasavvufa karşı çıkarken, fukahâ bazı temsilcilerinin de aralarında bulunması nedeniyle -özellikle Gazzâlî- problemi Selefiyye gibi kökten reddederek değil zayıf ta olsa kısmen bir te'lîfçilikle çözümlemeye çalışıyordu. Nitekim Osmanlı döneminde İmâm Birgivî'nin temsilciliğini yaptığı anlayış bunun tipik bir örneğidir.
İşte bazılarını ancak belirleyebildiğimiz tüm bu etkenler birleşerek XV.yy.dan itibaren İslâm dünyasında bir tıkanmanın baş göstermesine sebep olmuşlardır. Bu tıkanma XVI. yüzyılda İslâm ülkelerini büyük bir düşünce krizine sürüklemiştir. Gittikçe donuklaşan ve kurumaya yüz tutan düşünce ve kültür hayatı XVII. asırda askerî gerilemeye ve ardından da ekonomik gerilemeye sebep olmuş ve ancak XIX. asrın sonlarına doğru bir siyasî kriz mahiyyetini almıştır.
İslâm'ın başlangıç dönemlerinde siyasî krizin arkasından gelen kültürel kriz yeni bir sentezi hazırlarken, ümmetin son asırlarında kültürel olarak başlayan kriz askeri ve ekonomik alanlara da yayılmış ve en sonunda siyasi sahayı da içine alarak kronikleşmiştir.
Görülüyor ki bu ikinci büyük bunalımın temeli ne askerî, ne siyâsî, ne de ekonomiktir. Sadece kültüreldir. Bunun için de meseleyi her şeyden önce kültürel bazda ele almak gerekir.
Günümüz İslami mücadelesine pratik katkı sağlaması açısından, Müslümanların gerileme nedenleri üzerinde durulmasını ve gündem oluşturmasını gerekli buluyor musunuz?
Elbette ki gerekli buluyorum. Çünkü ortada bir sorun varsa her şeyden önce sorunun kabul edilmesi gerekir ki arkasından çözüm arayışları belirsin. Aksi takdirde durumdan memnuniyet hali ortaya çıkar ki bu, bir esrarkeşin halinden memnuniyetinden farklı bir şey değildir. Mevcud durumdan memnun olup ta İslâm dünyasında işlerin çok iyi gittiğini söyleyen kimseler ne kadar inandırıcı olabilirler? Bu gerçeğin inkârı üzerine dayalı her çözüm, mutlaka çıkmazları da beraberinde getirir. İslâmi mücadelenin temel sorunlarından birisi ve hattâ bana göre birincisi, bu durumun sağlıklı olarak tesbiti ve ona göre en uygun çözümlerin bulunması olmalıdır. Bugünkü İslâmi hareketlerin yeterince verimli olmaması da bu konudaki tesbitlerinin veya öngördükleri çözümlerinin sağlıklı ve yeterli olmamasından kaynaklanmaktadır.
Günümüz Müslümanları tarihi süreç içinde oluşan bozulma ve gerileme nedenlerini aşabilmek konusunda ne denli başarılı olabilmişlerdir?
Başarının tesbiti çok sübjektif bir şeydir. O nedenle konuyu başarılılık veya başarısızlık açısından değerlendirmek yerine, problemin teşhîsi ve önerilen çözümlerin başarı sağlayabilecek nitelikte olup olmadığının tartışılması daha uygun olsa gerektir. Bugün İslâm dünyasında çok dinamik bir İslâm anlayışı gelişmektedir. Her şeyi yeniden irdeleyip tartışmaktan kaçınmayan bu hareket nasıl ortaya çıkmıştır? Bu hareketin ortaya çıkışında klasik ve geleneksel İslâm anlayışının bir taban hazırlamaktan öte etkisi olduğunu sanmıyorum. Aksine dünya konjöktürü ve emperyalizm oyununun ters tepmesi sonucu bu hareket teşekkül etmiştir. Bu nedenle uluslararası emperyalizm akla gelen ve gelmeyen pek çok oyunlar sergileyerek bu hareketi bastırma, sindirme ve yok etme operasyonlarına girişmektedir. Fakat trenin kalktığını çok geç fark etmiştir. Geçen asırdaki olaylar, Osmanlı imparatorluğunun dağılması ve ikisi müstesna tümüyle İslâm ülkelerinin sömürgeleşmesi olgusu İslâm dünyasındaki aydınların uyanmasında büyük etken olmuştur. Bu uyanış -ne yazık ki- o günün akademik ve kültürel merkezleri konumunda bulunan medreselerin önderliğinde gerçekleşmemiştir. Eğer Rönesans sonrası Avrupa'da ve bizimle aynı dönemde modernleşmeye adım atmış olan Japonya'da olduğu gibi, düzenli eğitim veren kurumların önderliğinde başlasaydı elbette ki bu kadar uzun, külfetli, zahmetle ve ağır bedellerle değil, daha dengeli ve verimli biçimde ortaya çıkardı. Ne var ki medrese menşe'li bazı insanların -medresenin (ki bu, resmî eğitim kurumları demektir.) önce bîgâne kalmasına, sonra da karşı çıkmasına rağmen- yaptıkları atılımlarla başlamış ve ardından medrese dışı aydınlar tarafından benimsenerek aktüel bir olay haline getirilmiştir.
Ancak bugünkü durumu hiç de küçümsememek gerekir. Önündeki iç ve dış engellere rağmen İslâmi düşünce bugünkü canlı ve dinamik haline gelmişse; bu, büyük bir başarıdır. Fakat çağın içinde bulunduğu hızlı gelişmeler ve karşıt grupların aktivitesi hesaba katıldığında henüz bir emekleme devresinde olduğunu söylemek daha gerçekçi olur sanıyorum.