“İbn-i Haldun, Ortaçağ’ın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevi bir yıldız; ne öncüsü var ne devamcısı. Mukaddime çağları aydınlatan bir fecir. Girdapları mağaraları, zirveleri ile.” (Cemil Meriç)
“İbn-i Haldun; herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından yaratılmış en büyük tarih felsefesinin sahibidir.” (Arnold Toynbee)
Ebu Zeyd Abdurrahman b. el- Hadrami veya tanınan kısa adıyla İbn-i Haldun, 1332 senesinde bugünkü Tunus (Mağrib) sınırlarında dünyaya geldi. Gençliğinde iyi bir eğitim alan İbn-i Haldun; İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Şerafeddin et-Tûsi gibi birçok önemli düşünürün eserini okudu. Bir veba salgınında ailesini kaybetti. Tunus ve Fas’ta devlet görevlerinde bulundu, daha sonra Gırnata ve Mısır’da çalıştı. Bedevi kabilelerini çok iyi tanıdığından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışman haline geldi. Saray entrikalarını, hapisliği, güç, itibar, iktidar ve çölde yaşayan bedevi kabilelerini inceledi. 1401’de Kahire’ye dönerek Maliki fakihliği yaptı. Otobiyografisi et-Tarif’i, dünya tarihi el-İber’i ve ona giriş mahiyetinde düşündüğü Mukaddime’yi tamamladı. 1406’da vefat etti.
Debdebeli ve hareketli geçen siyasi hayatına mesafe koyduktan sonra inzivaya çekildiği dönemde kaleme aldığı Mukaddime, Osmanlı tarih anlayışı başta olmak üzere Avrupalı birçok aydın, entelektüel ve mütefekkiri derinden etkiledi. Doğu’da Katip Çelebi, Naima, Kınalızade, Ahmet Cevdet Paşa, Taşköprüzade, Cemaleddin Afgani, Muhammed İkbal, Malik Bin Nebi; Batı’da Rosenthal, Vard, Garaudy, J.V.Hammer, G.Bouthaul, Gabriel de Tarde, S. Colosio, M.Schmidt ve daha birçok tanınmış sima İbn-i Haldun’u ve Mukaddime’yi dikkatle tetkik etmiştir.
İbn-i Haldun’u böyle bir eser vücuda getirmeye iten şey kendisinden önceki tarihçilerin tarih ilmi ile ilgilenirken toplumu oluşturan içtimai yasalar arasındaki bağlantıyı görmezden gelmeleri, dolayısıyla insanlık tarihini akla hayale gelmeyecek yalan yanlış bilgilerle, hurafelerle, salt rivayetçi bir anlayışla kaleme alma usulüne tavır almak ve onu bu halden kurtarmaktır. Ona göre tarihçiyi hataya sürükleyen sebeplerin başında menfaatlerinden ve eski bilgilerinin tesirinden kurtulamayışı gelir. “Hâlbuki tabiatın yasaları olduğu gibi toplumun da yasaları vardır. En nihayetinde suyun suya benzediğinden daha çok geçmiş geleceğe benzer.” Bu yüzden cemiyet-iklim-insan, şehir ve şehirleşme, din-siyaset, din-devlet, hilafet-mülk, iktisat-hukuk, estetik-ilim arasındaki münasebet içtimai yasaları devletlerin ömrünü uzatıp kısaltmaya varıncaya kadar ciddi oranda etkiler.
Mukaddime’nin belkemiğini oluşturan temel kavramlar vardır. Eser bu kavramlardan bağımsız anlaşılamaz. Bunların başında “asabiyet” gelir. İbn-i Haldun’un siyaset ve mülk yaklaşımının esasını asabiyet nazariyesi teşkil eder. O, asabiyet derken “kabile ruhu”nu, “hizip hissi”ni, “içtimai tesanüt”ü, “bağlılık duygusu”nu kasteder ve ona göre şayet İslam’ın daveti ve tebligatı, hususi olarak Kureyş, umumi olarak Mudar ve Arap asabiyetine dayanmasaydı hedefine ulaşamazdı. Asabiyetin en büyük özelliği kabile ve cemaati teşkil eden fertler arasında kuvvetli bir birlik, sağlam bir dayanışma, sürekli bir yardımlaşma ve tabiattan gelen bir koruma hissi, şuuru ve inancıdır. İbn-i Haldun da asabiyeti tarif ederken “Himaye, müdafaa, mutâlebe ve ortaklaşa yapılan her türlü içtimai faaliyet o sayede husule gelir. Memleketlerin fethi, zaptı, istilası, işgali, zaferlerin kazanılması bu şekilde tahakkuk eder.” der.Bu tespitlerden hareketle diyebiliriz ki asabiyet; kolektif his ve şuurdan doğan müşterek hareket etme anlayışıdır.
