Müslümanların bugünkü halleriyle ilgili tartışmaların, sık sık gündeme gelmiş ye geliyor olması elbette tesadüfi değildir.
Geçtiğimiz yüzyılda Osmanlı Devleti'nin şahsında müslümanların başta askeri alan olmak üzere, Batı ile karşılaştıkları birçok alanda geri adım atmak zorunda kalışları İslam coğrafyasının hemen her yerinde değişik tepkilerle karşılandı.
Bu tepki sahiplerini en genelde gösterdikleri özellikler itibariyle; bir, modernistler, iki, muhafazakarlar ve üç, ıslahatçılar olarak adlandırabiliriz.
Batı karşısında uğranılan yenilgilerin sebebini, yanlış dini uygulamalardan ziyade, dinin bizzat kendisinde görmek ve çözümün ancak din-dünya ayrımı ile mümkün olabileceğini savunmak, teslimiyetçilerin temel karakteristiğini belirlerken söz konusu sonuçlara köklü tahlil ve çözümlerden uzak tepkici bir mantıkla yaklaşmak da muhafazakarların temel özelliği olarak beliriyordu.
Müslümanların Batı emperyalizmi karşısında uğradıkları yenilginin sebebini; İslam'ın temel kaynaklarından uzaklaşılmasında gören ve çözümün de buna bağlı olarak -emperyalizm karşıtlığı ile birlikte- kaynaklara dönüşte olduğunu vurgulayanlar ise ıslahatçılar idi.
Islahatçı düşünürlerin -birçok müslüman gibi bizim de katıldığımız- sorunların kökeninde; tarihi olanla dini olanın birbirine karışmış olmasında yattığı tesbiti, müslümanların hala bugün de, içinde bulundukları her tür geriliğin teşhis ve tedavisine yönelik değerli malzemeler sunuyordu.
Müslümanların "gerilik" olarak vasıflandırabileceğimiz bugünkü "çözülmüş ye bozulma" hallerini, sadece, 19. yüzyıldaki ağır yenilgi ile izah etmek elbette tutarlı olamaz. Yine aynı şekilde geçen yüz-yılki yenilgiyi sadece dış şartlarla oluşan faktörlerle izah etmek de tutarlı değildir. Ancak bunlar, "sonucu" doğuran sebepler zincirinin bir kısmı olabilir.
Bu tartışmaların 19. yüzyıldan sonra büyük bir yoğunluğa ulaşmış olması ise, işlerin o vakte kadar iyi gittiğine bir delil olmaktan ziyade uğranılan yenilginin ağırlığına bir delildir. Müslümanlar tarih boyunca birçok musibet ve yenilgiyle (Moğol istilası, Ekber Şah fitnesi vb.) karşılaştıkları ve hepsinin üstesinden şu veya bu şekilde gelebildikleri halde "son yenilgi"nin henüz üstesinden gelebilmiş değillerdir.
Bununla birlikte yenilgiyi doğuran şartların doğru teşhis ve tedavisine yönelik çabaların her gün biraz daha kuvvetlenerek artıyor olması da sevindirici gelişmelerden olmaktadır. Son dönemlerde müslümanların gündemine iyice yerleşen kaynak tartışmaları ile bugünü doğru yorumlamanın, geçmişi doğru ahlamaktan geçtiği yargısı, bu meyanda ele alınmalıdır.
Gerçekten de içinde bulunduğumuz birçok olumsuzluğun, Kur'an'dan ve O'nun hayata uyarlanışı demek olan Sünnet'ten uzaklaşmakla alakalı olduğu hiç bir şüpheye yer bırakmayacak kadar kesindir.
Resulullah'ın "yaşayan bir Kur'an" olarak başarıyla öğrettiği ve örneklediği hayatın bütün alanlarını vahyi öğretilerin kuşatması gerektiği gerçeği, O'ndan bir müddet sonra zayıf imanlı bazı insanlar tarafından uygulama alanı dışına itildi. Bunun kurumsal düzlemdeki tezahürü ise "saltanat" şeklinde oldu.
Böylece birlikte yaşama zorunluluğu ve ihtiyacı içinde bulunan insanların, işlerini –temel ilkeler çerçevesinde- danışarak yapmaları gereğinin ifadesi olan "şûra" ve onun yönetim alanındaki fonksiyonlarını yürüten "halifelik/imamet" onulmaz bir yara alıyordu.
Bugün bile ümmetin içine düştüğü felaketlerin arka planında bu ilk sapmanın derin izleri görülmektedir.
"Tuleka"dan, yani ancak Mekke'nin fethi sırasında zorunlu olarak İslam'a girenlerden olan Muaviye'nin başlattığı bu kötü gelenek, O'ndan sonra hayatın bütün alanlarında etkilerini göstererek asırlarca sürmüştür.
İslam'daki bu ilk kurumsal sapmanın gerisinde, iktidar hırsına dayalı "asabiyyet" duygularıyla yoğrulmuş cahiliyeden kalma düşünceler önemli rol oynamıştır.
İslâmi yönetimi heva ye heveslerinin, hırs ve azgınlıklarının tatmini için kılıç zoruyla gaspedenler; Kur'an'ın ve peygamberin büyük zahmetlerle yıktığı cahiliye adetleri ve duygularını da canlandırmada önemli roller üstlendiler. Kur'an'ın müslümanlar arasında sağladığı kardeşlik duygularının yerine kabile ve kavmiyet duygularını ikame etmek isteyenler; yaptıklarına meşruiyet zemini oluşturacak yeni teorik açıklamalar (tahribatlar) da yapmaktan geri durmadılar.
