İktidar olgusunun insanın imtihan dünyasında merkezî bir yer tutması meselenin aynı zamanda ne kadar çetin olduğunu da gösterir. İktidar gerçeği, tarihin belli bir döneminde ya da coğrafyasında değil bütün süreçlerde insanın yaratılış gayesine uygun yaşamasını engelleme potansiyeli en yüksek olgu olarak karşımıza çıkıyor. Modern iktidar ise bütün bir insanlık tarihinde karşımıza çıkan iktidar olgusundan çok daha, yoğun, girift, hayatın kılcal damarlarına nüfuz edici yapısıyla etkinlik kapasitesinden hiçbir şey kaybetmeden, her zaman ve zeminde kendini yeniden üretebilen, rıza üretiminde çok da zorlanmayan yapısıyla hükmünü icra eden bir yapıya sahip. Yeryüzünü ıslah etmekle vazifeli Müslümanların bu iktidar olgusunun teorik, felsefi, düşünsel yönleriyle meşgul olmayı ihmal etmeleri, bunun gerekliliğini idrak etmemeleri ise başlı başına bir problem.
Bir itiraz ya da mazeret olarak denilebilir ki Müslümanlar açısından hadise çok daha farklı mecralarda yaşanmakta. Baskı ve zulüm altında coğrafya gerçeği, inançlarını yaşama önünde ortaya konulan engeller tüm sorunların çözümünün iktidardan geçtiği düşüncesini derinleştirmiştir. Örgütlendirilmiş hayat, tuhaf ve dev organizasyon devlet, insan davranışlarının sevk ve idaresi göz önünde bulundurulduğunda gücün merkezinde iktidar olduğu düşüncesinin çok da yadırganmaması gerektiğini ortaya koymakta. Ama mesele burada bitmiyor. Birincisi, insanın özgürleşmesi süreci, iktidar araçlarının ele geçirilmesiyle mümkün olmuyor. Bu çok daha farklı imtihan alanlarının yaşanmasını gerektiriyor. İkincisi, iktidara kadar yaşanan sıkıntılardan kurtulma, muktedir olduktan sonra insanın imtihanı farklı bir düzleme geçmekte. Üçüncüsü, modern iktidarın felsefesi, yapısal gücü, hayat üzerinde kurduğu tasallut, kendini kabul ettirebilme gücünü bir türlü sorgulamak istemeyen Müslüman gerçeği iktidarın dindarların eline geçtikten sonraki durumu tüm bu mazeretleri etkisiz kılmakta.
Müslümanlığa Alan Bırakmayan Hayat Kategorileri
Her politik eylem kendi içerisinde iyinin, doğrunun bilgisine sahiplik ya da yönelmişlik iddiası taşır. Dolayısıyla politik arenadaki pratik ile Müslümanın inandığı hakikat arasında meydana gelen farklılık krize yol açıyor. Bu durumu iki farklı ontolojik gerçeklikle izah etmeye çabalayarak; politik alanı reel politik zemin olarak tanımlama ise esaslı başka problemlere yol açmakta. Birincisi muktedirler yapıp ettiklerinden hiç de şikâyetçi ya da pişman değildir çünkü doğru yaptıklarını, en iyisini yaptıklarını düşünürler. İkincisi; Müslümanlık bir anlamda özcü konuma indirgenmekte. Yani reel politik alanın dışında kaldığı varsayılan ya da süreci o şekilde tanımlayan Müslümanın, bir boyutuyla steril olarak belirlenmiş alanda yaşayarak, politikanın çirkinliklerinin elbisesine bulaşmasını engellediği bir mesafe kapsamında yer aldığı düşünülür. Kerih görülen reel politik alan aynı zamanda küçük de görülür. Küçük görüldüğü için de olumsuz etkileri pek görülmez.
