AK Parti’nin 2001 yılındaki kuruluş süreciyle beraber kullanmaya başladığı ‘muhafazakâr demokrasi’ kimliği, farklı dönemlerde farklı anlama biçimleri oluşturmuştur. İlk başlarda bu kimliği üstlenenlerin gizli bir siyasi ajanda taşıyıp taşımadıkları ve küresel değerlerle bütünleşip bütünleşmedikleri üzerinde duruldu; daha sonraları ise anti semitik olup olmadıkları ve “Arap Baharı”ndan yana eğilim gösterilmesi üzerine “siyasal İslamcı” bir mahiyete dönüşüp dönüşmediği tartışıldı. Bu husustaki küresel güç odaklarının değerlendirmeleriyle paralelleşen Türkiye’deki Batıcı-laik elitler ve yerli baskı grupları, intihal eleştirilerin taşıyıcıları oldular.
Tezahürleri ABD bağlantılı olduğu belirginleşen 15 Temmuz 2016 tarihli askerî darbe teşebbüsüne karşı AK Parti hareketi lideri Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları ile vesayete, darbelere karşı olan unsurlar direnerek teslim olmadılar. Sonrasında emperyal odaklar ve işbirlikçileri Erdoğan’ın diktatör ve güvenilmez bir İslamcı olduğu keşiflerini deklare etmeye koyuldular. Bu itham dolu keşifleri sanal alanı işgal etmeye başladı. Erdoğan gerek devlet yönetiminde bütünlüğü sağlamak gerekse ambargo oluşturma temayülündeki küresel güçleri yumuşatmak için dindarlık söylemi içinde ulusalcı-seküler görünümü daha bir ön plana çıkartmayı yeğledi. AK Parti’nin “yerlilik” algısında milliyetçilik ve Atatürkçülük renkleri ön plana çıktı. Erbakan’ın şemsiye kavram olarak kullandığı “milli görüş” mottosu gibi “muhafazakâr demokrasi” mottosu da 15 Temmuz’dan önce politik örtüye bürünmüş bir “İslamilik” olarak algılanmaya başlamışken, bu algı yeniden “ulusal dindarlık” eklektizmine rücu etti.
Mevcut ideolojik anayasa aksına olan tutsaklığına rağmen AK Parti hareketinin ve Erdoğan misyonunun özde İslam’a hürmetkâr olduğuna inanan önemli bir kitle mevcuttur. Bu misyonun kimliğindeki ton değişimlerine rağmen bu hareketin “Müslümanların kültürü”ne ilgi ve alakasının, politik bir “değişken”liği ifade etmesinden ziyade; örtülü bir “sabite” ifade ettiğini uzun yıllara yayılan iktidar dönemi icraatlarına bakarak tespit etmek mümkündür. 2023 Türkiye Genel Siyasi Seçimlerinde Batılı medyanın ve küresel kapitalist erkin Erdoğan’ı ve onun oluşturduğu misyonu tasfiye etmeye çalışan işbirlikçi kampanyaların teşvik edilmesini de bu tespitle irtibatlandırabiliriz.
Ancak AK Parti ve Erdoğan, 15 Temmuz’dan sonra bahsettiğimiz devlet yönetiminde bütünlüğü sağlamak ve küresel itham çemberini aşmak amacıyla olsa gerek, taşıdıkları “muhafazakârlık” misyonu üzerindeki “demokratlık” rengini daha çok “ulusallık / milliyetçilik” söylemi ile takas etmeye çalıştı. Muhafazakâr bir ulusçuluk üretiliyor da diyebileceğimiz bu seyri, yeni bir olgu olarak değil, son yüz elli yıllık tarihî yaşanmışlıklar sürecinde yeni bir versiyon olarak değerlendirmek gerekmektedir.
1000 yıllık, daha sonra 1400 ya da 1445 yıllık tarih algısıyla yakalanmak istenen ve Müslümanların toplumsal tarihî geçmişini aydınlatan özgünlükten, maalesef ki muhafazakârlığın yeni milliyetçilik kalıbıyla 2200 yıl önceki pagan kirlerle bulanmış bir zemine düşüldü.
Bizim kültürel müktesebatımızda yer tutan “Kökü mazide olan atiyiz.” özdeyişi, gelenekten geleceğe bir yol arayışıdır. 2023 ve sonrası için AK Parti’nin kullandığı “Yeni Türkiye Yüzyılı” hedefi de bir gelecek tasavvuru olarak karşımıza çıkıyor. Ama bu tasavvur için kök kabul edilecek gelenek fıtrî ve hak olan bir sahihliğe mi dayanacak; yoksa muharref bir bulanıklığı mı kaynak edinecek? Bu yazıdaki gayretimiz “Asım’ın Nesli”nin veya “İmam Hatip Nesli”nin ya da “Okçular Tepesi”nde sabit kalmayı seçen delikanlı yüreklilerimizin kimliklerini ifade eden elbiselerinin üzerine kir sıçramaması, her türlü cahilî kimlikten hicret etme çabalarının teşvik edilmesi içindir.
