Muhasara Altındaki Doğu Guta ve Enkaz Altında Can Çekişen İnsanlık

Haksöz

Bazılarının şaşırmış ya da üzülmüş gibi görünmeleri kimseyi aldatmasın, Doğu Guta’da gerçek manada yeni sayılabilecek bir durum, beklenmedik bir gelişme mevcut değildir! İlla da yeni diye nitelenebilecek bir şey varsa bile bu ancak katliam ve yıkım siyasetine ivme kazandırılmış olmasından ibarettir! Bu açıdan Doğu Guta olsa olsa 7 yıldır Suriye’de yaşanan vahşetin bir yansıması, genişçe bir özetidir!

Tam 7 yıldır Suriye’de ne olup bittiğini; kimin ne yaptığını, neyi hedeflediğini, nereye vardığını anlamak isteyenler Doğu Guta’dan yansıyan karelere bakıp tüm sorularının cevabını bulabilirler. Öyle uzun uzadıya tahlillere, arka plan araştırmalarına, deşifre çabalarına da hiç gerek yoktur. Tablo net, failler belli, hedefler gayet açıktır. Kapalı olan tek şey dünyanın vicdanıdır!

Kolektif Cezalandırmaya Kolektif Katkı

Ne büyük bir ikiyüzlülük ve ne derin bir utançtır ki her yıl Hiroşima için ağıt yakan, Ruanda katliamı için günah çıkaran, Srebrenitsa faciasını anma toplantılarında “bir daha asla” türünden iddialı nutuklar atan ‘uluslararası toplum’ Doğu Guta’da işlenen insanlık suçlarını basit kınama ya da kaygı mesajlarıyla geçiştirmekte, sonuçta hiçbir şey yapmadan seyretmektedir.

Doğu Guta halkını kuşatma altına alıp sistematik bir katliamla cezalandırmaya girişen Esed rejimi ve suç ortaklarının icra ettikleri vahşet manzarasını göz önünde tutup, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un beyanatını hatırlayalım! 14 Şubat tarihinde basın mensuplarıyla görüşmesinde Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Esed rejiminin Suriye'de sivillere karşı kimyasal silah kullandığına dair kanıtlar bulunması halinde kimyasal silahların bulunduğu her yeri vuracaklarını söylüyordu. Hatırlayacak olursak yaklaşık bir yıl önce, Esed güçlerinin 7 Nisan 2017’de İdlib’in Han Şeyhun beldesine kimyasal silahlarla düzenlediği saldırı sonrasında da Trump’ın emriyle ABD ordusu rejime ait Şayrat Hava üssünü füzelerle vurmuştu. 

ABD ya da Fransa gibi devletlerin Esed’in kontrolündeki askerî havaalanlarını ve hava filosunu kısa bir süre içinde tarumar etmeye muktedir olduklarını ve bu şekilde meskûn mahalleri hedef alan ve sivillerin sistematik bir biçimde katledilmesiyle sonuçlanan hava saldırılarını isterlerse kısa sürede durdurabileceklerini biliyoruz. Buna rağmen İsrail’in güvenliğini esas alan ‘kimyasal silah’ hassasiyeti dışında bir kaygının hiçbir şekilde gündeme gelmemesi dikkat çekicidir.