Şeytani emellerine varmak için ne lazımsa yapan, bu hususta hiç bir ilke ve değeri de tanımayan, adam satın almaktan işi Kur'an'ı bile hile aracı olarak kullanmaya kadar vardıran anlayışların, müslümanların itikatlarına el uzatmamış olduklarını düşünmek bir körlük olabilir.
Bu cümleden olarak diyebiliriz ki, bugün müslümanları kuşatan atalet ve tembelliğin, düşüncesizlik ve taklitçiliğin temelleri ta o dönemlerde atılmıştır.
Müslümanları hayat karşısında sorumlu ve aktif kılan Kur'an'ın muhkem ayetleri terkedilmiş, unutturulmuş; olmadı tevil edilmiştir.
Rasulullah ve onun halifelerinin hemen ardından çıkan bu karanlık tablonun görülmesini ve teşhir edilmesini sağlamaya yönelik cabalar da, türlü oyun ve entrikalarla, türlü baskı ve zulümlerle yok edilmeye çalışılmıştır.
Daha sonra gelenlerin o döneme ilişkin değerlendirme yapma ve gerçeği yakalama çabaları ise değişik mülahazalarla ortadan kaldırılmak" istenmiştir. "Sahabenin adaleti" meselesinde ortaya konmak istenen yaklaşımda bu çerçevede şekillenmiştir.
İslam tarihinin en fırtınalı dönemi olarak vasıflandırabileceğimiz hilafetten saltanata dönüşümünde yaşandığı tarihsel dönemin taraflarını oluşturan insanların arasında sahabenin hayatta olan çoğunluğu da bulunmakta ve olaylara aktif bir şekilde müdahil olmaktaydılar.
Gerek pratik, gerek teorik ihtilâfların çoğunun ilk olarak vuku bulduğu bu dönemin iyi anlaşılması, bilinmesi; günümüzün anlaşılmasında, bilinmesinde hayati bir öneme sahiptir. Zira, bugünkü bir çok ihtilafın, ayrılığın temelinde o gün oluşmuş, şekillenmiş anlayışlar yatmaktadır.
Geçmişi bilebilmekse, haklı ve haksızın, mazlum ve zalimin ayrıştırılması ile mümkün olabilmektedir. İşte tam burada gündeme getirilen "sahabenin adaleti" anlayışı, kötü etkileri bizlere kadar ulaşmış olan yanlışların üzerini örtmede kullanılmak istenen bir perde olmaktadır. Bugün bizi kuşatan yanlışların kaynağına inmeyi imkansızlaştıran bu anlayışın üzerine Kur'an nasslarıyla gitmeden sağlıklı çıkışlar yapabilmemiz mümkün olamaz.
Burada önemli bir hususa işaret etmekte yarar vardır ki, o da, "tarihi bilme" isteği ile "tarihi tekerrür ettirme" isteğinin aynı olmadığı ya da olmaması gerektiğidir. Bizim tarihe yaklaşımımızın çerçevesi bugüne fayda sağlayacak, ışık tutacak malzeme ve malumat arayışlarıyla çizilmelidir. Böyle bir çerçeveyi esas aldığımızda bugün müslümanların üzerine bir kabus gibi çöken felaketlerin sebebsiz olmadığını görür, "ahir zaman" söylemleriyle yetinmeyiz.
Bu meyanda bugün, müslümanların içler acısı hâllerinin oluşmasına ve devamına etki eden saikleri,"tavuk mu yumurta mı" sorusundan farklı olmayan, hangisinin önce oluştuğu tartışmasına girmeden, iki başlık altında toplamak: Bunlardan ilkine "itikadi sapma", diğerine "ameli sapma" diyebiliriz.
İtikadi sapma, referansları arasına Kur'an'ı ve hadisi de almakta tereddüt etmemiştir. Tabii burada ayetler söz konusu olduğunda "tevil", hadis söz konusu olduğunda "uydurma" devreye girmiştir. Bu yöntem başarıyla uygulama alanına konulduğu içindir ki, bugün müslümanların itikatları büyük yaralar almıştır. Bunlar arasında, insanları Allah'ın dinine karşı kayıtsızlığa, tembelliğe sevk eden "ucuz cennet" hayallerini, müslümanları hayat karşısında edilgenleştiren "kadercilik" anlayışlarını, kafir yönetimler karşısında etkisiz bırakan "zalim sultana itaat" itikatlarını bulabiliriz.
Aynı şekilde müslümanların bugünkü olumsuz hallerinin teorik zeminini oluşturan birçok düşünce de (mehdi, tevekkül, iman-amel ayrımı vb.) yukarıdaki maddelerin türevleri olarak hayat bulmuştur.
Bunca yanlış ve çelişkili anlayışların asırlarca müslümanlar arasında yaşatılabilmesi de; gerçeği arama ve görme çabaları olarak ortaya çıkan "düşüncenin, akletmenin" mahkum edilmesiyle olabilmiştir. "İçtihat kapılarını bir daha açılmamak üzere mühürleme gayretleri de, aynı sebeplerden sayılmalıdır.
Gerek ameli sapmalar, gerekse itikadi sapmalar tarih boyunca birbirlerini karşılıklı olarak etkileyerek varlıklarını günümüze kadar sürdürmüşlerdir.
Bugün müslümanların yeniden aziz ve üstün olabilmeleri, bozulma ve sapmaya kapı aralaması düşünülemeyecek olan "Vahyi öğretilere?" yönelmeleriyle mümkün olabilir.