Çözümsüzlüğün İki Eğilimi
Padişah II. Mahmud reformlarından ve özellikle 1839 Tanzimat Fermanı’ndan bu yana adına Türkiye ahalisi denilen Müslüman kitleler üç farklı eğilim gösteren bir bölünmüşlük içerisindedirler. Tarihleri işaret ettiğimiz köklere uzanan ve günümüzde oldukça belirgin hale gelen bu bölünmüşlüğü üç kategoride ele alabiliriz:
A- Mağlubiyetler sonucunda Batılı hayat ve yönetim tarzına öykünüp İslami aidiyetlerini coğrafi ve kültürel alt kimliğe indirgeyenler.
B- Mağlubiyetlerin yükünü taşıyan, tabiî ve fıtrî hakları yasaklanan, dolayısıyla merkezin dışında tutulan; ama gasp edilen haklarını geri almaya, iç ve dış vesayetten kopmaya çalışan dindar Müslümanlar.
C- Kimlikleri müphemleşen veya dejenerasyona uğrayan ya da dehriler gibi günübirlik yaşamayı hayat felsefesi edinen şaşkın ve kaygısız sosyal küme.
İslam ümmeti/İslam toplumu olmaktan uzaklaşılıp ulus toplum sürecine yönelinmesi ümmet çocuklarının zihin atlasını alt-üst etti. Osmanlı sisteminde yaşanan zaafları hem Osmanlı kalem ricali hem subay takımı arasından oldukça fazla kişi yükselen Avrupa değerlerini taklit ederek aşacağımıza inanmaya başlamıştı. Ulema sınıfı ise yeni şartlar karşısında ilmihallerini yenileyecek bir ıslah projesi geliştirmek yerine eskiyi yücelten taklitçi reflekslere takıldı.
Günümüzde halen bu modernist aldanış ve muhafazakâr kapanma eğilimi Batı’nın paradigmal teşvikleri ve politikalarıyla da akışını devam ettirmektedir.
Osmanlı toplumunun son zamanlarında stratejik çözüm arayışları Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” (1906) çerçevesinde önce Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük tezleriyle; akabinde de Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” (1918) tasarımı çerçevesinde yapılmıştı. 1923 Nisan’ından sonra Mustafa Kemal ve İkinci Meclis’e atadığı Türkçü kadrolar tarafından doğrudan “Garplılaşmak” veya “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” dayatmalarıyla yola devam edildi.
Böylece Avrupa ve Anglo-Sakson eksenli ulusçuluk tartışmaları gündemimizi kapladı. Moderniteye karşı tepkisellik de muhafazakârlık olarak dindar kesimin üstüne yapıştı.
Önce kısaca ulusçuluk ve muhafazakârlık kavramları üzerine bir-iki söz söylemek gereklidir:
Ulusçuluğun Kaynağı
Modernitenin Batı-dışı toplumlara aşıladığı veya ihraç ettiği en önemli sosyo-siyasal proje, 19. yüzyılda kendi şartlarında oluşan seküler ulus devlet ve ulus toplum modelleridir.
Felsefi idealizmin ve diyalektik mantık şablonlarının teorisyeni Friedrich Hegel (ö. 1831), modern ulus devleti, diğer unsurlarıyla beraber ekonomi boyutuyla da irtibatlandırmış ve ulus devletin amaçları arasına “pazarın ortaya saldığı denetimsiz amaçları zapturapt altına alınması” görevini de katmıştır. Bu bağlamda Avrupa’da Batı-dışı cemaat, halk, kavimler ve toplumlar/ümmetler için oluşturulan ulusçuluk çalışma ve teorileri, hayati ihraç ürününe dönüşmüştür. 19. yüzyıl küresel egemenleri, Batı-dışı toplumları ve ideolojik olarak etkiledikleri öteki elitleri ulus devletler kurmaya yöneltmiş; peşinden de yeni oluşan bağımlı veya yarı bağımlı ulus devletlerle Batı-dışı pazarları zapturapt altına almayı amaçlamışlardır diyebiliriz.
Ulus devlet ve ulus toplum tanımı, tarım toplumundan/feodaliteden sanayi toplumuna/kapitalizme geçiş sürecindeki 1789 Fransız Devrimi ile tarih sahnesinde belirgin hale gelmiştir.
Feodal devletin kaynağı monarşi ve kilise idi.