Bu yönüyle Guta halkına karşı rejimin ve partnerlerinin icra ettiği kolektif cezalandırma siyasetine paralel biçimde, uluslararası güçlerin de kolektif bir suç ortaklığı içinde olduğunu söylemek haksızlık olmayacaktır. Ve yine bu suç ortaklığının en azından Doğu Guta özelinde 2013 Ağustos’undan itibaren sistematik biçimde icra edildiği hatırlanmalıdır. Rejim güçlerinin 21 Ağustos 2013 tarihinde Doğu Guta’da gerçekleştirdiği ve 1.300 cana mal olan kimyasal katliam sonrasında küresel güçlerce takınılan şaibeli tutumlar, bir anda pembeleşen ‘kırmızı çizgiler’ ve kurulan pazarlık masası Beşşar Esed rejiminin ve destekçilerinin önünü açmış, ‘uluslararası toplum’ diye tesmiye olunan küresel sistemin birtakım kınama mesajlarının ötesine geçmeyeceğinin ve her ne yaparsa yapsın rejimi durdurmak gibi bir niyetinin bulunmadığının ispatı olmuştu. Öyle ki bu gelişmeyi kendisi için bir tür ‘yeşil ışık’ kabul eden Esed rejimi bir anlamda “Madem kimyasal silahlar sizi rahatsız ediyor, ben de katletmeye varil bombalarıyla devam ederim!” demişti! Nitekim bu tarihten sonra hem rejimin konvansiyonel silahlar kullanarak icra ettiği saldırıların ivme kazanmasına hem de Rusya’nın sahada çok daha belirgin biçimde boy göstermesine tüm dünya şahitlik etmiştir.

Bu Vahşetin Bir Hedefi ve Bir Grup Faili Var! 

Doğu Guta’da karşılaşılan vahşet manzarasının genel manada Suriye tablosunun bir özeti olarak görülmesi gerektiği ifadesini açmak gerekir!

Öncelikle üzerinde durulması gereken husus Guta halkının günahının ne olduğudur? Öyle ya bu insanlar neden bunca acımasızlığın, barbarlığın hedefi olmaktadırlar? İşledikleri hangi ‘suç’tan ötürü tüm bu canavarlığa maruz kalmaktadırlar?

Şam’ın bir banliyösü olan Doğu Guta’da halk, devrimle birlikte Suriye’nin pek çok bölgesinde ayağa kalkan kitleler gibi özgürlük ve adalet talebiyle sokağa çıkmış, sesini yükseltmiştir. Ve yine bütün bir Suriye’de olduğu gibi iktidarının ömrünü uzatmak için yapamayacağı hiçbir şey olmadığını gösteren rejim güçlerince vahşi yöntemlerle susturulmaya, sindirilmeye çalışılmıştır. Kısacası, Suriye’nin diğer bölgelerinde olduğu gibi Doğu Guta halkı da zalimlerce kendisine biçilen kadere razı olmama suçunu işlemiş ve bütün despotların yaptığı üzere teslim alınmaya zorlanmıştır.

İnsanların muhasara altına alınarak açlıktan, soğuktan, ilaçsızlıktan ölmeye itilmesi; ayrım gözetmeden yerleşim yerlerinin vurularak sivillerin katledilmesi; hastanelerin, camilerin, okulların, sivil savunma ofislerinin bombalanması; halka havadan füze yağdırılması, yetmediğinde varil bombalarıyla, fil bombalarıyla bölgenin yakıp kavrulması ve daha pek çok zalimlik özünde bir sonuç, hedefe giden yolda başvurulan taktiklerdir. Hedef ise İslami şiarlarla ayağa kalkan insanların taleplerinin bastırılması, bir dehşet dalgası meydana getirilerek halkın iradesinin sıfırlanmasıdır. Özetle Doğu Guta’da Esed ve suç ortaklarının icra ettiği vahşete karşı çıkarken tüm bu vahşetin zalimlerin ruhsal bozukluklarının bir tezahürü, bir sadist seans olmadığının, son tahlilde siyasal bir hedefe müteallik olduğunu görmek gerekir.

Mazlumun Yanında Olmamak, Zulmün Safında Yer Almak Demektir!

Bu tespitin yapılması önem arz eder çünkü ancak bu gerçeklik doğru kavrandığında savaşı kazandığı, hatta haklı çıktığı iddia edilen Esed-Rusya-İran cephesinin neyi kazandığı ve nasıl kazandığı net olarak anlaşılabilir. Ve yine ancak bu durum tam olarak ortaya konulduğunda kimilerince dost-müttefik konumuna oturtulmaya çalışılan aktörlerin kim oldukları ve neyi temsil etikleri hakkıyla anlaşılabilir.

