Mültecilere Karşı İki Tutumun Geçmişteki İzleri

Kenan Levent

İnsanlar tarih boyunca inançları, fikirleri, savaş veya iç savaş, işgal, zulüm görme, katliama uğrama, kıtlık, kuraklık vb. sebeplerle meskûn bulundukları coğrafyalardan başka coğrafyalara göç etmişlerdir. Her göç beraberinde siyasi, sosyal ve ekonomik meseleler doğurduğu gibi trajik hadiselerin yaşanmasına da yol açmıştır.

Muhacirler gittikleri yerlerde genelde iki tutumla karşılaşmışlardır. Ya Resul-i Ekrem ve muhacirleri yurtlarında barındırıp koruyarak yardım eden ensâr tutumu ya da horlama, yadırgama, aşağılamaya dayalı ‘öteki’leştirici sekter milliyetçi tutum. Bu iki tutumu dünyanın değişik coğrafyalarında farklı isim ve sıfatlarla karşılamak mümkündür. Ama neticede İnsanlığın yeryüzü serüveninde bu iki yaklaşım tarzı hep var olagelmiştir.

Bu iki tutuma ilişkin örnekleri geçmişten seçerek göstermeye çalışacağım. Haklı olarak güncel dururken neden geçmiş sorusu sorulabilir. Birincisi Google’da yapılacak basit bir aramada, TV’lerdeki haber ve tartışma programları izlendiğinde, çeşitli medya platformları takip edildiğinde bu tutumların onlarca örneğine rastlanılacaktır. İkincisi ve daha da önemlisi zaten hâlihazırda bu iki tutumun birçok örneğine bizzat şahitlik ediyoruz. Dolayısıyla bir meseleyi geçmiş örneği ile ele almak birçok meselede olduğu gibi dün, bugün ve yarın perspektifi edinmemize yardımcı olacak ve aynı zamanda durumu daha sağlıklı şekilde değerlendirmemizi ve anlamamızı sağlayacaktır. Aynı şekilde çözüm önerileri geliştirmemize de katkı sunacaktır.

Muhacirlere Kucak Açan Bir Coğrafya

Türkiye coğrafyası göçlerin geçiş güzergâhı olmuş, göçlerle şekillenmiş ve muhacirlere her daim sığınak olmuştur. B. Berat Özipek ve Faik Tanrıkulu’nun birlikte kaleme aldıkları “Türkiye’de Göç ve Suriyeli Sığınmacılar” adlı eser mülteci meselesinin birçok boyutunu doğru bilgi ve olgularla ortaya koyan gayet açıklayıcı bir metindir. Ve bu meselelere ilgi duyanlar için güzel bir çalışma örneğidir. “Türkiye tarihinin aynı zamanda bir göç tarihi olduğu sıkça dile getirilir. Gerçekten de bilinen zamanlardan itibaren Anadolu, göç alan bir yer olagelmiştir. 10. ve 11.yüzyıllarda Türkler Anadolu’ya gelen ilk kavim değillerdi ve son da olmadılar. Modern zamanlarda ise göçler, ağırlıklı olarak Osmanlı Devleti’nin toprak kaybetmeye başladığı son üç yüzyıl boyunca yaşandı. Balkan, Kafkas, diğer Osmanlı toprakları ve İslam coğrafyasından milyonlarca insan, dalgalar halinde ülkeye göç etti.”1 Söz konusu kitap,1783 ile 2014 tarihleri arasında Anadolu’ya yapılan göçleri de kronolojik bir şekilde aktarmaktadır.2

Benzer bir anlatıma Şevket Süreyya Aydemir’in şahsi serüveni ekseninde Türkiye yakın tarihini anlattığı “Suyu Arayan Adam” eserinde de rastlanmaktadır. 1897 yılında Edirne’de doğan Aydemir, çocukluğunun geçtiği mahallerinin Kırım’dan, Dobruca’dan, Tuna kıyılarından savaş ve toplu kıyımlar sebebiyle kaçıp gelen göçmen sellerinden arda kalanlar ve daima gerileyen sınırlardan çekilmelerle sürülenlerden oluştuğunu ve bir göçmen mahallesi olduğunu belirtir. Kafilelerin, perişan bir şekilde ve sürekli artarak geldiklerini anlatır.3

93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) sırasında, Rumeli Müslümanlarının uğradığı zulümleri, düştüğü perişanlığı ve çektiği acıları dile getiren Hüseyin Râci Efendi’nin ‘Zağra Müftüsünün Hatıraları’ adlı eseri de Türkiye’nin göç tarihine ışık tutmaktadır.