Burjuvazi sınıfı bu yapıyı yıkarken milliyetçi akımları güçlendirdi, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” tezi ile seküler milli egemenlik fikrini gündemleştirdi. Etnik menşeli ortak dil, vatan, ulus, devlet ve bayrak kültleriyle hem ulus ve hem ulus devlet ideali ve vakiiliği üretildi.
a) Uluslaşma sürecinde toplumsal sözleşme teorisinin rolü:
Thomas Hobbes’a (ö. 1679) göre bireysel çıkarlar, haklar ve sosyal düzenden mahrumdu. Bu doğal hali toplumsal sözleşmeler takip etti. Bu konuda M.Ö. 13. yüzyılın başındaki KADEŞ Anlaşması’nın önemine işaret eder. Bu çerçevede yazdığı “Leviathan” isimli kitabı bir din ve dünya devletinin biçimini içeriğini ve gücünü dile getirir. Kitabın adı Kitab-ı Mukaddes'te geçen “Leviathan” isimli bir yaratıktan esinlenmiştir (1651). Jean-Jacques Rousseau ise “Toplumsal Sözleşme” (1762) kitabı ile toplumsal sözleşme kuramının en ünlü filozoflarından kabul edilmiştir. Bu filozofların teorik çalışmaları ile ulusçuluğun anayasal monarşi (Magna Karta 1215), liberal demokrasi ve cumhuriyetçilik süreçlerinde anlam kazandığı üzerinde durulur.
b) Uluslaşma sürecinde tepeden inmecilik:
Modernleşme odaklı teorilere göre ulusal kimlik daha önceden var olan devletin (iktidar gücünün) politikalarının bir ürünü olarak görülmektedir. Ancak burjuvazi ve kapitalist sermaye sınıfı çıkarları doğrultusunda yeni bir toplumsal mühendislik projesi ortaya koymuşlardır. Lakin bu proje doğrultusunda Ernest Renan (ö. 1892) kendilerine etnik köken icat etseler de ulusların 2-3 asır öncesine giden tarihî geçmişlerinin olamayacağını; ulusun ve ulus devletlerin tarihte yeni öğeler olduğu iddiasında bulunmuştur. Ona göre eski çağlardan beri imparatorluklar, krallıklar, şehir devletleri var olmuştur ancak vatan ve ulus bilinci gelişmemiştir. Onların ulus olmasını dil, din, çıkar ve coğrafya farklılıkları engellemiştir.
Ulus toplum mühendislerine göre hukuk, bütün olarak neyin toplum için faydalı olduğuna karar vermeli ve bireyler buna razı olmalı ya da zorla razı edilmelidirler. Ama Batılı paradigmada pozitivist hukukun nasıl belirlendiği ve zorla razı etmenin ontolojik boyutuyla ilgili derinlik sürekli göz ardı edilmeye çalışılmıştır.
c) Bizdeki ulusçuluklar:
Osmanlı toplum yapısına Avrupa merkezli enstitüler tarafından bölmek ve güvenli pazarlar oluşturmak için zerk edilen ulusçuluk akımının veya çatışmalarının ilk ve en belirgin olanları Yunan, Ermeni, Arap, Türk ve Kürt ulusçuluklarıdır.
“Türkçülüğün Esasları”nda Gökalp’in referans kaynakları İngiliz ve Fransız şarkiyatçı ve Türkologlardır. Genç-Osmanlıların Jön Türklere dönüşmesi büyük ölçüde sentez kimlikler kavşağında Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Gökalp gibi çabaları çözüme yönelen münevverlerimizi çıkmaz hedeflere kilitlemiştir.
“Kürt Dilinin Grameri” 1787’de Papaz İtalyan Garzoni tarafından yazılmıştı. Avrupa’da eğitim alan bölgedeki Bedirhani, Baban, Cemilpaşa ailelerinin çocukları ve Fransızların işgal ettikleri Suriye’den Fransa’ya götürülüp eğitilen Kürt gençleri de Jön Kürt hareketini oluşturan bir yabancılaşmayı mayaladılar.
Jön Türklerden ve Jön Kürtlerden sonra artık “ümmetten bir millet/ulus yaratmak” peşinde koşuldu. Hatta Abdullah Öcalan’ın önce PKK’nin dergisi “Serxwebûn”da sonra “İmralı Savunması”nda belirttiği gibi “siyasal İslam” fobisiyle “tek devlet iki ulus” savunusu bile yapılabilirdi.
Muhafazakârlık veya Tutuculuk
Batı’daki tanımıyla muhafazakârlık (conservatism), geleneksel toplumsal etmenlere yani tarihsel ve kültürel birikimlere tutunarak ama ulus toplumla birlikte çağın gereklerini göz ardı etmeksizin geçmişten gelen gelişime ayak uydurma politikasıdır.
Ancak “Toplumsal ihtiyaçlar değiştikçe normlar da değişir.” diyerek dinî ve geleneksel değerleri tasfiye etmeye çalışan Batıcı/ilerlemeci akaidin mensupları (ulusçular, liberaller ve sosyalistler), istedikleri toplumsal düzen gerçekleştiğinde muhafazakârlaşabilirler. Türk devrimleri ile Türk ulus devleti ve laik sistem gerçekleştikten sonra vazgeçilemez ilan edilen “Atatürk ilke ve inkılâpları” ve CHP’nin “altı ok ideolojisi” kült haline getirilmiş ve bu kültler asırlara taşınacak bir tutuculukla kutsanmaya başlanmıştır.
