Müslümanların Gerileme Nedenleri

Ahmet Ertürk

İslami uygulamalardaki ilk kurumsal bozulma/sapma nasıl ve ne zaman oluşmuştur?

Eğer "bozulma" ve "sapma" ile Kur'an'da öngörülen ve Peygamberin sünnetinde uygulama alanı bulan orijinal toplumsal yapılanmadan bir uzaklaşma kastediliyorsa, bu sapmanın öncelikle uygulamada ve kurumsal düzlemde değil, düşünce ve duyarlılıkta ve bireysel/toplumsal, yani beşeri düzlemde başladığını vurgulamakta yarar var. Ya da şöyle söylenebilir: Uygulamadaki kurumsal sapmalar, düşünce ve duyarlıktaki sapmaya nazaran tali ve tabi (bağımlı) bir karakter arz ederler.

Kurumsal sapmadan söz ederken bir kaç hususu gözden uzak tutmamalıyız. Birincisi şudur: Kur'an, çoğu zaman beşeri ilişkilerdeki en küçük ayrıntıya bile düzenleyici hüküm ve tavsiyeler getirirken katı ve nihai kurumsal çerçeve ve yapılar öngörmez. Sözgelişi, mü'minlerin Peygamber'in evine giriş çıkış adabı, kadın-erkek ilişkileri, özel akitlerde uygulanması gerekli kurallar gibi konularda birçok tavsiyeler Kur'an'da yer aldığı halde, devlet şeklinin nasıl olacağı, yargının kurumsal olarak nasıl düzenleneceği, iktisadi hayatın kurumsal çerçevesinin nasıl çizileceği vs. gibi konularda bir anayasal metnin taşıdığı bütünleyici üsluba yer vermez. Tersine, Kur'an, birçok sosyal tavır, davranış ve organizasyon konusunda belli ilkeler, espriler ve davranış ve hedefler vermekle yetinir, yapıyı bunlar üzerinde bina etmeyi ise mü'minlere bırakır. Sözgelişi, "içinizden hayra çağı­ran, iyiyi emreden ve kötüden alıkoyan bir topluluk çıksın" (Al-i İmran, 104) buyruğu ile toplumsal örgütlenişin temel hedeflerinden biri mü'minlerin önüne serilmiş, ama bu topluluğun nasıl olacağı ve misyonunu nasıl ifa edeceği şartlara bırakılmıştır. Aynı şekilde, "işleriniz aranızda danışma iledir" (Şûra, 38) yargısı ile temel bir yönetim ilkesi vurgulanmış, ama bu danışmanın biçimi ve nasıl bir organizasyon içinde yürütüleceğinin ayrıntısına girilmemiştir.

İşte bu hedef ve ilkelerin Müslümanların bireysel ve toplumsal davranış ve tercihlerine yön vermedeki etkinliğini az veya çok yitirmesi, bunun yerine çeşitli şekillerde kişi, zümre, cemaat, tarikat, devlet, kabile veya ırk menfaatlerinin ön plana geçmesi, uzun vadede bütün bir hayat tarzını ve ilişkiler sistemini dönüşüme uğratmıştır.

İkinci olarak, kurumsal sapmaların ne zaman ve nasıl başladığını araştırmakla ister istemez tarihin ve tarihçinin alanına girmiş ve bu alanın kendine özgü problemleriyle yüz yüze gelmiş olursunuz. Vakıaların sebep ve neticeleriyle birlikte tesbiti anlamındaki tarih bilimi, aslında bugünü anlama ve yorumlamanın da anahtarını verecektir, İslam tarihi ise, kendi düşünsel ve pratik geçmişleri üstünde düşünen müslümanlar için daha çok bir geçmişi yeniden yaşama ve tekrarlama alanı olmaktadır. Günümüz Müslümanlarının siyasi ve fikri konumları, daha çok tarihsel kategorilerin uzantısı durumundadır. Bunda İslam tarihinin salt bir durum tesbiti ve tahlili değil, aynı zamanda zımnen veya zahiren bir durum alış olarak da görünmesi rol oynamıştır. Ve bu anlamda bir değil, birden fazla İslam tarihi vardır. Geçmişten gelen her fikir çizgisi, kendi tarihini de adeta kendisi yapmıştır. Daha doğrusu, bu her çizginin bugünkü uzantıları, kendilerine ait bir tarih bulabilmektedirler. Sadece sebeplerin ve neticelerin değil, vakıaların bile tartışıldığı bir sahneye adım atmak, tabii olarak, bu "çatışan tarihlerin gerilimli dünyasına atılmak demektir: Ne geçmişte, ne de günümüzde bu çatışmalardan bir düşünce zenginliği üret­mek, ya da geçmişteki çatışmaları geniş ufuklu, zengin birikimli, çok renkli bir mirasa dönüştürebilmek sağlanamadığı için, geçmiş, yaşandığı andaki dramatikliği ile aynen yeniden yaşanmaya veya hissedilmeye çalışılmaktadır.

