Artık "Kürt Sorunu", Türkiye gündeminin ağırlıklı bölümünü oluşturmaya başladı. Sorunun, PKK terörü, Kürt ırkçılığı, feodal yapı çarpıklığı ve ekonomik olarak geri kalmışlık, bölge devletlerinin tahriki ve emperyalizmin bölgeye yönelik politikaları çerçevesinde değerlendiren çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bütün bu değerlendirilmelerin haklı olduğu noktalar yardır. Ama bizce asıl mesele bu değerlendirmelerin, çoğu zaman sorunun görünür kaynağını görememelerinde veya görmek istememelerinde yatmaktadır.
Sorunu Türkiye müslümanlarının da yeterli bir düzeyde değerlendiremedikleri de bir vakıadır. Tabiidir ki soruna yetersiz veya yanlış yaklaşımların nedeni İslam'dan değil, Türkiye müslümanlarının sağcı, devletçi, gelenekçi, kaderci kültürü uzun süre aşamamış olmalarındandır.
Fransa Devrimi ile birlikte yaygınlaşan milliyetçilik akımları çeşitli uluslardan müteşekkil devletleri zaman içinde etkilemiştir. Bu etkiden Osmanlı Devleti'ndeki uluslar topluluğu da büyük ölçüde nasibini almıştır. Yanlış ve eksik bir islam anlayışına sahip de olsa, Osmanlı Devleti gücünün önemli bir ağırlığını kendi sınırları içindeki müslüman ulusları tek bir ümmet olarak telakki etmesinden alıyordu. Batılı emperyalist devletler, Osmanlı Devletinin bozuk yönetimini sona erdirip, islam toprakları üzerinde hakimiyet kurma planlarını Osmanlı toplumunun ümmet kimliğinden arınması politikası üzerine inşa etmişlerdir. 19. yüzyılda Batı'da faaliyet göstermeye başlayan Türkoloji ve Kürdoloji Enstitüleri, bu emperyalist amaç doğrultusunda kurulmuştu.
1. Dünya/Emperyalist savaşı sonunda çok uluslu devletlerin parçalanması ile birçok ulus devlet ortaya çıktı, islam topraklar emperyalist güçler tarafından parçalandı ve gaspedildi. Bu arada Türkiye'nin İngiliz, Fransız, Yunan, İtalyan kuvvetlerince işgaline karşı tüm Anadolu halkı; Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi ile birlikte ümmetçi bir ruhla mücadele verdi. Fakat bu mücadelenin neticeleri emperyalist devletlerle işbirliğine giren Batıcı ve Türkçü kadrolar tarafından devşirildi. Sonuçta Anadolu'da, laik ve ulusçu dinamikler üzerine bir T.C. devleti kuruldu.
Anadolu'da yaşayan müslüman halklara tamamen yabancı olan bu değerler çok büyük tepkiyle karşılanmıştı. Ama bu tepkiler T.C. güçlerince Rize, Konya, Kastamonu, Erzurum olaylarında vd., Şeyh Sait isyanı'nda olduğu gibi çok şiddetli bir şekilde bastırılmıştı. Gittikçe bu ülkenin insanları, inandıkları dinin Kitabı'nı bile okuyamayacakları, diledikleri gibi giyinemeyecekleri, inandıklarını yaşayamayacakları çok gaddar bir uygulamayla karşı karşıya kaldılar. Anadolu insanını İslam'dan uzaklaştırıp, dilinden, yazısından, kültüründen koparmak ve onu laikleştirip batılılaştırmak uğruna T.C. yönetiminin verdiği mücadele belki Fransız ve İngiliz kafirlerinin işgal ettikleri islam topraklarında gerçekleştirmeye güç bulamadıkları baskılara, işkencelere, katliamlara dönüştü.
