El sıkarak başladılar. "Selamün aleyküm" dedik ve ilk taşlar yüzümü yaladı. Küçük bir çocuk çantamı kapmaya çalıştı. Sonra bir başkası. Başka birisi sırtımı yumrukladı. Genç bir adam gözlüklerimi kırdı, taşlarla yüzüme ve başıma vurmaya başladı. Alnımdan gözlerime doğru akan kan nedeniyle göremiyordum. İşte o zaman anladım. Yaptıklarından dolayı onları suçlayamazdım. Afganistan-Pakistan sınırı yakınındaki Kila Abdullah'da bir Afgan mülteci olsaydım, aynı şeyi Robert Fisk'e veya bulduğum herhangi bir Batılıya ben de yapardım.
Yüzlerce -dürüst olmak gerekirse binlerce- masum sivil Amerikan hava saldırısı altında can verirken, "Medeniyet Savaşı", "iyinin" "kötü" karşısında galip gelmesi adına Kandahar'ın Peştunlarını yakıp sakatlarken ve evlerini yıkarken ben Afgan sınırı yakınlarında yaşadığım dehşetli birkaç dakikayı neden anlatıyorum?
Küçük köydeki Afganlıların bazısı yıllardır ordaydı, diğer bazıları ise yeni gelmişlerdi, umutsuz ve kızgındılar. Son iki hafta içinde öldürülen sevdiklerinin yasını tutuyorlardı. Arabamızın bozulabileceği en kötü yerdi orası. Üstelik en kötü zamandı da; iftardan hemen önce. Fakat bize yapılan, bu kirli savaşın ikiyüzlülüğüne olan nefretin, öfkenin bir simgesiydi. Genci ve yaşlısıyla yoksul Afgan kalabalığı düşman olarak gördükleri yabancıları aralarında buldular ve en azından bir tanesini yok etmek istediler.
Sonradan öğrendiğim kadarıyla bu Afganlıların çoğu elleri arkalarından bağlı esirlerin öldürüldüğü Mezar-ı Şerif katliamını televizyondan izlemişler ve öfkeyle dolmuşlardı. Sonradan bu köylüler, şoförlerimizden birine CIA'dan "Mike" ve "Dave"in Mezarı şerifte diz çökmüş bir esiri ölümle tehdit ettikleri görüntüleri izlediklerini söylediler. Eğitimsizdiler -çoğunun okuma bildiğinden şüpheliyim- ancak B-52 bombardımanıyla sevdiklerinizin öldürülmesine tepki göstermek için okur-yazar olmak zorunda değilsiniz. Yolda bir ara bir genç, şoförüme döndü ve saygılı bir şekilde sordu: "Mistir Bush mu bu?"
Pakistan'ın Quetta şehri ile Çamman sınır kasabası arasındaki Kila Abdullah'a vardığımızda saat öğleden sora 4.30 civarında olmalıydı; Şoförümüz Emanullah, tercümanımız Feyyaz Ahmed, The Independent'tan Justin Huggler -Mezar katliamını yeni haberleştirmişti- ve ben.
Arabamız dar, kalabalık sokağın ortasında istop ettiğinde bir şeylerin kötü gittiğini anladık. Arabamızın kaputundan buhar yükseliyordu. Yolu tıkamıştık ve arabalardan, otobüslerden ve kamyonlardan bizi protesto eden klakson sesleri yükseliyordu. Arabadan indik ve onu yolun kenarına ittik, Justin'e "Kötü bir yerde bozuldu" diye fısıldadım. Kila Abdullah, savaş nedeniyle ülkelerinden ayrılan binlerce fakir Afgan mültecinin Pakistan'daki yurduydu. Emanullah başka bir araba bulmaya gitti. Akşam oluyordu. Kızgın bir kalabalıktan daha kötü olan karanlıkta kızgın bir insan kalabalığıdır. Justin ve ben çevremizde toplanan kalabalığa dostça gülümsedik. Birçok el sıktım -Mr. Bush'u düşünmüş olmalıyım- ve birçok kez "Selamün aleyküm" dedim. Gülümseme bittiğinde ne olacağını biliyordum.
Kalabalık artmaya başladı, Justin'e arabadan uzaklaşarak açık yola doğru yürüyelim dedim. Bir çocuk parmağıyla bileğime vurdu? Bunun bir kaza olduğuna, çocukça bir küçümseme hareketi olduğuna dair kendimi inandırmaya çalıştım. Sonra bir taş başımın üzerimden geçerek Justin'in omzuna çarptı, Justin hızla döndü. Gözleri kocaman oldu. Nefes alışımın sıklaştığını hatırlıyorum. Lütfen dedim, bu bir şaka olsun. Sonra başka bir çocuk çantamı kapmak istedi. İçinde pasaport, kredi kartları, para, günlük, telefon defteri, cep telefonu vardı. Hızla çektim ve omzuma astım, Justin ve ben yolu geçtik ve birisi beni geriye çekti.