Rus’un Tuna’dan Ayastafonos’a kadar işgal altına aldığı memleketlerde tutulan Müslüman ahalinin, gördüğü sayısız eza, cefa ve zulmün anlatılması bu risale ile mümkün olamaz. Olanlar yazıldığı zaman bu asrın medeniyet tarihi lekelenecektir. Çünkü Cengiz Moğollarının, Timurlenk Tatarlarının hayâ eylediği habaset ve rezaleti Bulgarlar pervasızca icra eylediler. Hâlbuki medeni devletler bunları görürken ses çıkarmıyor, medeniyet değil insaniyete bile yardımları görülmüyordu.

Rumeli’den boşanan yüz binlerce ahali, araba, hayvan, şimendiferle yahut yaya olarak gece ve gündüz demeyip İstanbul’a döküldüler. Son nefesteki canlarını emin diyar ve dertliler sığınağı olan Payitaht-ı Saltanata ve Der Saadet ahalisinin âğûş-u merhametlerine attılar.

Sirkeci mevkii, Ayasofya, Ahmediye, Yeni Camii, Nuruosmaniye ve diğer cami-i şeriflerle birçok mektep ve binaların avluları ve bütün meydanlar, mahşer alanında bir numune-i dehşet oldular. Şimendifer katarları tasavvur olunmaz bir halde geliyordu. Vagonların içi ve üstü, erkek-kadın kucak kucağa istif olmuş yanları hatta ön ve arkadaki zincirlerin üstleri insan kesilmiş idi, soğuktan donarak düşenler, istasyonlarda hasta kalanlar hesapsızdı. Bunların büyük bir kısmı açlıktan ve soğuktan öldüler.”4

Geçmişten günümüze muhacirlerin yaşadığı sıkıntı ve dertlerin maalesef değişmediğine işaret eder yukarıdaki satırlar. Suriye meselesinde de modern medeniyetin suskunluğu ve vurdumduymazlığı tarihe kara bir leke olarak geçecektir. Müslümanlar söz konusu olunca uluslararası güçlerin aynı tutum ve davranışlarını değiştirmediğini bugün de müşahede etmekteyiz.

Hüseyin Râci Efendi İstanbul’a gelen bu muhacirleri adeta bir ensâr gibi karşılayanları şu şekilde resmediyor: “İstanbul ahalisinin zengini fakiri Sirkeci İstasyonu’na indiler. Yardım, merhamet ve şefkat göstererek aciz ve biçareleri evlerine aldılar. İltifat ve ikram eylediler, çok zaman misafirlerini ağırladılar, muazzez tuttular. İngilizlerin Şefkat-i Osmanî Cemiyeti ile Hilal-i Ahmer Heyeti tarafından muhacirler giydirilip doyuruldu. Asakir-i Milliye efradı -ki Der Saadet’in bütün Müslüman ahalisinden oluşmuştu- gece gündüz, yağmur kar demeyip muhacirleri yerleştirmeye kendilerini vakfettiler. Ellerine dolu mendil almayan kibarzadeler, hiç kimseyi ayırt etmeden, ihtiyarları ve masumları, sırtlarıyla ve kucaklarıyla taşıdılar. İşte bu fedakârlıklar İstanbul’un düşman atlarının ayakları altına düşmesine karşı bir sedd-i manevi oldu. Dedeğaç, Gelibolu, Tekfur Dağı, Karaağaç vesaire iskelelerden, Anadolu, Mısır ve Arabistan’a vapurlarla muhacirler gitti. Her yerde bunların iskân ve iaşesine gayret olundu.”5