Modernite/Batılı paradigma, tüm Müslümanların içine doğduğu bugünkü zorunlu cahiliye yapısıdır. Cahiliyeyi inanç ve amelde aşmaya çalışanların var kalmak için uzlaşmaları farklı bir tutuculuğu veya muhafazakârlığı oluşturmaktadır.
Muhafazakârlık, kapitalist modernleşme süreci karşısında, bu sürecin çözdüğü siyasal, toplumsal ve kültürel yapıların veya bu yapılardan gelen anlam ve değerlerin sürekliliği adına gösterilen tepkiye dayanır. Rasyonelleşmiş gelenekçiliktir. Ancak muhafazakârlık, vazgeçilmez hazinesi olan dini, modern bir müdahaleye tâbi tutar, onu dünyevi saiklerle yeniden yorumlar.
Velhasıl muhafazakârlık sanayi toplumu, ulusal yapı, bilimcilik cereyanı içinde mevcudu muhafaza etmeyi amaçlayan bir siyaset anlayışı ve pratiğidir. Toplum düzeninin evrimleşmesi veya modernleşmesi sürecinde modernlik dışındaki kaygıları temalaştıran bir sosyal teoridir.
Batı kültüründe ekonomiye ve pazara hükûmet müdahalesinin asgari seviyede olmasını, ancak hukuk ve düzeni sağlamak için güçlü bir devletin de bulunmasını savunan “liberal muhafazakârlık”tan ulusal çıkarlara odaklanıp kültürel ve etnik kimliği koruma amacını taşıyan “milli muhafazakârlık”a; anarşiyi engellemek için monarşiyi önceleyen “gelenekçi muhafazakârlık”tan toplumun organik olarak var olduğuna, yoksullukla başa çıkmak için sosyal güvenlik ağını önemseyen “ataerkil muhafazakârlık” çeşitlerine kadar farklı muhafazakârlık tanımlarından da bahsedilmektedir.
Bizdeki Muhafazakâr Ulusçuluğun Üretimi
Bu girişten sonra “muhafazakâr ulusçuluğun üretimi” konusunu AK Parti’nin kuruluş süreciyle beraber öne çıkarttığı “muhafazakâr demokrat” tanımının arka planını ve seyyaliyetini, muhafazakârlığın ulusçuluk ve Atatürkçülük söylemini bünyesine niçin kattığıyla ilgili kimliğindeki renk değişimlerini sekiz ara başlıkta ele almaya çalışacağız.
1) Garplılaşma ve uluslaşma eğilimine gösterilen direnç
Sömürgeciler karşısında mağlubiyetlere; ayrıca öykünmeci uluslaşma/Türkleşme ve bu süreçle birlikte muhafazakârlaşma eğiliminde olanlara karşı iki direnç kümesi söz konusuydu.
Avrupa eksenli modernist veya neo-gelenekçi yabancılaşmaya karşı direnenlerden en büyük kesim Osmanlı yapısındaki eski hali ihya etme niyetini taşıyanlardı. Ama bu kesimle söz konusu olan dışardaki sömürgecilere ve içerdeki Garpzedelere karşı yönetimde ve yasamada katılımcı şûrâ eksikliği içindeki istibdat yapısını sorgulamaksızın direnen; mevcut birikimi taklit ve Osmanlı yapısını ihya etmekten öte bir proje üretemeyen bir statükoculuktu. Avrupalıların askerî donanım üstünlüğü yanında Sanayi Devrimi, uluslaşma ve faizci kapitalist pazar gibi büyük sorunlar karşısında eski birikimin taklitçiliğini aşamayan Osmanlı medreselerinden tarikatlara ve Şeyh Said ayaklanmasına kadar uzanan bu direniş ekseni, istibdat muhafazakârıydı.
Yönetim, yasama ve kültür alanlarında Garplılaşmaya maruz kalan teslimiyetçi kimliklere karşı iç bünyede ümmet için ihya ve yeniden inşa projesi ve istilacılara karşı da direnişi örgütleme peşinde olan ıslah çizgisi “İttihad-ı İslam” projesini ön plana çıkardı. Çağdaş problemler karşısında İslami esaslar temelinde tahkik ve içtihat çabası içinde olan Cemaleddin Afgani (ö. 1897), Şehabeddin Mercani (ö. 1889), Muhammed Abduh (ö. 1905) öncülüğündeki ıslah ekolü ve ıslah projesinin Osmanlı’daki taşıyıcıları el-Menar ve Sebilürreşad dergileriydi. Bu çizginin aralarındaki farklı nüanslar dışında öncelediği ilkeler, 20. ve 21. yüzyıl İslami hareketlerinin hâlâ ana programlarını biçimlendirmektedir.