Ayrıca laik ve batıcı karakterinden dolayı yaptığı bu zulümler yanında T.C. yönetimi, taşıdığı ulusçu nitelikten dolayı sürekli olarak Türk olmayan her unsuru yıldırmak, asimile etmek amacıyla bir politika izledi. Türkiye'de T.C.'nin bu politikaları en somut olarak Kürt halkı üzerinde uygulandı. Resmi ideolojiye uygun bilimsel (!) tezlerle "Kürt" diye bir ırkın olmadığı ispatlanmaya çalışıldı. Dağdaki Türklerin karda yürürken çıkardıkları "kart-kurt" seslerinden "Kürt" isminin doğduğu tezi ileri sürüldü.
Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Kürtlerin yaşadığı bölge, doğal olarak "Kürdistan" ismiyle adlandırılmıştı. Ve islam toplum yapısı içinde bir ulusun yaşadığı bölgelere o ulusu çağrıştıracak bir isimle hitap etmek hem doğal hem de İslami bir haktı. Türkiye'de Türkçü, laik-Batıcı değerlere dayanarak egemenlik kuran T.C. rejimi bu hakları gasbetti. Türkiye Kürdistan'ının adı önce "Şark Vilayeti" sonrada "Güneydoğu Anadolu Bölgesi* olarak değiştirildi. Bölgede dağlar, yollar ve resmi binalar, "Ne Mutlu Türküm Diyene" vecizeleriyle(!) süslendi. Her sabah okullarda "Türküm, doğruyum,.." andı ile Türklük bilinci belleklere kazınmaya çalışıldı. Resmi ideolojinin Türkiyeli müslümanlar üzerinde gerçekleştirdiği zulüm, Türk olmayan müslümanlar üzerinde bir derece daha artarak devam etti.
Bölgede bahsi geçen zulümlere karşı halkın diretmesi, Ağrı, Dersim örneğinde olduğu gibi çok kanlı şekilde bastırılmış, insanlar acımasızca katledilmişlerdi. İsyankar olarak vasıflandırılan insanlar ise toplu olarak asimile edilmek üzere başka bölgelere sürüldü. Bölge ekonomik olarak ikinci plana itilmiş ve halk adeta Kürt olmanın cezasını üstlenmişti.
Ne yazık ki Türkiye müslümanları birçok konuda olduğu gibi bu konuyu da yeterince gündemlerine alamamışlar, müslüman Kürt halkına uygulanan artı zulme, diğer zulümler karşısında olduğu gibi ses çıkartamamışlardı. Yeterli bir tevhidi bilinç birikimine sahip olamayan Türkiye müslümanları, özellikle 1946'lardan sonra yok edilmek istenen varlıklarını devam ettirebilmek için egemen sistemin tanıdığı imkanlara sığınma çözümünden başka hal yolu üretememişlerdi. Bu uzlaşma, taşıdıkları birçok yanlışlarla beraber müslümanları zamanla sağcı ve milliyetçi politikalara yatkın anlayışlara şevketti. Önder konumda görünen çoğu müslüman, T.C.'nin Kürt halkı üzerindeki Türkçü politikalarını mahkum edeceğine; -maalesef ki- dikkatlerini Kürt halkının tepkilerini yönlendirme planları yapan dış güçler tehlikesine çevirmişti.
Bu dönemlerde, özellikle 1960'lı yıllardan sonra tırmanan sol hareket giderek müslüman Kürt halkının sorunlarıyla ilgilenmiş ve bölge üzerine tepkicî politikalar geliştirmiştir. Birçok aşamadan sonra bugünkü PKK (Partiya Karkaran Kürdistan-Kürdistan İşçi Partisi) hareketi doğmuştu. Ve 12 Eylül diktasının bölgedeki faşist uygulamaları, halkın Kürt hareketine eğilimini gittikçe arttırmıştı.