Bu anlatı bize ensâr ahlakına sahip olmanın geçmişten günümüze Müslümanlar için vazgeçilmez bir tutum olduğunu göstermektedir. Zira Suriye meselesinin başlangıcından bugüne benzeri manzaraları (ensâr tutumunu) Türkiye’nin birçok yerinde görmek mümkündür. Yukarıdaki satırlar aynı zamanda muhacirlerin sadece Anadolu’da değil İslam coğrafyasının birçok bölgesinde ağırlandıklarına işaret eder. Örneğin 1887-1891 yılları arasında Balkan ve Kafkas muhacirleri, Şam, Nablus, Hama gibi İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde iskân edilmiştir.6

Muhacirleri Dışlayan Tutum

Muhacirlere karşı ensâr yaklaşımı yanında; ayrımcılık, dışlayıcılık ve nefret söylemlerine günümüzde maalesef yoğun bir şekilde rastlanılmaktadır. Bu dışlayıcı sekter milliyetçi tutum sadece günümüzün değil geçmişin de meselesiydi ve öyle görülüyor ki gelecek nesillerinde mustarip olacağı bir mesele olarak durmaktadır. Râci Efendi, bu sekter tutumu hatıratının ‘Hicretname’ bölümünde şöyle ifade ediyor:

Günde kaç tane göçmen kafilesi geliyor, bunun çaresi yoktur, nafile gönlünü üzme. Ahıra ve Deve Hanı’na yerleştirildiler. Bu han nicelerinin kanına girdi.Bu beş yüz senelik köhne han, bir gece ansızın çöktü. Nice kişi burada öldü. Esef etme bu da takdirin bir cilvesidir. Cami ve mescitlerde yatan Müslümanlar, zaruret ve hicret acısıyla inlerler. Derdimize derman olacak kimse yoktur, bizim ise kuru bir soluğumuz kaldı. Büyükler lütfedip de bir hatırımızı sormuyorlar. Akıl başta değil, düşünce kalmamış, dert ve felaketler ise pek çok. İki göçmen bir araya gelseler, çok kere şöyle konuşurlardı: Ey baba, büyükler hürmet ederken; bize, hakaret, sıkıntı, keder yoktu. Zengin iken bize rağbet ederlerdi; her biri hatırımızı sorardı. Bu muhacirler kendi vatanlarında temiz idiler, o aziz millet burada pis oldu. Vergimizi verirken hepimiz ağa, terbiyeli beybabalar idik. Yazıklar olsun halkı dilenci eylediler, hepsi aç ölüyor, ekmek ve azık yok. Yazık ki İstanbul bizi, çirkin gördü. Bizi def’ etmek için her an çare arıyorlar.Bizden yer yer yüz çevirdiler, haksız olarak ‘pis muhacir’ demeye başladılar. İnsanın âdeti kendinin yükseğine bakmaktır; cahillerin yaptığını iyi bir şey sanma. İnsanı kötüleyen, kirli eşeklerdir. Bari bize pis diyenler temiz olsa… Muhacir olduğumuz için tellaklar, o pisler, bizi hamama sokmadılar. Her birine başka eziyet ettiler; erkeği kadını incittiler. İşin sonunu düşünen akıllı kimseler, böyle alçaklığı kabul etmezler. Böyle söyleyen hiç şüphe yok ki terbiyesiz, sefil, bozuk ve alçak meşrepli kimselerdir. Bana bugün iseyarın da sana gelir; bana çuvaldız ise sana da iğne batar. Aldırma yahu,bu da bir dalgadır geçer; insan her ne ekerse onu biçer. Ey habersiz gâfil insan, sen de bu geminin içindesin; halk batarsa sana zararı dokunmaz mı sanıyorsun?”7

Bu sekter tutumdan Balkan harbi sonrası İstanbul’a gelen muhacirler de nasibini almıştı: “Balkan harbi sırasında İstanbul’a akan muhacir kafileleri onların nezdinde (İsmail Paşa ailesi)öylesine menfi bir imaj meydana getirmiş olmalı ki soğuk kış günleri camilerde yer gösterilen bu diyar gariplerine bir nazar-ı merhamet dahi fırlatmadan: ‘Bitli muhacirlerin, sümüklü çocukların etrafı kirletmelerine kim izin vermişse cezalandırılmalı. Sanki İstanbul’dan gayri gidecek yer mi kalmamış ki buraya doluştular. Şu muhabere bir bitse de hepsi yerli yerine dönseler, etrafımızda onlardan temizlense…’ diyorlardı.

