Tunus İslami Yöneliş Hareketi lideri Raşid Gannuşi'nin kızı olan Sümeyye Gannuşi, Londra Üniversitesi'nde araştırmalarını sürdürmektedir.
Batı, Müslüman kadının özgürleştirilmesi meselesini bir tahakküm aracı olarak kullanmaktan vazgeçmeli.
Görünen o ki özellikle Batı ülkelerinin başkentlerinde yaşayan Müslüman kadınlar, Müslümanları güçsüzleştiren, görünüşte farklı ama özde aynı iki söylemle kuşatılmış durumdalar.
Bunlardan ilki kadını, çocuk doğurup büyütmeye, babalarının, erkek kardeş ya da kocalarının yanında yaşamaya mahkûm eden tutucu ve dışlayıcı söylem. Bu söylem, dini namus ve aile şerefi gibi kavramlara indirgenmek suretiyle daraltıyor.
Bir diğeri, Müslüman kadını toplumun saldırgan, ataerkil, gerici yapısından, esaretten kurtarma iddiasındaki "özgürlük" söylemi. Bu söyleme göre Müslüman kadınlar, ellerinden bir şey gelmeyen bir esir topluluğu. Müslüman kadın, inzivaya, sessiz ve silik kalmaya mahkum edilmiş. Gizlendiği mağaradan ve tecritten kurtulma ümidini dış müdahalelere bağlamış. Yardımsever özgürleştirme çabaları, onu cehennem gibi berbat ve iç karartıcı bir hayattan, vaat edilen ilim, irfan ve ilerleme yoluna eriştirecek!
Birçok Müslüman kadının hayatını felç eden ve potansiyellerini ortaya koyamamalarına neden olan haksızlıklar inkâr edilemez. Fakat bu haksızlıklar, bahsettiğimiz küçümseyici özgürlük hikâyesinde Müslüman kadınların içinde bulunduğu durumun, kimliğin temsilci ve bağlayıcısı olarak sunuluyor. Arada renkler, tonlar, gölgeler yok. Şehirli ya da köylü, eğitimli ya da cahil, zengin ya da fakir, Türkiyeli, Malezyalı ya da Mısırlı, yaşayan bir kadın temsili ortaya konmuyor. Oysa Müslüman kadınların aralarındaki bu farklar, onların içinde bulundukları şartları şekillendirip, kaderlerini belirleyebiliyor.
Bu "ruhani mahluk" hakkında tek bildiğimiz şey onun Müslüman kimliği. Sanki bu kadın sosyal altyapı, mali durum, politik gerçekler, bölge ya da yöreye özgü kültürel geleneklerden bağımsız olarak tamamıyla dinle şekillenmiş bir varlık. Yine bir başka önemli mevzu da kanuni ve şeri reformların, Somali, Irak ya da Bangladeş'te eğitimsiz fakir kadınların çoğunun hayatında kayda değer bir değişiklik yapamayacağı algısıdır.
Aslında hikaye evrensel "Müslüman kadın" etrafında dönüyor. Bu öyle bir hikaye ki Müslüman kadın, "ezilen"; bir "birey" ve "özne" olarak yok sayılan; beşikten mezara dek hayatına hükmedilen olarak anlatılıyor. Müslüman kadın bundan hoşlansın ya da hoşlanmasın, başkalarının kendisine ilişkin bu şekilde konuşma hakkı olduğu varsayılıyor.
Müslüman kadın hakkında çizilen imaj ikili bir meşrulaştırma işlevi görüyor: Bir yanıyla Batı'nın kendisi hakkında oluşturduğu kanaati doğrularken, aynı zamanda Müslümanların "ötekileştirilmesi" işlemini güçlendiriyor. Bu şekilde resmedilen Müslüman kadın üzerinden İslam ve Müslüman toplum yansıtılıyor. Ortaçağ'da Batı'nın Müslüman kadın hakkındaki imajı korkulan, güçlü İslam medeniyetini yansıtan, güçlü kraliçe ya da cadı kadın (Fransız destanı Chanson de Roland'daki Bramimonde ya da Parzival'deki Belacane gibi) şeklindeydi. 17. ve 18. yüzyıllarda güç dengeleri Avrupa tarafına kayınca Müslüman kadın toplumun kötü kaderinin aynası kabul edilmeye başlandı. Ancak dilsiz bir hayvan ya da hükmedilen, tembel, aşağılık, güçsüz ve silik bir harem kölesinden hallice bir konuma sahip algılanır oldu. Sonuçta Müslüman kadın, despot, deforme, geri kalmış İslam toplumunun somut bir ifadesiydi.