Bu nedenle, kurumsal sapmanın geçmişini incelemeye çalışırken, uygulamadaki kurumsal sapmalara belli bir tarihsel başlangıç noktası tesbit etmek yerine bu sapmaların tümünü içine oturtabileceğimiz bir tarihsel yaklaşım oluşturmaya çalışmak, daha yararlı olacaktır. Ancak bu şekilde, biraz önce değindiğimiz "kısır yeniden üretimin kıskacına girmekten kendimizi kurtarmış olacağız.

Bu yaklaşıma bir başlangıç noktası şu olabilir: İslam tarihindeki ilk bölünme ve çatışmaların Peygamber sonrası toplumsal yapının alacağı şekil ve çerçeveye ilişkin görüş farklılıklarından çok, mevcut yapıya kimin (hangi kişi, grup veya kabilenin) hükmedeceğinden doğmuş olması ve tarihsel kurumsal sapmalardan çok daha başka yerde olduğunu göstermektedir. Kurumsal sapma sadece bir neticedir ve asıl dramatik tecrübeler, kurumsal plandan çok bireysel (ve zihinsel) planda yaşanmıştır. Uzun vadede sade insan zihnini bulanıklaştıran ve giderek bir masal ve efsane dünyasına mahkum eden itikadi bozulma, her ne şekilde olursa olsun hükmetme mevkiini elde etmeye zorlayan iktidar hırsı ve belli bir doktrinal tercihe yaslanarak buna katılmayanları çeşitli şekillerde dışlayan bir zihinsel hegemonya, çoğu zaman açık biçimde ortada görünmeyen, ama toplumu içten içe çürüten asıl sapmanın üç önemli boyutunu oluşturmuştur. Bu sapma ise, toplumsal ve kurumsal planda, toplumun bütün mensuplarının ortak hedef ve ideallere aktif şekilde katılımını engelleyen katı bir bürokratik/hiyerarşik yapı (Weberian anlamda değil, bir yönetim kastı anlamındaki bürokrasi) ile toplumun veya temsilcilerinin geniş tabanlı mutabakatından çok, hakim aile veya sülalenin gücüne dayanan otoriter bir idari ve siyasi mekanizma şeklinde yansımıştır.

Ama yine tekrar edelim ki bu oluşumlar, öyle birdenbire, sözgelişi devlet yönetiminin şeklinde ve yönetici sınıfın kimliğindeki sancılı bir değişmenin hemen ardından ortaya çıkmış değildir. İbn Haldun'a kulak verirsek bu değişmenin şehirleşme ve medenileşme boyutunu da göz önüne almak zorunda kalırız. İbn Haldun "asabiyyetin zayıflaması olarak tanımladığı "devleti koruyanların hakimiyet, kudret ve kuvvetinin azalmasının "devlette kudret ve ululuğun şahıslarda toplanarak nimetler ve refah vasıtalarının son haddini bulması" ile bağlantılı olduğunu belirtir (bkz.: Mukaddime, Cilt l, s. 426-427). Ama galiba bu konudaki en özlü tasviri yine Mukaddime'de, İbn Haldun'un naklettiği şairin şu beytinde buluruz: "Biz, dinimizi parçalayarak onun parçaları ile dünyamıza yama vuruyoruz. Bundan dolayı(dır ki) hem dinimizi hem dünyamızı kaybediyoruz." (A. g. e., s. 526).