İnsanoğlu iğneyi kendine batıracak olsa elbette ki çuvaldızı başkalarına batırmayacaktı. Muhacirler arasında nurani çehreli bir ihtiyarcık vardı ki kulağına giden bazı densiz konuşmaları tenkit edenlere, bırakın söylesinler, hakarete tahammül insanları küçültmez, büyütür diyebilmek olgunluğu içinde huzurlu ve rahat idi.”8

Yakın tarihimizi hatıratlar üzerinden okuduğumuzda görmekteyiz ki muhacirlere karşı sekter dışlayıcı tutum geçmişten günümüze neredeyse aynı kalıp söylem ve davranışlarla devam etmektedir. Bu dışlayıcı tutum sahiplerine; politikacısından akademisyenine, hukukçusundan gazetecisine, şarkıcısından türkücüsüne, popçusundan sıradan vatandaşına kadar toplumun her kesiminde rastlamak mümkündür. Tabiî ki her göçün kendine has sıkıntıları ve içtimai hayatta değişik yansımaları olmuştur. İnsan unsurunun olduğu yerde sıkıntıların olmaması düşünülemez. Temel mesele bunları nasıl karşıladığımızdır.

Buna mukabil, ensâr tutumu da yaygın olmakla birlikte bu sekter milliyetçi tutum sahipleri kadar aktif bir söylem geliştiremedi. Bu pasif tutum karşıt söyleme cesaret vermekte ve ‘İyilik de kötülük de yani her ikisi de bulaşıcıdır. Fakat kötülüğün bulaşıcılığı daha çabuk ve etkilidir.’ fehvasınca sekter ‘öteki’leştirici tutumun yaygınlık kazanmasına ve sıradan insanları etkilemesine sebep olmaktadır.

MUHACİR KARŞITLIĞININ SEBEPLERİ

Evrensel Bir Günah Keçisi Olarak “Yeni Gelenler”

Özipek, bu durumu şöyle izah eder: “Dünyanın her yerinde, göçle gelenlere karşı, olumsuz tutum almaya hazır kişi ve gruplar vardır. Koşullar elverişli olduğunda bu tutumlar, ayrımcılık ve dışlayıcılıktan fiziksel şiddete ve başka türden zarar verici eylemlere kadar ulaşır. Bazı insanlar, ‘kendilerinden’ görmedikleri, başka veya uzak olduğunu düşündükleri, derisinin rengi, dili veya hayat tarzı kendilerinkinden farklı olan insanlara karşı olumsuz yaklaşım ve tutumlar almaya hazırdırlar. Etnik, dinî, kültürel, cinsel, siyasi kimlik farklılıklarına ilişkin algılar her zaman azınlıklara, göçmenlere, sığınmacılara ve yabancı işçilere karşı olumsuzlukların kaynağı olur.”9

Yabancılara karşı nefretin sebebi olarak Özipek, Arno Gruen’den şu alıntıyı yapar: “Yabancılara duyulan nefretin daima, insanın kendisine karşı duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır. İnsanların, başka insanlara neden acı çektirip onları neden aşağıladıklarını anlamak istiyorsak, önce kendi içimizde yer alan, tiksindiğimiz şeylerle uğraşmalıyız.”10

Oysa her göç bir zorluktur. Hicretin ateşten bir gömlek olduğu söylenir. İnsanların yerlerini, mallarını, sevdiklerini bırakarak göç etmeleri oldukça zordur. Ve travmatik sonuçlar doğurması yaygın bir durumdur. Dolayısıyla empati kurarak yaklaşım, yadırgayıcı, dışlayıcı ve suçlayıcı tutumları aşmada bir imkândır.