Diğer bir problem ise hayata ilişkin reel politik alan gibi kategorik ayrımlar bizatihi dünya tasavvuru itibariyle yanlıştır. Modern zihnin kategorikleştirilmiş hayat ve insan yapısı nasıl problemli bir varoluş ortaya çıkardıysa aynı şekilde ontolojik problemleri yoğun bir şekilde yaşayan Müslüman profili de bu süreçten nasibini almakta. Bilinenler, inanılanlar, yaşanılanlar, şahit olunanlar denklemindeki uyumsuzluklar katsayısı varoluşsal krizleri derinleştirmekte. Bu gerilim ve krizlerin müminin hayata ilişkin sahip olması gereken imandan neşet eden iç huzursuzluğu, sorgulama, yaptıklarını yeterli görmeme, korku ve ümit dengesi çizgisi üzerinde yaşamaktan farklı olduğunu belirtmemiz gerekir.
İktidar Kendini Geçici Kılar mı?
Yaşadığımız tecrübe iktidar süreçlerini geçiş süreci olarak tanımlamanın da ortaya bazı problemler çıkardığını bize göstermekte. Ya da merhalecilik ve tedricilik eğer kıvamında tutulmazsa yanlış süreçlere uyum işlevi görebilir. Merhalecilik doğru oturtulmadığında determinist yaklaşımla zımnen de olsa önümüzdeki sürecin merhale gereği bugünden iyi olacağı varsayılmakta. Dolayısıyla yarınki muhtemel iyi bugünkü problemli hali nesh edecek düşüncesi devrededir. Bugünün geçiş süreci olarak tanımlanmasının diğer bir muhtemel zafiyeti ise süreçlere ilişkin kayıtsız kalma tehlikesidir. Asıl olan bugün değilse geçicidir telakkisiyle an’ın sorumluluğunu yerine getirme perspektifinden uzaklaştırıcı rol oynayabilir.
Bu bağlamda merhalecilik ve tedricilik meselesi yaşadığımız iktidar olgusu üzerinden yeniden ele alınmalı. Merhalecilik muhtemel yarıncılık adına bugünü ıskalamak demek değildir. Ya da yarını asıl görerek bugüne ait imtihanın gereği sorumlulukları ıskalama zafiyeti içerisine girmek değildir. Nitekim yaşadığımız coğrafyanın cemaatleri, vakıf ve dernekleri yıllardır ‘asıl vazife’ kabul edilen ‘medeniyet inşa etme’ işiyle uğraştıklarından her daim an’ı ıskalamaktalar.
Ahlak ve Adalet Merhalenin Neresinde?
İktidar sürecinin değerlendirme ölçüleri, skalası noktasında yeni bir durum değerlendirmesi yapmak Müslümanlar açısından elzem. Kimlik ve adalet değerleri noktasında Müslüman libasını çokça kirleten vasatın hayra alamet olmadığı açık. Bu çerçevede Müslümanca bir kimlik bağlamında inşa edilen yerlilik ve millilik söylemi ile adalet ve ahlak perspektifini ikincil plana iten gerekçeler, ideolojik kurgular, pratik prangalar acilen yüzleşilmesi gereken handikaplardır.
Bir Marksist ya da liberal belli nedenleri gerekçe göstererek ideolojik-politik iktidarını sürdürmek için ahlaki ve adil olanı yadsıyabilir. Lakin yaratılış gayesinden bir an olsun gâfil olmanın insanın helakine yol açacağının bilincinde olan Müslümanlar için her koşul, her zemin ahlaki ve adil olanın aranması, yaşanması, yaşatılması çabasıyla ancak anlam kazanılacağı bir tarz-ı hayattır. Bugün iktidarın Müslümanlara yaptığı en büyük kötülük iktidarını sürdürmek için her türlü mühendislik hesabıyla yürüttüğü seferberlik politikasıyla dindarları yapıp ettiklerine şahit ve ortak kılmasıdır. Siyasal-sosyal olayda belirleyici referansın evvelemirde ahlak ve adalet olmamasını eleştirmeyi aklına getirmeyen, bunu zihnine, diline pelesenk etmeyen Müslüman çoğunluk realitesi kötü bir dram olsa gerek!