Garplılaşma karşısındaki bu iki eğilimimizin aynılaştıkları yanlar direniş ve İttihad-ı İslam, farklılaştıkları yanlar ise taklitçilik ve istibdat ile ilgili tutumlarıdır. Anladıkları boyutuyla da olsa savundukları, kimliklerini tanıklaştırdıkları İslami aidiyetleri ve amelleri veya “İslamcılıkları”, tahkik temelli ıslah projesiyle bütünleşmezlerse her iki kesimden insanlar için bâtiniliğe de modernizme de kayabilirdi. Ve kayanlar da oldu.
2) Cumhuriyetin ilk yıllarında muhafazakârların kimlik kargaşası
Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumsal dönüşümle ilgili özneleşen üç anlayış ve üç tutum söz konusuydu: devrimci kopuş, muhafazakâr milliyetçilik / ulusçuluk, ıslah temelli savunma.
a) Devrimci kopuşu en açık tarzda ifade eden Mustafa Kemal’in değişiydi: “Ümmetten bir millet (ulus) yarattık!” Kopuşu yaşatanlar, pragmatik olarak her daim reforme edilen bir dini ikame etmeye; aynı zamanda dinsellikten kaynaklanan muhafazakâr direnci de kırmaya çalıştılar.
b) Yeni Türklük ve muhafazakâr ‘devamlılık” mottosunu Yahya Kemal’in dizelerinde bulmak mümkündü: “Kökü mazide olan atiyiz.” Türkleşme süreci içinde tarihî devamlılığı savunan muhafazakârlar, dinî birikimi ıslah edici bir anlayışı sergileyememişler; “İslam’ın bulunduğu gibi kabul edilmesi” tezi içinde İslami değerleri değil daha ziyade Müslümanların kültürünü savunmuşlardır.
c) Islah projesi, ulus oluşumu içindeki her iki yabancılaşmadan farklı olarak “vahiy ve fıtratla yeniden buluşma ve yeniden inşa”yı ve tevhidî değerlerle “içtihadi yenilenme”yi ifade ediyordu ama gereken öncüleri yetiştirecek zaman bulamadı; şiddetle baskılandı. Islah akımının çizgisi ve haftalık dergisi Sebilürreşad,4 Mart 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ile yasaklanmış ve bağlıları İstiklal Mahkemelerinin cürümleriyle karşı karşıya kalmışlardı. Sebilürreşad, küffara karşı verilen Anadolu savaşlarından sonra Meclis’teki Birinci Grup’un ve Türkçü kadronun mafyatik gizli komitesi 35’ler Grubu’nun değerlerimizden kopuk Türk inkılâplarına yönelmesi ile başlattıkları suikast, baskı ve manipülasyonlara karşı Nisan 1923’te Ankara’yı terk etmiştir. Sebilurreşad, Mayıs 1923 tarihinden itibaren İstanbul’da yayınlanmaya başlamış ve kapatılıncaya kadar İttihad-ı İslam perspektifiyle ve basiretle gördüğü değerlerimizden kopuşu ve yabancılaşmayı ifade eden muhtemel Türk devrimlerine karşı yayın yoluyla en etkin ve son mücadeleyi üstlenmiştir.
1925 Şubat’ının ortalarında İslam’ı tasfiye etmeye yönelen ve ırkçılık kokan yeni rejime karşı Şeyh Said’in ayaklanma teşebbüsü patlak verince, Fethi Bey hükûmeti düşürüldü ve İsmet Paşa 3 Mart'ta yeni hükûmeti oluşturdu. Yeni hükûmet ilk iş olarak Takrir-i Sükûn Kanunu’nu Meclis'ten geçirdi ve biri isyan bölgesinde, öteki Ankara’da ve seyyar olarak İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Peşinden İslami kimliği ile temayüz eden binlerce âlim ve hizmet ehli insan keyfî yöntemlerle idama ya da sürgün hayatına mahkûm edildi.
1923 Nisan’ında şekillendirilen İkinci Meclis mebusları, Türk inkılâplarına teşne atama yoluyla seçilen mebuslardı. 23 Nisan 1920 tarihinde açılan Büyük Millet Meclisinin açılışıyla var olan Birinci Grup karşısında, çoğunluğu muhafazakâr refleksler gösteren İkinci Grup oluşmuştu. İkinci Grup içinde kuru bir Osmanlıcılık dışında Osmanlı nizamına geri dönülmesini savunan siyasal bir hareket yoktu. Geçmişi ihya etmeyi düşünenler ihya edecek bir geçmiş göremiyorlar, “bugünü kurmayı” daha önemli bir meşgale olarak görüyorlardı. Dolayısıyla cumhuriyet muhafazakarlığı dünden geleceğe hep reformist bir ihyacılık peşinde olmuş, ıslah çizgisini ve projesini kavrayıp geliştirecek bir ufuk genişliğine ulaşamamıştı. 1920-1923 yılları arasındaki Meclis’teki İkinci Grup büyük ölçüde Avrupa entelektüalizminin, ticari kapitalizmin etkisinden kurtulamamış, geleneksel devlet nosyonunun sönümlenmesi karşısında tez üretememiştir. Ayrıca Birinci Meclis’teki İkinci Grup’tan Hüseyin Avni (Ulaş) ve Ali Şükrü’nün Lozan görüşmelerine muhalefetlerinin Misak-i Milli sınırlarıyla ilgili olduğunu biliyoruz. Lozan’da dayatılan “muasır medeniyet seviyesi”yle aynılaşma dayatmasına karşı teorik düzeyde de olsa muhafazakâr bir tepki gösterdikleriyle ilgili bir dokümana ulaşabilmiş değiliz.