Siyonist İşgal sonrası ailesiyle birlikte Mısır’a göç etmek zorunda kalan Edward W. Said, bu durumu şu şekilde ifade ediyor: “Bugün beni asıl kahreden şey, ailemizin ve dostlarımızın 1948 yılında başlayan, ülkeden ülkeye, şehirden şehre durmaksızın sürüklenmelerine neden olan sürgünlükleridir. O sıralar olayların iç yüzünü hiç bilmeyen dünyadan habersiz bir tanığıydım bu sürgünlük halinin. On iki buçuk yaşında bir çocuk olarak, Filistin’den tanıdığım orta sınıf sıradan insanlar olarak bildiğim kişilerin Kahire’de, yüzlerine ve yaşantılarına sinen hüznü, yokluğu görüyordum görmesine. Yine de başlarına gelen felaketin gerçek yüzünü bir türlü kavrayamıyor, hikâyenin farklı parçalarını Filistin’de gerçekte nelerin olup bitmiş olduğunu anlamamı sağlayacak şekilde bir araya getirmeyi başaramıyordum.”11

Edward Said’in ruh halini andırmasa da bugün de benzeri bir durumla; ümmet coğrafyalarında olup bitenleri anlamaktan ve anlamlandırmaktan aciz ve gerçek müsebbipleri suçlamak yerine mazlumları suçlayan, üstelik yaşını başını almış birçok Müslüman entelektüelin yorum ve yazılarıyla karşılaşabilmekteyiz.

Said, mültecilerin içinde bulunduğu durumu şöyle ifade ediyordu: “Filistinli mültecilerin birçoğu ise vatanlarıyla birlikte sağlıklarını da kaybetmiş gibiydiler. Hem devrim öncesi hem de devrim sonrası Mısır hükümetleri Siyonist düşmanı saf dışı bırakmaya ne kadar ant içse, Filistin’e olan desteklerini ne kadar ilan etse de sığındıkları bu yeni ülke, mültecileri, doyurmak şöyle dursun git gide daha çok tüketiyordu.”12

Said’in otobiyografisinden Filistinli mültecilere ensâr tutumuna örnek olarak ise şu pasajı paylaşabiliriz: “Ama Filistin felaketini bize asıl unutturmayan kişi kuşkusuz Nebiha halamdı. Her Cuma günü öğle yemeğine bizim eve gelirdi. Şubra’daki mülteci ailelerini ziyaret etmekle, onlar için oturma ve çalışma izni koparabilmek uğruna taş gibi duygusuz hükümet yetkililerinin başını etini yemekle, mültecilere para yardımı sağlayabilmek için bir hayır kurumundan diğerine yorulmaksızın koşuşturmakla geçen bir haftasının çilelerini anlatırdı bize.”13

Mültecilerle empati kurmanın, insanların söylem, tutum ve davranışlarını değiştireceği açıktır.

Propaganda ve Dezenformasyon

Muhacirlere karşı nefreti besleyen söylemler; “Ülkemize suç ve terör getirdiler!”, “Onlar geldikten sonra, kendi vatandaşlarımıza yapılan sosyal yardımlar azaldı!”, “İşimizi elimizden alıyorlar, ucuza çalışıp işsiz kalmamıza neden oluyorlar!”, “Birkaç on yıl içinde ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturacaklar!”, “Salgın hastalıkların yayılmasına sebep oluyorlar!”, “Mahallelerimizin dokusunu bozuyorlar!” vb. gerçeklikten uzak söylemlerdir.

Ötekine atfedilen olumlu ve olumsuzluğun dozu veya düzeyi, her tarihsel ve toplumsal bağlamda farklılıklar arz etse de sonuçları benzer hale gelmiştir. Herhangi bir insan grubunun herhangi bir sebeple ’öteki’ olarak kodlanması, şeytanlaştırılması onların haklarının gasp edilmesini de kolaylaştırır. Sığınmacılara, göçmenlere ve kırılgan gruplardan diğer bireylere yönelik düşmanca tutumların güçlenmesi, onları ekonomik, psikolojik, cinsel ve başka açılardan sömürebilmek için fırsat bekleyenlere, onların karşı koyma iradesini kırmak isteyenlere, elverişli bir zemin ortaya çıkarır ve fırsatlar sunar. Siyasi rekabette azınlıkları, mültecileri ve göçmen işçileri araçsallaştırarak siyasi avantaj sağlamak isteyen partiler, gruplar ve çevreler de bu sahnede yerini alır. Özellikle ekonomik kriz dönemleri, yabancılara yönelik insanlar yardımlar üzerinden gayri ahlaki bir siyasi avantaj sağlamayı tercih eden, ayrımcı, ırkçı ve milliyetçi partilere geniş bir propaganda alanı açar. Başka zaman ikna edici olmayan argümanlar, ekonomik daralma dönemlerinde daha etkili hale gelir.”14

Elbette ki bu propagandaların sahibi sadece politikacılar değildir. Özellikle medya mensuplarının bu dezenformasyona katkıları oldukça fazladır.