İktidar düşüncesi ve tutkusu burada öncelikli konumunu elde ederken pozisyonunu meşrulaştırıcı enstrümanlara da ihtiyaç duymakta. Burada gerçeklikten yola çıkarak ortaya konulan iki argümanın ikna edicilik gücü her geçen gün zayıflamakta. Birincisi, iktidarın alternatifinin laik, Kemalist karakteri öne çıkarılarak mevcut ortamı hazırlayan iktidar sürecinin her ne olursa olsun korunması gerektiği argümanı. İkincisi ise biraz daha geniş bağlamda, ümmet maslahatı gerekçe gösterilerek, dünya siyasetinde başka alternatifin kalmadığı, dolayısıyla her ne olursa olsun iktidar yapısının korunması gerektiği yaklaşımı öne çıkarılmakta.
Genel olarak iki gerekçenin de önemli oranda doğru olduğu, siyasal-sosyal olguya ilişkin tahlil ve tanımlamalarda muhakkak bu çerçevenin dikkate alınması gerektiği söylenebilir. Velakin kocaman bir soru var karşımızda: Ahlaki ve adil olma beklentisi bu iki gerekçeyle çatışıyor mu ki mazeret olarak sürekli öne çıkarılıyor? Örneğin adaleti ikame ile ümmetten yana politikalar geliştirmek birbiriyle nasıl ve niçin çelişsin? Ya da yolsuzluk ve suiistimali sineye çekme ile başörtüsü yasağını kaldırma arasında ne gibi bir illiyet bulunuyor? Burada iktidar sahipleri yapıp ettiklerine yönelik itirazları susturucu bir silah olarak bu iki gerekçeyi kullanıyor olmasın sakın?
Ahlaki davranış ve adil olma çabası en temelde kararlı bir niyet ve irade istemekte. Elbette yeryüzünde ahlak ve adalet imtihanın gereği olarak tabiatta, yaşam içerisinde tabi halde bulunan, hudâyî-nâbit olgular değildir. Siyasal-sosyal, kültürel, ekonomik, hayatın bütün ünitelerinde ahlaki olma çabası, adaletten sapmama kaygısı koşullarla engellenme ve sürekli öne konulan bariyerlerin aşılması mücadelesiyle, cehdiyle ancak mümkün olabilmekte. Tevhid inancının dünya hayatında yatay düzlemde ifadesi olan adalet ve ahlakın Müslüman için zorunluluk ifade ederken, diğer insanlar için ise erdemli olma hali ile açıklanması da önemli şüphesiz. Onun içindir ki bugün dindarların içerisinde hararetli bir şekilde yer almaya çalıştıkları iktidar sürecini işleten muktedirlerin geçmişten farklı olarak son yıllarda retorik dahi olsa adalet ve ahlak vurgularında bulunmamasının korkarız ki ağır faturaları karşımıza çıkacak.
Sultan Süleyman’a Kalmayan İktidar!
Müminler için her hal, her an imtihan unsurudur şüphesiz. Bunun için muhasebe, murakabe yoğunluğu içerisinde içinde bulunulan şeraiti ezbere tanımlama zaafından kurtaracağı gibi sorumlulukların farkına varma açısından da bir imkân sunacaktır. Dün için olumlu olan nice unsur bir müddet sonra insanın olumsuz gidişinin temel gerekçesi haline gelebilir. Bugün iktidar mekanizmasını ellerinde bulunduranlar açısından böyle bir risk görünmekte. Geçmişte nice kereler olan bir kez daha yaşanmakta. İktidar sahipleri kendilerini sınırlandıracak, denetleyecek politik adımlar yerine, “Bir iki üç yetmez daha fazla iktidar!” iştah açıcı sloganıyla bütün alanları tahkim etmeye çalışırken sanki güç zehirlenmesi olsun diye de abur cubur ne varsa tüketmeye çalışıyorlar.