Nitekim dün Halep’in inanılmaz bir kıyıcılıkla bombardımana tabi tutulması neticesinde direnişçilerin çıkmak zorunda kalması ve şehrin Ruslar ve Esed güçlerince işgal edilmesini ‘Halep’in kurtarılması’ şeklinde tanımlayanları görmüştük. Kimsenin şüphesi olmasın ki aynı taife yarınlarda Doğu Guta’da icra edilen vahşet karşısında direnişçiler çekilmek durumunda kalırlarsa tüm bu yaşananların üstüne rahatlıkla ‘Doğu Guta’nın kurtarılması’ndan söz edecek, ‘Esed’in başarısı’ndan dem vuracaklardır.

Yedi yıldır türlü zulümlere, kirli pazarlıklara, ihanet ve ahlaksızlıklara maruz kalmış Suriye halkını Esed despotizmine razı etme, bu cani rejime boyun eğdirmeye yönelik tavsiyeler, öneriler gerek küresel gerekse de bölgesel düzeyde yoğunlaşmış halde. Hemen herkes adeta Suriye halkını Esed rejiminin kaderleri olduğuna ikna çabası içinde. “Direnişiniz boşa çıktı, bükemediğiniz bileği öpün ve geçmişin üstüne bir sünger çekin!” rahatlığı içinde sözler sarf ediliyor, akıl veriliyor. İlkeden, ahlaktan, adalet ve merhametten uzak birtakım tespitler, çıkarımlar “aklın yolu bir” mantığıyla pervasızca dillendirilip savunulabiliyor.

Düşünün ki şahıslarına, yakınlarına karşı işlenmiş en sıradan bir haksızlığı dahi asla affetmeyen ve hesap sormak için fırsat gözleyenler yüz binlerce insanın vahşice katledilişini, ülkenin harabeye döndürülmüş olmasını, yaşanan acıları, zulümleri “unutun gitsin” diyebiliyorlar. Tüm bu suçların failinin, vahşetin sorumlusunun önümüzdeki yıllar boyunca da Suriye halkının ensesinde boza pişirmesine yeşil ışık yakıyorlar. 

Rusya ne yapar; ABD neye karar verir; BM, AB, NATO ne tür bir siyaset izler; bölge ülkeleri nasıl bir tavır geliştirir vb. sorular spekülasyona açıktır. Sürekli değişen, farklılaşan bir alanda bu tür sorulara ilişkin olarak net ve kesin şeyler söylemenin imkânı bulunmamaktadır. Ve Suriye satrancında tüm bu soruların daha çok uzun bir süre tartışılacağı da kesin gibidir.

Bununla birlikte şu aşamada net olarak bilinebilecek olan bir şey varsa, o da sayılan aktörlerden genel manada adalet ve hakkaniyete uygun bir tutum beklemenin abesle iştigal olacağıdır. Açıktır ki dünya siyaseti genel manada çıkar temelli güç oyunu tarzında şekilleniyor. Bilhassa da İslami hareketin öne çıktığı zeminlerde bu oyun çok daha belirgin bir düşmanlık, bastırma ve imha siyaseti şekline dönüşüyor.

Zulme Uğramaktan Daha Büyük Felaket, Zulmü İçselleştirmektir!

Tam bu noktada gerek küresel gerek bölgesel oyuncuların Suriye siyasetine dair nasıl bir tutum sergileyecekleri spekülasyonunu bir kenara bırakıp, İslami kimlik ve tavır endişesi taşıyanların önceliklerinin neler olması lazım geldiğine, neyi talep edip neleri asla kabul etmemeleri gerektiğine değinmekte yarar var. 

Esed rejimini şu veya bu gerekçeyle, şu veya bu makyajla kabullenmenin bir Müslümanın asla razı olamayacağı bir sonuç olacağının ilk elde altının kalınca çizilmesi gerekir. Uzlaşma, anlaşma söylem ve arayışları hiçbir haklı ve ahlaki zemini olmayan, boş ve temelsiz işgüzarlıklardır. Özetle mesele güç yetirip yetirememe, yenilgi ya da galibiyet meselesi değildir. Mesele adalet özlemi ve insani erdemlerin korunup korunmayacağıdır. Müslüman izzetine sahip çıkılıp çıkılmayacağına ilişkindir.