Son yüzyıllarda İslam dünyasında ve ümmet bünyesinde açıkça ortaya çıkan kültürel, sosyal, siyasi, ekonomik ve askeri sahalardaki çöküşü hazırlayan en önemli etkenler neler olmuştur?

Zamanın ve değişen toplumsal ve beşeri şartların erozyon etkisine maruz kalan her toplum, buna karşı "cevap mekanizmalarda sahip olmak zorundadır. Toplumun asli kimliğini oluşturan temel sistem ve dünya görüşü tercihi çerçevesinde kalarak oluşturulacak bu "cevapların, toplumun siyasi, sosyal, ekonomik ve askeri organizasyonunun değişen şartlara ve ihtiyaçlara ve toplumun tabii gelişme trendine intibak etmesini sağlar, işte sorun tam da burada ortaya çıkmaktadır: Bu cevap ve intikab sürecinin motoru olan serbest düşünce, müşavere ve tartışma ortamının zayıflaması ve bunun, konumları icabı bu süreçten rahatsız olan hakim otoriteden ayrıştırılamaması. Artık klasikleşmiş örneklerle konuşursak, aydınların siyasi ve sosyal otoriteden bağımsız olarak düşünce faaliyetini icra edememeleri, yukarıda değindiğimiz "cevap mekanizmaları"nın işleyişini tıkamış ve zaman içinde belli kalıplarının oluşmasına yol açmıştır.

Kendi döneminin şartlarına cevap verme iddiasına sahip olan (bu iddianın ne kadar geçerli olduğu önemli değildir) tarihsel çözümlerin yahut çeşitli sosyal ve kültürel karşılaşmaların ortaya çıkardığı kaçınılmaz düşünsel ürünlerin (mesela müslümanların Hint ve Yunan düşüncesiyle karşılaşmasının getirdiği felsefi ve batini doktrinler çevresindeki düşünsel faaliyetin) bu tarihselliğini ve spekülatifliği aşıp tarih-üstü ve mutlak bir nitelik kazanmaları, daha sonraki düşünce serüvenini de vesayeti altına alan bu kalıplaşmaların temel sebebi olmuştur.

Tabii, bu sürecin daha iyi anlaşılması için, bu tarihsellikten tarihüstülüğe, izafilikten mutlaklığa yükselişin Hıristiyanlık ve Yahudiliktekine benzer bir yol izlemiş olduğuna dikkat etmemiz gerekir. Kur'an'da da sık sık vurgulanan bu süreç, ilahi vahyin din adamları veya bilginlerce beşeri idrake "tercümesi" sırasında bir "anlam ve amaç kaymasına, daha doğrusu "sapması"na (tahrifat) uğratılmasıdır. Bu saptırılmış beşeri dilin bizatihi ilahi vahyin yerini almasını Kur'an "bilginlerin ve din adamlarının Rabb edinilmesi olarak tanımlamıştır. Önce Allah'a yakın olmak ve O'nun adına konuşmak iddiası ile başlayan bu süreç, daha sonra zaman içinde bizatihi O'nda "fena" bulmak ve "o mevki'den insanlara seslenmek haline dönüşür. Bu noktada, artık beşeri yorum ve düşünceler, ilahi (aşkın) bir ton ile seslendirilmeye başlanır.