1949 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye hicret eden Ahmed Davudoğlu Hoca ‘Ölüm Daha Güzeldi’ adlı hatıratında bu durumu şu şekilde izah eder: “İleri gazeteciler! Şurası son derece dikkate şayandır. Hükümet İstanbul’da göçmenler için Taşlıtarla denilen yere bir mahalle kurdu. Göçmenleri buraya yerleştirdikten az sonra bazı sözüm ona ilerici gazetelerde göçmenler hakkında çok enteresanhaberler yayınlanmaya başlandı. Ne imiş bilir misiniz? Bulgaristan’dan gelen bütün göçmenler sapık ve namussuz imiş. Zina için hangi kapıya başvurulsa boş dönülmezmiş!.. Hatta Dörtyol Camii’ni yaptıran Hacı Fahri Kığılı’nın bizzat bana anlattığına göre, caminin temelleri bir metre kadar yükseldikten sonra bu adamlar kendisini bulmuş ve nasihatte bulunmuşlar: ‘Hacı baba! Sen bu namussuz göçmenlere boşuna para harcıyorsun! Bunlar camiye gitmez. Sen bunlara iyilik yapmak istersen bir meyhane yaptır, kerhane aç!’ demişler. Bunun üzerine merhum temeli bozarak camiyi üç metre kadar daraltmış! Bana bunu anlattığı vakit cami henüz tamamlanmamış, kubbesi yapılıyordu. Kendisine bunun büyük bir iftira olduğunu söylemiş, neticede: ‘İnşallah göreceksin Cuma ve bayramlarda caminin dışında da içindeki kadar cemaat olacak ve üzüleceksin.’ demiştim. Merhum bunu kat kat fazlasıyla gördü ve dünyadan öyle gitti. Fakat o gün bugün Taşlıtarla’nın adı kötüye çıktı. Zavallı Taşlıtarla sakinleri soranlara Rami’de oturduklarını söyleyecek kadar dara düştüler. O zamanlar otobüslerde aktarma usulü bilet verilirdi. Biletçiye Taşlıtarla dediniz mi, gayrı şuuri bütün otobüstekiler dönüp insanın yüzüne alık alık bakar, adeta: ‘Sen de o namussuzlardan mısın?’ der gibi olurlardı. Hâlbuki gazete haberleri tamamıyla asılsızdı. Çünkü Taşlıtarla’ya iskân edilen Bulgaristan göçmenleri vaktiyle serhat bekçisi olarak Tuna boylarına Anadolu’nun muhtelif yerlerinden götürülmüş seçme insanlardı. Buraya göç etmelerinin yegâne sebebi din ve diyanetlerini, namus ve iffetlerini muhafaza edebilmekti. Doğup büyüdükleri yerlerden ve bütün dünya varlıklarından koparak buraya sığınmaları bundandı.”15

Bu iftiranın sebebini ise şöyle izah eder: “Şu halde bu öldürücü gazete haberleri, bu alçakça iftiralar nedendi? Bunu seneler sonra mezkûr gazetelerin meşrepleri iyice meydana çıktığında anladık. Meğer herifler kendileri komünist oldukları için komünizmden kaçıp gelenlere fena halde içerlemişler ve belli ki içlerinden: ‘Sizin alnınıza bir leke sürelim de ömrünüz oldukça onu çıkarmaya uğraşın.’ demişler. Hakikaten sürdüler ve bu leke bugüne kadar tamamıyla giderilemedi.”16

Bugün de benzeri alçakça iftira ve karalamalar Suriyeli muhacirler özelinde bütün göçmenler ve sığınmacılara karşı yapılmaktadır. Bu iftira ve karalamaların sahipleri geçmişteki bu ideolojik grupların değişik renktekifikrî akrabaları ile sekter milliyetçi gruplardandır.