Karakterler aniden düşmana dönüştüğünde bir rüyada nasıl yürürsünüz. El sıkıştığımızda gülümseyen birisini gördüm, artık gülümsemiyordu. Daha küçüklerden bazıları hala gülüyordu. Fakat gülüşleri başkalaşmıştı. Saygın yabana -birkaç dakika önce herkese selam veren- alabora olmuş, korkmuş ve kaçıyordu. Batı aşağılanmış oluyordu. Justin hırpalanıyordu. Yolun ortasında bir otobüsün bize doğru geldiğini fark ettik. Feyyaz hala arabanın yanındaydı ve bizim neden uzaklaştığımızı anlamamıştı. Artık bizi göremiyordu. Justin otobüse ulaştı ve bindi. Ben de ayağımı basamağa koyduğumda arkadan üç kişi çantamı kaptı ve beni yola geri çektiler. Justin elini uzatarak tutmamı istedi. Tuttum. Başıma ilk büyük darbeyi o zaman aldım. Yere düştüm. Kulaklarım uğulduyordu. Bunun anlamı çok kötüydü. Birisi benden nefret ediyordu. Canımı yakacak kadar. İki darbe daha aldım; birisi omzumun arkasınaydı. Güçlü bir yumruk, beni otobüsün öbür yanına fırlatmıştı. Hala Justin'in elini tutuyordum. Otobüs yolcuları bir bana bir Justin'e bakıyorlardı. Hiçbiri yardım etmek istemedi.
Kalabalığın bağrışmaları arasında Justin'den ayrı düştüm. Başıma iki darbe aldım. 50 yıl önce çocukken, uzun boylu bir çocuğun başıma vurduğu anı hatırladım. İkinci darbe sağ elinde kocaman bir taş tutan bir adamdan geldi. Olan gücüyle alnıma vurdu. Sıcak, sıvı bir şeylerin yüzüme, kirpiklerime ve çeneme aktığını hissettim. Sırtımı, göğsümü, kalçalarımı tekmelediler. Başka bir genç çantama asıldığında yaklaşık 60 kadar adamın karşımda bağrıştığını fark ettim. Garip bir şekilde korku yerine şaşkınlık yaşadım. Karşılık vermek zorunda olduğumu anladım. Aksi taktirde ölecektim.
Daha önceden bu kadar çok kan gördüğümü hatırlamıyorum. Bir an korkunç bir şey gördüm; otobüsün camında, kan içindeki yüzümü, ellerimi, elbiselerimi gördüm.
Her tarafımdan kan akıyordu ve kalabalık beni yumruklamaya devam ediyordu. Bu böyle daha ne kadar devam edecekti? Başımın iki yanından aynı anda içinde taş bulunan ellerden darbe aldım. Aynı anda iki taşlı el başımın sağına ve soluna vurdu. Sonra yüzüme bir yumruk geldi ve gözlüklerim burnuma indi. Bir başka el, boynumda asılı olan yedek gözlüklerimi kordonundan kopartıp aldı. Bu noktada sanırım Lübnan'a teşekkür etmeliyim. 25 yıldır Lübnan savaşını izlemiştim ve Lübnanlılar bana defalarca nasıl hayatta kalacağımı öğretmişlerdi. Bir karar ver -herhangi bir karar- fakat asla hiçbir şey yapmadan öylece bekleme!
Çantamı elinde tutan genç adamdan geri aldım. Adam geriledi. Sağındakine döndüm. Elinde kanlı bir taş tutuyordu. Ağzına bir yumruk attım. Gözlüklerim olmadığından ve gözlerim kırmızı bir pusla bulandığından dolayı iyi göremiyordum ama, adamın öksürdüğünü, ağzından bir dişinin düştüğünü ve yere kapaklandığını gördüm. Kalabalık bir an durdu. Bir başkasının suratına bir yumruk attım ve koştum.
Tekrar yolun ortasındaydım. Fakat göremiyordum. Ellerimle gözlerimi temizledim. Ellerim kanla doldu. Kandan yapış yapış olan elbisemi sıyırmaya çalıştım. Ağladığımı fark ettim. Gözyaşlarım kanlı gözlerimi temizliyordu. Ben ne yaptım diye sordum kendi kendime. Çok zamandır haklarında yazı yazdığım, yersiz yurtsuz, fakir, sakat bırakılmış bir halka saldırmıştım. Sınırın öbür tarafında da ülkemin Taliban'la birlikte öldürdüğü bir halka. Tanrı beni bağışlasın, bunları düşündüm. Sanırım sesli olarak da söyledim. Bizim bombalarımızın öldürdüğü ailelerinin bireylerine şimdi de ben düşmanlık yapmıştım.