Anlaşılan o ki iktidarı ellerinde bulunduranlar ahlaki ve adil olanı gerçekleştirme çabası yerine ideolojik-politik olarak tarihsel, kültürel olana sırtlarını yaslayarak örneğin Osmanlı’nın torunu olmanın ya da 2500 yıllık Türk devlet geleneğine uymanın adil olmak için bizatihi kendinden neşet eden bir fırsat sunduğuna inanmaktalar. Çünkü meşruiyet gerekçeleri artık “2500 yıllık devlet geleneği, 1400 yıllık medeniyet değerleri, 95 yıllık Cumhuriyet kazanımları” üçlemesi içerisinde konumlandırılıyor.
Dolayısıyla Batılılaşma ile başlayan süreçte, devlet mekanizmasında, iktidar aygıtlarında dindarların yer almasının engellendiği, tasfiye edildiği dönemler nihayetlendirilerek devlet geleneğinin içindeki bütün dokuları birleşik çalıştırmayı sağlayan ‘yerli ve milli’ ideoloji etrafında bir araya gelinmesi sağlanmaya çalışılarak devletin yeniden yapılanması programı hayata geçirilmekte.
İktidar sahiplerinin son yıllarda sistemli bir şekilde geliştirdiği bu teori-pratik bir geçiş süreci için gerekli olan yol azığı meselesi de değildir. Nitekim birçok açıdan siyasal, sosyal, kültürel, tarihsel genetik kodlarla uyumlu asıl ve kalıcı çizginin yakalandığına inanılmakta. Bu durum örneğin iktidarın ilk yıllardaki demokratikleşme, AB reformları politik hedeflerini hayata geçirerek askerî vesayeti geriletme siyasetinden farklıdır. Dün geçici bir durum olarak tasavvur edilen süreç bugün asıl yurda otağ kurulmuş olarak tahayyül edilmekte. Önümüzdeki dönemde iktidar örneğin demokratikleşme başlığı altında bazı adımlar yine atabilir. Ama bu artık yerli ve milli siyasal-sosyal, kültürel yapının sınırları çerçevesinde olacak, asıl ve asil mecrasını bulduğu düşünülen devletin ana rotasında değişiklik bağlamında olmayacaktır. Zaten muhafazakâr, İslamcı, Milli Görüşçü, radikal mahallenin bütün unsurlarının sistem, tarih, devlet, siyaset telakkisi ile çok da çelişmeyen yeniden yapılanma sonrası ortaya çıkan yapıdaki arızi unsurlar yerli ve milli şemsiyenin heterojen meşruiyet sınırları içerisinde yavaş yavaş normal karşılanıyor.
Geç Kalınmış Ulusun Parçası Olmak mı Cahiliyeden Ayrışmak mı?
İktidarın teorik-politik olarak inşa ettiği süreç Osmanlı son döneminde başlayan uluslaşma sürecindeki gerilim ve çatışmaları adeta nihayetlendirerek ve devleti kudretli bir şekilde tüm coğrafyaya nüfuz ettirerek adeta herkese konumlarını takdir buyurmakta! Yerli ve milli söylemi ile ‘Rabia’ vurgusu keyif olsun diye yapılmamakta. Müslümanlık mı? Benzer yaşam alanı ve meşruiyet zemini riskinin burada da karşımıza çıkma ihtimali yüksek. Gidişat böyle devam ederse yeniden devlet ve ona ait olan değerlerin ağır havası altında sözün söylendiği, tavırların geliştirildiği atmosfer kesif bir şekilde yoğunlaşacak. “İktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar.” çarpıcı tespiti bu inhiraf ve inhitat sürecinden daha az etkilenmek için yapılacak ilk durum tespiti galiba! Ve akabinde Müslümanlık ile modern iktidar olgusu arasında acaba nasıl bir ilişki var sorusuna cevap arayışı gelmeli!