Senelerce Fransa’da Avrupalı muhafazakâr tarihçiler ve felsefecilerden dersler alan Fuat Köprülü ve Yahya Kemal gibi düşünürlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında hazırladıkları fikrî zeminde ilk muhafazakâr siyasi örgütlenme 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olarak kurumlaştı. TCF, Kemalist hareket içindeki mücadelenin bir parçasıydı. İktidar mücadelesinde muhafazakârlıkları teorik bir zemine değil, tepkisellik ve psikolojik duygulara dayanıyordu. Ancak yeni Türk milletini/ulusunu “tasfiyeci” bir yöntemle değil “tekamülcü” tarzda oluşturmaktan yanaydılar. Muhafazakâr bir programları yoktu, programları Cumhuriyet Halk Fırkası tüzüğüne benziyordu.
TCF’nin kurucu paşaları, uluslaşma sürecinde 23 Nisan 1920’de Meclis’in açılışındaki nutuklara ve Kemalist söylemin en başından beri taşıyıcısı olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin İslami unsurları taktiksel olarak kucaklayan ilk yaklaşımlarına bağlılık psikolojisi içindeydiler. Birinci Meclis dönemindeki dinî söylem ve atmosfer, İstiklal Mahkemeleri tarafından “irtica”yı cesaretlendirdiği iddiasıyla yargılanmıştı. Şeyh Said’in tepkisi İslami canlılık ifade eden bütün objeleri “irtica” ifadesiyle aşağılama, suçlama ve yargısız infaza muhatap kılma operasyonunun bahanesi olmuştu. Yine bu mahkemenin 5 Mayıs 1925 tarihli teklifi sonucu, hükümetçe 3 Haziran 1925’te TCF kapatıldı. Gerekçe de TCF’nin tüzüğündeki “dinî fikir ve inançlara saygılı olunacağı” ile ilgili 6. maddeydi. Ama bu tüzüğe izin veren de aynı devletin hükûmeti idi.
Muhafazakâr teorinin Türkçeye ilk donanımlı taşıyıcılığını yapan Köprülü ve Beyatlı idi.
Fransız muhafazakârlığında, din itikat ve iman olmaktan ziyade, Hristiyanlığa dayanan cemaat yaşantısıydı. Köprülü için de Türk kültürü, Türklerin İslam öncesi geleneklerinde de 11. yüzyıl sonrası İslamlaşma sürecinin kültürel birikiminde de aranarak senteze ulaşılmalıydı.
Yahya Kemal’in muhafazakârlığı ise dine veya İslam’a, itikat-iman ve ilmihal yönünden ziyade cemaat ve atmosfer/iklim olarak değer veriyordu. Ona göre İngilizler gibi teenni ve tekâmül yoluyla imparatorluktan Türkiye’ye geçiş olmalıydı.
Öncü muhafazakârların yolunu takip ederek Fransa’ya tahsil için giden Nurettin Topçu da Necip Fazıl Kısakürek de hem ulusçu muhafazakarlığın eğitimini hem pozitivizme karşı Avrupa’da geliştirilen ruhçu-sezgici felsefenin şemalarını öğrenip geri döndüler. Her ikisi de 1940 tarihinde ıslah ekolünü takip edenlerimizin yayınlamaya başladığı “İslam-Türk Ansiklopedisi” dışında Kemalist pozitivizme ve şekilci Garplılaşma akımına ilk radikal tepkileri çıkarttıkları Hareket (1939) ve Büyük Doğu (1943) dergileriyle oluşturmaya başladılar. Ama bu dergilerde işlenen tezler “muhafazakâr ve milli dindar İslamcılığın” da ilk kaynaklarını oluşturdular.
3) Çok partili sisteme geçerken dindar kesimin ulusçuluk kimliğine sığınması
Şeyh Said’in kıyam teşebbüsü bir uzlaşma veya restorasyon tasarımı değildi. Ama daha sonraki dinî potansiyel veya İslamcılık, modernleşmeyi “militan laisizm”in aşırılığından arındırmak, gelenekle barıştırmak ve var kalabilmek veya “köprüyü geçebilmek” için karşıtına sığınmak gibi çabalara yöneldi. Özellikle “çok partili sisteme geçiş” sürecinde gösterilen bu refleksler; muhafazakâr İslamcılığa veya Türkiye İslamcılığına götüren Müslüman kimliğine ulus devletçi, milliyetçi ve sağcı renkler bulaştırdı. Bu tür eklektik kimliğe bulanan bazı İslami dergiler 27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra da çıkmaya devam edebildi.