Sonradan Batı diye de nitelendirilen Avrupa, Müslüman kadının hapishanesine sızıp onun demirden zincirlerini kırma gereği duydu. Müslüman kadın üzerinde baskı kuranları medenileştirmeli ve onu mağduriyetten kurtarmalıydı. Özgür Batı, Müslüman kadının özgürleşmesi için, kadının mağdur edildiği ölçüde çaba sarf etmeliydi. Bu asil müdahale Batı'nın değil, Müslüman kadının menfaatineydi!
Sati uygulaması (Hindistan'da bazı kadınların ölen kocalarının cesetleriyle birlikte kendilerini yakmaları), dul kadınların evlenmelerinin yasaklanması, Hindistan'da gerçekleşen çocuk yaştaki evlilikler, Afrika'daki kölelik ve kızların sünnet edilmesi gibi sömürgeleşmiş ülkelerdeki süregelen barbarlıkların, bu ülkelerdeki arşivciler ve memurlar tarafından özenle kaydedilmeleri kesinlikle bir tesadüf değil. Yaşanan bu iğrençlikler elbette tümden uydurma şeyler değil ancak tutulan bu kayıtların bir amaca hizmet ettiği de unutulmamalı. Bu kayıtlarla, dışarıdan müdahaleler için zemin hazırlanıyor.
Torquato Tasso, durumu bir beyitle şöyle anlatıyor:
"Yaşadığı şehri ve ülkeyi kaybedince,
Daha çok sevilip, saygı gördü kadın."
Oysa Iraklı kadının bahsedilen sevgi ve saygıyı gördüğünü kim söyleyebilir ki? On yıllar içinde güvence altına alınan haklar, aylar içinde ufalanıp gitti. Doktorlar, bilimsel çalışma yapan kadınlar, mühendisler ya da iş kadınları, kaçırılma, tecavüz ya da öldürülme korkusuyla bugün kendilerini eve hapsettiler. İşgal ordusunun bomba ve mermilerinden kaçanlar, Maggie O'Kane'nin de açıkça belgelediği gibi Iraklı güvenlik güçlerinin ve 2003'ten bu yana gelişen, kontrolün dışına çıkmış hiziplerin ellerinde öldüler. Geçtiğimiz 3 ay içinde 45 masum kadın Basra'da soğukkanlı bir şekilde katledildi.
Gerçek şu ki ortada silahlı güç üstünlüğüne ek olarak bir de propaganda mekanizmasının tahakkümü var. Ordular insanları zapt ve boyunduruk altına almakla uğraşırken, bir yandan da moral destek ve ideolojik meşrulaştırmaya ihtiyaç duyarlar. "Müslüman kadın" hakkında oluşturulan söylemin temelinde bu mantık yatar.
"Müslüman kadınların özgürleşmesi" söylemini ağızlarından düşürmeyen Nick Cohen, Christopher Hitchens ve Pascal Bruckner gibilerini Kabil ve Bağdat'ı işgale girişen Amerikan/İngiliz kuvvetlerine alkış tutarken görmek hiç şaşırtıcı değildi. Ve yine bunları, yarınlarda İran ve Suriye bombalanacak olursa alkış tutup dans ederken göreceğimize kuşku yok. Askerler silahlarıyla, onlarsa kalemleriyle savaşıyor; hegemonyayı tahkim ediyorlar. Onlar olmazsa İmparator çıplak kalır!
The Guardian (18 Aralık 2007)'dan Çeviren: Betül Üzer