Kur'an'ın bu konuya defalarca değinmesi, sadece Peygamber'e karşı koyan Yahudi ve Hıristiyanları suçlamak için değildir. Bunda müslümanlar için de bir uyarı anlamı vardır. Nitekim aynı süreç zaman içinde Müslümanları ve İslami düşünceyi de kıskacına almıştır. "Fena fi'llah" mertebeleri, "Ene'l-Hakk" iddiaları, "Zıllul'lah fi'l Ard" makamları, "arş-ı a'la"dan konuşma (iddiası)nın getirdiği "Rabb olma ve Rabb edinme" sürecinin İslam toplumundaki karşılığıdır, işte tarihselliğin "tarih-üstü" olmaya dönüşmesi ile kastettiğimiz süreç budur. Buradan beşeri idrakin mutlak yanılgı içinde olduğu ve bu nedenle sınırlanması gerektiği anlamı çıkarılmamalıdır. Ama vurgulamak istediğimiz, beşeri idrakin ilahi vahiy karşısındaki konumunun doğru tesbit edilmemesinin mutlaka bir tahrifat ve tahribatla sonuçlanacağıdır. Bugünün birçok "gelenekçi"(!) Müslüman düşünürünün Batı'nın tanımladığı çerçeve içinde "radikal" olarak tanımladıkları Müslümanları toptancı bir yargı ile "sığ" düşünmekle itham etmeleri, buna karşılık "gelenek" olarak tanımladıkları spekülatif batini düşüncelerin "zenginliği" ile böbürlenmeleri de, yukarıda değindiğimiz tahribatla ilgili bir "yanılsamadır. Bugün "sığlıkla itham ettikleri düşünce tarzı, geçmişteki "zengin"(!) spekülasyonları Müslümanca düşünmenin dayanağını oluşturması gereken ilahi vahyin mutlaklığından ayrıştırma ve bu spekülasyonları "sahipleri" ile baş başa bırakma çabasından doğmaktadır. Yani "geleneğin zenginliği ile evrenselliği" bir kültürel miras olarak kabul etmek yerine onu insanın ilahi kaynağın mutlaklığından beslenen "potansiyel zenginliği"nin önüne konulmuş bir set konumuna yükseltmek, yukarıda değindiğimiz zi­hinsel tahribatın onarılmasının önündeki engellerden biri olmuştur.

Diğer taraftan, otorite ile çeşitli biçimlerde örtüşen formel kelam ve fıkıh ilimlerinin sade mü'minin kalbine nüfuz edememesinden güç alan spekülatif temelli batini doktrinler, otorite baskısına, şekilciliğe ve kuralcılığa karşı Müslüman halka manevi bir sığmak gibi görünmüşlerdir. Ama bu doktrinler ve bunların popülarize edilmiş biçimleri (belli törensel rahatlama araçları ile desteklenerek) Müslüman halkın zihnini ilahi vahyin mutlak zenginliğinden kopararak düşünme ve sorgulama melekelerinden yoksun hale getirmiş, bunun yerine zihinleri spekülasyonların ve hayallerin aldatıcı ve avutucu karmaşasına mahkum ederek onu taklidin, törenciliğin ve zihinsel ataletin batağına itmiştir. Meydan ise Allah da "fena" bulmuş(!) sahte "Rabblerin büyüleyici önderliklerine kalmıştır.

İslam toplumunun bugün içinde bulunduğu siyasi teslimiyet, kültürel kısırlık ve askeri ve ekonomik bağımlılık durumuna yol açan etkenler elbette daha da çeşitlendirilebilir, ama bütün bu olguların temelinde yatan ana etken, kanaatimce, yukarıda tasvire çalıştığım zihinsel problemdir.

Günümüz İslami mücadelesine pratik katkı sağlaması açısından, Müslümanların gerileme nedenleri üzerinde durulmasını ve gündem oluşturmasını gerekli buluyor musunuz?

"Müslümanların gerilemesi" teşhisi, meseleyi Batı pozitivizminin "ilerilik-gerilik" kavramları ile tanımladığı için bana pek doğru görünmemektedir. Ama burada kastedilenin, bir önceki sorunun da temasını oluşturan müslümanların ve İslam toplumlarının her alanda yaşadıkları çürüme ve çöküş süreci olduğunu düşünüyorum. Eğer böyle ise, bu sürecin nedenleri üstünde düşünmenin müslümanların bugünkü çabalarına ışık tutacağı tabiidir.