Aynı dönemde, anti-komünizm, “Türkiye İslamcılığı” ile devlet muhafazakârlığının ortak paydası olmaya başladı. Pragmatik devlet muhafazakârlığı, CHP’yi 2023 Genel Seçimler sürecinde olduğu gibi “militan laiklik”ten uzaklaştırdı. 1949’da Cumhurbaşkanı ve CHP lideri İsmet İnönü Ankara İlahiyat Fakültesinin, 19 türbenin ve ilk imam hatip mektebinin açılışına ön ayak oldu. Bu barışma hamlesi konjonktürel ve taktiksel bir değişimdi. CHP, Kemalist bürokrasi ve aydın sınıf arasında “militan laik”liği ifade eden “Atatürk ilke ve inkılâpları” ihmal edilirken, ilerlemeci pozitivizme dayanan “Atatürk düşünce sistemi” ön plana geçirilip sürekli olarak gündemde tutuluyordu. CHP ne zaman Müslümanlarla barışmaya kalksa tüm basın, bürokrasi ve aydın sınıfındaki gücüyle “şeriat”ı dışarıda bırakarak Müslümanlığı kendi tanımlamaya kalkıştı.
12 Eylül 1980 askerî darbe konseyi, ülkedeki ideolojik kamplaşmayı aşmak için devlet muhafazakârlığına tekrar ihtiyaç duydu. Bu sefer dinî olanı “Türk-İslam sentezi” restorasyonuna tâbi tutarken, pozitivizmden arındırılmış bir Atatürk algısını ön plana çıkarttılar. İran Devrimi’nin etki uyandıran dinî devrim perspektifini örtebilmek için, dün “öcü” olarak aşağıladıkları tarikatları ve tasavvufi eğilimleri “Anadolu irfanı” terkibiyle çok kültürlülük övgüsüne dönüştürdüler.
28 Şubat sürecinde 1997’deki bir MGK toplantısında “yeniden laikleşme veya Protestanlaşma operasyonu” gündemi doldurmuştu. Yaşar Nuri Öztürk öncülüğünde “din” ile “Atatürkçülük” bağdaştırılması yeniden yaygınlaştırıldı. “Gerçek İslam” gibi tevhidî sabiteleri reforme eden din kültürüyle ilgili kitaplar yaygınlaştırıldı ve “şeriat”ın tasfiyesine yönelen “Kur’an tarihselciliği”nin önü açıldı.
Post-İslamcılık da ötekiyle, İslami kimliğin sabit değerlerini arkaya çekerek barışmayı önerir. Yeni oryantalizm, ‘Latin Amerika Hristiyan Kurtuluş Teorisi’nden ilham alarak İslamcılığın tavrını devşirdiği eski İslamcıların da yardımıyla uzlaşma çizgisine çekmeye çalıştı. Ulus devlet ve seküler Türkçüler, İslami olana yanaşırken kendi kimliğini devre dışı bırakmadan dinî olandan yararlanmaya yönelir. 2023 seçimleri sürecinde CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği “barışma-helalleşme” söyleminin ilk teorisini Ziya Gökalp oluşturmuştu. 1922’de Diyar-ı Bekir’de çıkarttığı Yeni Mecmua dergisi yazıları, “Dinî mefhumdan soyutlanmış Türk milleti olamayacağı”nı işler. Pozitivist ilerlemeci Durkheim sosyolojisine göre tasarladığı bir medeniyet projesi olan “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” tezi de zıt kimlikleri barıştırma çabasıdır. Eski İslamcı Şemsettin Günaltay, 1949’da CHP’nin başbakanı olarak bu “barışma” söyleminin teorisini “İslamlaşmaya en iyi hizmeti Türkler yaptı!” ifadesiyle oluşturuyordu.
Öteki kimliklerin İslam’ı tanımlayarak oluşturduğu yaklaşımı, Türkiye İslamcılığı da 1943’ten sonra seküler-Batıcı kesime karşı göstermişti. 1970’li yılların ilk yarısında bu uzlaşmayı “millet” kavramı üzerinde doktrinel oynamalarla Yeniden Milli Mücadele Hareketi de gerçekleştirmişti. İlkin “ümmet” bağlamında kullandığı “millet” kavramını, sonra “Türk milleti”ne indirgemişti. Peşinden de 1000 yıllık Türk tarihinden 5 bin yıllık pagan tarihe tamamen kurgusal bir romantizmle yelken açmış ve sonunda Atatürk’ün bâniliğini ve yüceliğini keşfetmişti. Oysa Gökalp, Türklüğe Asya bozkırlarında kök arasa ve toplumsal dönüşümlere Durkheim’ci bir ilerlemecilikle baksa bile, İslamsız bir Türk ulusunun olamayacağını işlemiştir. Aynı hatayı 1400 yıllık İslam tarihi ile bu toplumun tarihini buluşturan Tayyip Erdoğan, değişen konjonktürle beraber Türkiye Kara Kuvvetleri kuruluş tarihini kök olarak 2200 yıl önceki Mete Han’ın pagan yaşantısına uzatmıştır.