Elbette muhacir karşıtlığının başka sebepleri de vardır. Sadece muhacir karşıtlarını suçlamak meseleyi çözmez. Bunun izleri bu söylem sahiplerinin yayınları ve değişik propaganda araçlarında dile getirdikleri tahlil edilerek görülebilir. Bu endişelerin bir algıya mı yoksa bir olguya mı dayandığının tespiti önem arz eder. Böylece bir arada yaşamanın zeminini ortadan kaldıracak sıkıntılar giderilebilir. Ayrıca yasal mevzuatta olan boşluklar da bu karşıtlığa katkı sağlamaktadır. Yine bütün bu dezenformasyon karşısında bununla mücadele edecek ve kamuoyunu zamanında doğru olarak bilgilendirecek bir mekanizmanın yokluğu da ayrı bir problem kaynağıdır. Örneğin dünyada ve Türkiye’de sadece mültecilerle ilgili haberleri takip edecek bir ‘basın ve iletişim masası’ birçok dezenformasyonun önüne rahatlıkla geçilebilmesini sağlayabilir.

Muhacirlerin yasal statüsündeki belirsizlikleri ortadan kaldıracak yeni bir düzenleme de bazı problemlerin çözümüne katkı sağlayabilir. Milliyetçi söylem ve tutumları teşvik edici, özendirici yayınlara karşı adalet ve kardeşlik hukukunu önceleyen yayınları ve söylemleri yaygınlaştırmak da önemli bir işlev görecektir.

Netice itibarıyla birçok meselemizi konuşurken dikkate almak zorunda olduğumuz ‘İslami hükümlerin amaçları’ndan hareket edebiliriz. Mülteci meselesine de bu amaçlar-ilkeler ekseninde yaklaşmalıyız. Bu hükümlerin en önemlilerinde birisi “adaleti ayakta tutmak”tır. Kendimiz ve yakınlarımızın aleyhine de olsa adil şahitler olmaktır. Bu, en temel ahlaki ilkemizdir. Mültecilerin de yerleşik insanlar gibi haklara sahip olduğu gerçeğini unutmamak ve ona göre davranmak adaletin gereğidir. Bir diğeri “maslahatı korumak”tır. Bu maslahatlar ise can, din, akıl, nesil ve mal emniyetidir. İnsan hayatı bu beş şey üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla bunları korumak insanları korumak ve şerefli bir hayat sürmelerini teminat altına almaktır.

Dipnotlar:

1- B. Berat Özipek & Faik Tanrıkulu, Geçmişten Günümüze Türkiye’de Göç ve Suriyeli Sığınmacılar, Nobel Bilimsel Eserler, 2. Basım, Ankara, Ocak 2021, s. 10

2- B. Berat Özipek & Faik Tanrıkulu, Age, s. 11-14

3- Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, 28. Basım, İstanbul, Haziran 2014, s. 16-17

4- Hüseyin Râci Efendi, Zağra Müftüsünün Hatıraları, Tercüman 1001 Temel Eser, tarihsiz, s. 253

5- Hüseyin Râci Efendi, Age, s. 254

6- B. Berat Özipek & Faik Tanrıkulu, Age, s. 13-14

7- Hüseyin Râci Efendi, Age, s. 291-292

8- Sâmiha Ayverdi, Hey Gidi Günler Hey, Kubbealtı Neşriyat, 4. Baskı, İstanbul, Haziran 2015, s. 98-99

9- B. Berat Özipek & Faik Tanrıkulu, Age, s. 6

10- B. Berat Özipek & Faik Tanrıkulu, Age, s. 5

11- Edward W. Said, Yersiz Yurtsuz, İletişim Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, 2004, s. 169

12- Edward W. Said, Age, s. 178

13- Edward W. Said, Age, s. 173

14- B. Berat Özipek & Faik Tanrıkulu, Age, s.7

15- Ahmed Davudoğlu, Ölüm Daha Güzeldi, Şamil Yayınevi, 3. Baskı, İstanbul, Ekim 2015, s.124-125

16- Ahmed Davudoğlu, Age, s. 125