Elbette, doğru teşhiste bulunma, doğru bir gündem oluşturmanın anahtarıdır. İslam dünyasında ondokuzuncu yüzyıldan başlayarak yirminci yüzyılın büyük bölümünde devam eden fikri çabalar, çoğunlukla bu mesele etrafında dönmekteydi. Ama yanlış bir kalkış noktasından hareketle mesele ele alındığı için sonuçta yine yanlış ve yanıltıcı noktalara varılıyordu. Mesele, İslam toplumunun Batı karşısında uğradığı siyasi, askeri, kültürel ve ekonomik yenilgi olarak algılanıyor ve İslam'ın gerçekte bu yenilgiye (gerilemeye) yol açan bir faktör olmadığı ispat edilmeye çalışılıyordu. Tabii bu düşünce tarzının doğrudan veya dolaylı olarak vardığı nokta, modem toplum değerlerinin yüceltilmesi ve Müslümanların da bu değerler peşinde koşmaya davet edilmesi idi. Bu arada, modern gelişmeler karşısındaki reaksiyoner tavırların dayanağını oluşturan bazı geleneksel değerlerin modernizm adına eleştirilmesi, bu defa, bir Müslüman aydın zümresinin modernize karşıtlık adına bu geleneksel değerlere sahip çıkması sonucuna yol açtı. Yani, modernizm, çağdaş Müslüman aydının düşünsel tavrını belirleyen temel güdü haline geldi. Oysa, modernleşmenin önündeki engel olarak bazı geleneksel değerlere karşı çıkmak ile Müslüman halkı, ibadetlerin özünü kavramaktan alıkoyarak şekle ve yüzeye mahkum eden taklitçiliğin ürünleri olan bid'at ve hurafelere karşı koymak arasındaki farkın kavranması gerekirdi.

Öyleyse en doğrusu, meseleyi modernizmin ve modernleşmenin doğrudan veya dolaylı etki alanı dışına çıkarmaktır. Yani hem modernizmi, hem de gelenekçiliği (anti-modernizm) dışlayarak ancak doğru bir tavır oluşturabiliriz. Bu tavrın günümüz İslami mücadelesine "pratik bir katkı" sağlayacağı da tabiidir. Ancak bu katkının sağlıklı olabilmesi, "oluşturulacak gündemin, Batı dünyasında esen histerik İslam düşmanlığı rüzgarlarının etkisiyle, sadece bir siyasi "batı" veya "emperyalizm" karşıtlığı çerçevesine hapsedilmemesine bağlıdır. Bu motifler, İslami harekete bir dinamizm ve İslam coğrafyasındaki Müslüman halka bir "kimlik bilinci" kazandırması açısında yararlıdır; ancak bütün meselenin bu gündem içine hapsedilmesi, asıl uzun soluklu mücadelenin dayanacağı fikir temelinin zayıf atılmasına yol açacak ve İslami mücadelenin hem kendi coğrafyasında hem de daha geniş bir dünyada soyutlanmasına zemin hazırlayacaktır.

Bu zengin fikir temelinin harcını oluşturacak unsurlardan biri de, elbette, Müslümanların kendi tarihlerini sorgulayıcı bir bakışla ele almaları olacaktır, İslam dünyasının ve Müslümanların nereden nereye geldiklerini incelemek bu anlamda bir görevdir.

Günümüz Müslümanları tarihi süreç içinde oluşan bozulma ve gerileme nedenlerini aşabilmek konusunda ne denli başarılı olabilmişlerdir?

Günümüz Müslümanlarının bu "nedenleri aşabilmeleri", öncelikle, yukarıda da belirttiğimiz gibi, onları doğru teşhis edebilmelerine bağlıdır. Bu açıdan, ondokuzuncu yüzyıl ile bu yüzyılın başlarındaki müslümanlardan daha ileride olduğumuz söylenebilir. En azından onların içinde bulunduğu travmanın uzağında bulunmaktayız. Bu da bizi, o dönemde yaşamış olanlara musallat olmuş bazı marazi bakışlardan uzak tutmaktadır. Ama günümüz Müslümanlarının önünde de başka handikaplar bulunmaktadır: Dar slogancılık, sığ reaksiyoner tavırlar, politik kurumlaşmalara (devlet vb.) veya hayat tarzlarına yönelik saplantılar, modern dünyanın sosyo-politik ve felsefi mekanizmasına eklemlenme ya da bu eklemlenmeden kaçış adına batini felsefeler içinde boğulma.

Bu handikapların ne ölçüde aşılabildiğini ise bekleyip göreceğiz.