Esed zaliminin ve suç ortaklarının Suriyeli kardeşlerimize karşı 7 yıldır kesintisiz biçimde işledikleri insanlık suçlarını, vahşeti hiçbir zaman unutmayacağız. Belki gücümüz devirmeye yetmeyebilir ama bu despotik, zalim, katil rejimin meşrulaştırılmasına da asla boyun eğmeyecek, imkân tanımayacağız! Çünkü Rabbimiz adaletsizliği haram kılmıştır!

Herkesin Farklı Hesapları Olabilir! Müslümanların Derdi Adalettir!

Bugün artık Esed güya kendi yönettiği ülkede bile Putin’in arkasında yürüyüp yürüyemeyeceğine yabancı komutanların karar verdiği basit bir piyon, bir zavallıdır. Tüm “Yıkılmadım, dimdik ayaktayım, ülkeyi yönetiyorum!” iddialarına rağmen yaşayan bir ölüdür! Harabe haline getirdiği, baştan sona yakıp yıktığı bir beldede kan içici rejiminin yıkılmamakla övünmesi ise bizatihi bir paradokstur. Ve işlediği bunca suçun hesabını şimdilik vermekten kurtulmuş olması, asla rahata ereceği anlamına gelmez. Böylesine boğazına kadar cürme batmış bir insanlık suçlusunu muhatap almaya yönelik çağrılar ise ne akılla ne de ahlakla bağdaşır.

Herkes birtakım hesaplar yapabilir, kendince belli öncelikler belirleyebilir. Birileri ülke menfaatleri, ulusal çıkarlar adına yeni bir sayfa açılmasını makul bulabilir. Başkaları İsrail’e karşı en geniş ittifak senaryosu bağlamında dostlukların ve düşmanlıkların yeniden tanımlanmasının gerekliliğinden hareketle bazı hassasiyetlerin terk edilmesinin şart olduğuna inanabilir. Kimileri de mazlumların nasıl yaşadığının, izzetin, özgürlüğün bu safhada bir değerinin kalmadığını, önemli olanın sadece hayatta kalmak olduğunu, gerekirse bir böcek gibi hayata tutunmanın tercih edilmesinin lazım olduğunu düşünebilir! Ve tüm bu değerlendirmelere, yargılara bağlı olarak pek çok kişi, çevre, topluluk Esed rejimine dair bakışın, tavrın değiştirilmesi gerektiği sonucuna varabilir.

Tüm bu tezlerin, iddiaların, maslahat adına sıralanan tekliflerin bir değeri de anlamı da yoktur! Tamamı ahlaki ve insani bir temele istinat etmeyen değerlendirmeler olmakla maluldürler! Hiç şüphesiz bunca zulmün, vahşetin birtakım menfaatler uğruna unutulması, yok sayılması, görmezden gelinmesi vicdansızlıktır, zalime boyun eğmek ve zulmü içselleştirmektir! Ve böylesi bir yaklaşım sonuçta ahlaksız bir tekliftir! Zulmün, vahşetin içselleştirilmesi; ahlaksızlığın normalleşmesi ise başımıza gelebilecek en büyük felakettir!

Rabbimiz güç yetiremeyeceğimiz bir yük yüklememiş, bizi ancak gücümüz, kapasitemiz oranında sorumlu tutmuştur. Bu itibarla zalimlerin saltanatını devirmekle mükellef değiliz. Gücümüz, kudretimiz buna yetmeyebilir. Mamafih zulmü reddetmekle, zalime boyun eğmemekle, zalimlerin saltanatını devirmek için mücadele etmekle mükellefiz. Bu mücadelenin doğru bir biçimde, sahih bir usulle sürdürülebilmesi ise evleviyetle zalimi reddetmeyi, ona asla meşruiyet tanımamayı, işlediği zulmü ve vahşeti hiçbir şekilde unutmamayı ve unutturmamayı gerektirir!