Sonra çok ilginç bir şey oldu. Bir adam bana doğru yürüdü. Sakin bir şekilde geldi ve beni kaldırdı. Gözlenme giren kandan dolayı iyi göremiyordum ama cübbeli ve sarıklıydı. Beyaz gri bir sakalı vardı. Beni kalabalıktan çıkarttı. Dönüp baktım arkamda yaklaşık yüz kişi vardı. Birkaç taş daha geldi. Ancak belki de yanımdaki yabancıya değmesin diye beni hedeflememişlerdi. Eski Ahit'teki veya bazı İncil nüshalarındaki iyi Samarialı (fakirlere, hastalara yardım eden, iyiliksever biri) gibi biriydi. Hayatımı kurtarmaya çalışan bir müslümandı. Belki de köydeki bir molla.
Beni bir polis kamyonetinin arkasına koydu. Fakat polis hareket etmedi. Polisler de çok korkmuştu. Arkadaki küçük camdan onlara "yardım edin" diye bağırdım. Araç birkaç metre hareket etti ve tekrar durdu. Uzun boylu adam, tekrar söyleyince yeniden hareket etti ve üç yüz metre kadar daha gittik.
Orda yolun kenarında Kızılhaç-Kızılay konvoyu vardı. Kalabalık hala peşimizdeydi. İki sağlık elemanı araçlardan birinin arkasına bindirdiler beni. Elimi yüzümü yıkadılar. Yüzüme ve başıma bandaj sardılar. Birisi "kalkmayın, üzerinize bir battaniye atacağız ve sizi göremeyecekler" dedi. İkisi de Müslümandı ve Bangladeşliydiler. İyi insanlardı. İsimlerini burada anmalıyım: Muhammed Abdulhalim ve Sittar Mukaddes Ahmed. Öylece uzandım. İnliyordum. Yaşayabileceğimi fark ettim.
Birkaç dakika sonra Justin geldi. Kalabalık Belucistan askerlerince korunuyordu. El yordamıyla çantamı aradım. Çantamı asla alamadılar diye söylendim, onu tutarken. Fakat son gözlüğümü almışlardı. Cep telefonum ve 25 yıldır Ortadoğu'dan telefonlar kaydettiğim telefon defterim kayıptı. Ne yapacaktım şimdi. Tanıdığım herkesten telefon numaralarını göndermelerini mi isteyecektim? Yumruğumu yanıma dayamak istediğimde bileğimde büyük bir yara olduğunu ve kanadığını fark ettim. Birinin çenesine vurduğumda dişi yapmıştı. Dünyanın kurbanı olmaktan başka herhangi bir suçu olmayan, gerçek masum bir adamın dişi.
Yirmi beş yıldan fazladır Müslüman dünyanın ezilmişliği ve perişanlığını yazıyordum ve şimdi onların öfkesi beni de kuşatmıştı. Ya da gerçekten öyle miydi? Kızılay'dan Muhammed ve Sittar nefes nefese tedavi edildiğim arabaya gelen Feyyaz ve tedavinin devamı için evine davet eden Emanullah vardı. Üstelik beni kaldıran Müslüman molla da vardı.
Sonra düşündüm ki bana saldıran Afganlıların hiçbiri asla böyle bir şeyi yapmayabilirdi. Onların saldırganlığı tamamen başkalarının, daha doğrusu bizim; yanı onları Ruslara karşı silahlandıran, iç savaş sırasında acılarını görmeyip gülen, sonra sadece birkaç mil ötedeki "medeniyet için savaş"ta tekrar silahlandıran ve evlerini bombalayıp ailelerini parçalayan ve tüm bunları "savaş zayiatı" diye niteleyen bizlerin ürünüydü.
Bu nedenle düşündüm ki, bu korkulu, saçma, kanlı küçük olayda bize olanlar hakkında yazmalıyım. Diğer versiyonların İngiliz bir gazetecinin Afgan mültecilerce nasıl hırpalandığına dair farklı bir öykü üretmesinden korktum.
Elbette ki mesele budur. Saldırılan halk Afganlılardır. B-52'lerle yaralayan, acı çektiren biziz, onlar değil. Tekrar söylüyorum Kila Abdullah'ta bir Afgan mülteci olsaydım onların yaptığını yapardım. Robert Fisk'e veya bulduğum herhangi bir Batılıya saldırırdım.
Çev: Nihat Bulut