Türkiye'de özellikle 60'lı 70'li yıllardan sonra gelişen İslami uyanış, Türkiye müslümanlarını sağcı, muhafazakâr, milliyetçi, devletçi vd. eğreti kimlikleriyle hesaplaşmaya sevketmiş ve tevhidi bilinç gün geçtikçe güçlenmeye başlamıştır. İran İslam Devrimi'nden sonra bu bilinçlenme daha da artmış; ama müslümanların uyanışı, yeterli bir nitelik ve niceliğe ulaşamamış olması nedeniyle, yaşanılan toplumun sorunlarına yönelik yeterli politikalar ve hareketler oluşturulamamıştı. Bugün ise Türkiye ve dünya kamuoyu, Türkiye'de İslami uyanış çabalarının oluşturduğu bir islami hareketin varlığını her geçen gün daha fazla idrak etmektedir. Türkiye İslami hareketi yeni ve genç olmasına rağmen, egemen şirk rejimine karşı tavrını etkili bir şekilde net ve uzlaşmasız olarak ortaya koymuştur; müslümanları öz kimliklerine döndürmenin öncülüğünü yapmakla birlikte, Türk'üyle, Kürd'üyle, Arab'ıyla tüm Türkiye müslümanlarının ve halklarının gasbedilmiş haklarını geri almaya ve bu topraklar üzerinde yeniden güçlü bir ümmet ve doğru bir hat oluşturmaya kararlıdır.
Şu unutulmamalıdır: Kürt halkı her şeyden önce evrensel islam ümmetinin bir parçasıdır. Kürt halkına yapılan zulüm, bütün müslümanlara yapılmış demektir. Çünkü müslümanlar "Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birlikte olup karşı olanlardır." (42/Şura 39)
Bölgedeki zulmün görünen faili emperyalizmin amaçları doğrultusunda kendisine kimlik biçen ulusçu laik egemen sistemdir. Bu gerçek, bölgedeki diğer olumsuzluklar karşısında hiç bir zaman gündemimizin alt maddesine düşmemelidir. PKK ise T.C.'nin bu olumsuzluğuna karşı çıkarken aynı ulusçu-laik unsurları bünyesinde barındırmaktadır. Her iki kutup da ulusçu ve laiktir. Ne T.C. ne de PKK veya Kürt ulusal hareketi bölge müslümanlarına adil bir çözüm öneremez. Adil ve hak çözüm; ancak vahyin ışığında kavranıp, sosyal hayata aktarılabilir.
Türkiye Kürdistan'ında olaylar her geçen gün ısınmaktadır. Bölge halkı senelerce tahkir edilmiş, baskı altında tutulmuş, Rabbimizin bir lütfü olan kendisine verilen dil ve kavmi varlığı yok edilmeye çalışılmıştır. Bu zulmü gidermenin yolu, bu zulmü uygulayanlar taşıdıkları ulusçu ve laik bir kimliği benzer başka bir ulusçu ve laik kimlik oluşturmak ve bu kimlikle kıyama durmak değildir, ilk elde bu zulme karşı çıkmak doğaldır. Ama bu zulmü gidermenin yolu, zulmü oluşturan bölgedeki ve dünya üstündeki tüm emperyalist güçlere ve işbirlikçilerine karşı, ümmet bilincine sahip müslümanların ortak bir mücadele cephesi açmaları ve öncelikle sun'i sınırlara mahkum olmayan müslümanların düşünce, güç ve eylem birlikteliklerini gerçekleştirmelerinde yatmaktadır.
Özelde tevhidi bilince ulaşmış müslümanlar, bölgede bilinçli müslümanların varlığından rahatsız olan T.C.'nin veya PKK'nın tavrı karşısında ortak hareket edebilmek için istişari ilişkilere çok fazla önem vermeliler ve karşılıklı olarak 'kardeşlik hukuku'nu gözetmelidirler. Müslümanlar arası iletişim ağının kopuk halkaları onarılmalıdır. Müslümanların gösterdiği tepkilerin "kontgerilla" ile aynılaştınlmasında gösterilen iğrenç yanıltmaca taktiklerinde görüleceği gibi, müslümanların bilgi kanallarına sızacak fasıklara dikkat edilmelidir.
Üreteceğimiz çözümler bölge özelinde dahi olsa, ümmeti kuşatıcı nitelikte olmalıdır. En genelde emperyalizmin 19. yüzyıldan beridir islam dünyasında uyguladığı atomize etme politikasını mahkum etmeli ve gerçek kurtuluşun topyekun tevhidi mücadele sürecine bağlı olduğu bilinciyle hareket etmeliyiz.