İbn-i Haldun’un kullandığı önemli kavramlardan biri de “bedevilik-hadarilik”tir. Bedeviler mağaralarda, ormanlarda, sahrada, çadırlarda, köylerde ve küçük yerleşim merkezlerinde otururlar. İbn-i Haldun’a göre aslolan bedevi hayattır. Hadari hayat sonradan ortaya çıkmıştır. Bunun da kaynağı bedevi hayattır. Bedevilerle hadariler arasında mevcut olan ve çok eski zamanlardan beri sürüp gelen münasebetler, mücadeleler tarih ve devlet açısından son derece önemlidir. Bu iki farklı hayat tarzını hesaba katmadan tarihi ve mülkü izah etmek neredeyse imkânsızdır. Bedeviler, hadarilerden daha yiğit, daha mert, hayra ve fazilete daha yakındırlar. Hadarilik az çok insanın fazilet ve meziyetlerini zaafa uğratmakta, fıtratını değiştirmekte, tabiiliğini bozmaktadır. Bedevi cemiyetler ile hadari cemiyetler arasındaki farkları daha çok iktisadi amiller tayin eder. Lüks, konfor, bolluk, aşırı tüketim hadari toplumun özelliklerini yansıtır. Bu tür iktisadi şartlar içinde yaşamaya başlayan bedevi bir toplum, tedrici bir şekilde geçireceği inkişaf ve tekamül süreçlerinden sonra hadari hale gelir.
İbn-i Haldun’un sıklıkla vurgu yaptığı kavramlardan biri de günümüz otoritelerince sosyoloji veya medeniyet olarak tanımlanan “umran”dır. İbn-i Haldun yeni bir ilim kurduğunun farkındadır. Bunu hiç de mütevazı olmaya gerek duymadan dile getirir. Bu multidisipliner ilme “ilm-i umran” adını verir. Aristo için mantık-felsefe, Marx için iktisat ne ise İbn-i Haldun için de “umran ilmi” odur. O, bütün diğer ilim ve sanatların çerçevesi ve temelidir. Umranda görülen bir değişiklik, diğer ilimlere şu veya bu ölçüde tesir eder. Zira bütün ilimler, sanatlar ve içtimai hadiseler umran ile doğrudan ilgilidir. İbn-i Haldun içtimai hadiselerin de kendine has bir tabiatı ve bu tabiatın da kendine mahsus birtakım kanunları bulunduğu kanaatindedir. Umran ilminin görevi bu kanunları keşf ve tetkik etmek, işleyişlerini ve meydana getirdikleri neticeleri araştırmaktır. Dolayısıyla aile, siyaset, hukuk, iktisat, ahlak, din, eğitim, estetik, sanat, fen, beyani-burhani-irfani ilimler ve diğer bütün ilimler umranı oluşturur.
Klasik kaynakları karıştırdığımızda insan, toplum, devlet üzerine kafa yormuş iki önemli düşünür karşımıza çıkar. Bunlardan biri Farabi’dir, diğeri İbn-i Haldun. Farabi, Aristocu bir gelenekten gelmiş, ideal olanı, olması gerekeni konuşmuştur. Ondan sonra gelen İbn-i Haldun ise modern sosyologlar gibi olması gerekenden ziyade olanı anlamaya ve açıklamaya çalışmıştır. O indirgemeci değil bütüncüldür. Ütopyacı, idealist, değil deskriptif/tasvir edicidir. İbn-i Haldun’un bir diğer özelliği ise ekseriyetle olayları neden sonuç ilişkisi içinde değerlendiren determinist bir anlayışa sahip olmasıdır. Zaman zaman içtimai hadiselerin değerlendirilmesinde materyalist bir tavır takınsa da genel olarak madde ve düşünce arasında bir etkileşim olduğunu kabul eder ve dinamik bir toplum/devlet nazariyesine sahip nedensellik zincirini, eşyanın doğasını kavramakta bir önayak olarak kullanır. Bütün bunları bir arada düşündüğümüzde Mukaddime’nin çok güçlü bir ontolojik zemin üzerine kurulu olduğunu ifade etmemiz gerekir.
Tarih nasıl işlemektedir? Toplumu oluşturan üyelerin bağlı olduğu sabiteler nelerdir? Köy-kent, şehirli-kırsal ayrımının zihinsel yansımaları ne şekilde işlemektedir? Bu soruların cevaplarını tatmin edici bir şekilde almanın yolu Mukaddime’ye başvurmaktan geçer. Müslüman toplumun özelliklerini, değişim trendlerini ele alan ve bu coğrafyada yaşayan insanların temel hareketlerini değerlendirmeye tabi tutan Mukaddime, hem sosyoloji hem iktisat hem de tarih felsefesi açısından İslam klasikleri arasında başyapıttır.
Hülasa; Mukaddime ve İbn-i Haldun üzerine konuşmanın ardı arkası kesilmez. Zira o, bir umman gibidir. Bazı kitaplar vardır bütün kitapları değersiz kılar, ezberleri altüst eder. İşte Mukaddime de böyle bir kitaptır. Henüz okumaya başlamadıysanız kendinize bir iyilik yapın ve elinizi çabuk tutun.