4) 1970’li yılların ortalarında ulusçu kimlikten arınma çabaları
Sağcı, devletçi, milliyetçi kimlikten fıtrî ve vahyî özümüze hicret çabalarına ancak 1970’li yılların ortalarında ulaşabilmiştik. Bu yıllarda ilk defa hem modernitenin aşıladığı milliyetçi, devletçi ve sağcı kimlikten; hem bâtini ve mezhepçi gelenekçi yanlışlardan arınarak bağımsız Müslüman kimliğine yöneldiğimiz yıllardır. 1925’te Sebilürreşad yayınının ve ıslah sürecimizin tasfiyesinden sonra “tevhidî uyanış sürecimiz” diyeceğimiz bu uyanış çabaları, bağımsız İslami kimliğimizin ilk mayalanmaları oldu. Bu süreçte temayüz eden en önemli dergiler 1976 Nisan’ında çıkan Düşünce, 1976 Mayıs’ında çıkan Kriter, 1977 Ağustos’unda çıkan Yeni Ölçü olmuştu. Bu dergilerde kullanılan “Türkiyeli Müslümanlar, halkı Müslüman olan ülkeler, müşrik sistem…” gibi terkipler de nasıl bir özgünlük arayışı içinde olunduğunu gösteriyordu.
Bu dergilerin ıslah çabalarını yeniden yeşertmek isteyen yaklaşımlarının yanında politik alanı değerlendirirken sahip oldukları adil ve dengeli değerlendirmeler de dikkat çekiyordu. Mesela Düşünce dergisinin ilk takdim yazısına göre dönemin dindar kesimini temsil etme iddiasında olan “Milli Selamet Partisi İslami bir parti değildi ama Müslümanların partisi idi”.
Yeni Ölçü’ye göre en dindar kesim MSP kitlesiydi. İslamilik iddiasıyla Müslüman kesimi saptırıcı olan öncülerden MSP’yi kurtarmak, parti tabanına nitelik kazandırmak kaygısıyla bu çevreyle ilişkiler sürdürülmeliydi.
MSP, Allah rızası için zalim politikayı vesile bilen “sosyal politik hareket” olarak değerlendiriliyordu. Ama şu eleştiri de yapılıyordu: Bürokratik sınıfın da abiler-üstadlar sisteminin de tek gündemleri “politika” oldu. “Zalim politika” alanı bir araç, bir amaç değildi. Ama birçok MSP’liyi zalim politika bütünüyle içine çekti.
Ulus devletlerin hepsinin Makyavelist ve pragmatik olduğu unutulmamalıdır. Politikayla meşgul olan bütün hareketler ve siyasi partiler de bunu unutmamalıdır. Ayrıca politik arenada geniş bir basirete sahip olmak gerekir ve unutulmamalıdır ki “Futbol sahasında voleybol oynanmaz”.
Ali Bulaç, 1995’te Yeni Şafak’ta şunu yazıyor: “1970’lerde milliyetçiliği sorgulayarak ondan uzaklaşan Müslümanlar, 90’larda, RP’nin iktidara yaklaşıp siyasal sistemin merkezine yerleşmeye kalkışmasına paralel olarak çark etmeye başladılar.”
Zira Tanıl Bora’nın “Türk Sağının Üç Hali”nde tespit ettiği gibi “1970’li yılların sonuna doğru müstakil İslamcı çizgi (yani İslami uyanış ve yeni belirginleşmeye başlayan tevhidî uyanış çizgisi), MSP’nin dışında ama kıyılarında, MSP’yi de etkileyerek billurlaşmaya” başlamıştı. Böylece milliyetçi-muhafazakâr alanın dışında adres oluşmaya başladı. Zaten 1985-1995 yılları arasında Türkiye tarihinde tevhidî uyanış sürecinin özellikle okuyan gençler arasında en çok yaygınlık ve güç kazandığı dönemlerdi.
5) 28 Şubat 1997’de İslamcı kesimin hedef boşluğuna düşmesi
İslami hayatın yaşanmışlığını ve devamını savunmak anlamına gelen İslami duyarlılık veya İslamcılık, ıslah hedefi ve projeleriyle bütünleştiğinde gelecek tasavvurumuzu güçlendirebilir. Ancak fikir hareketleriyle toplumsal-siyasal hareketler arasında örtüşebilen göreli veya mutlak bir özdeşlik aramak, birini diğerine “indirgemek” veya diğeri adına “yok saymak” olur. Türkiye’deki “tevhidî uyanış sürecimiz”, tarihî akışın dramatik bir yük olarak taşıyıp getirdiği inanç-amel veya teori-pratik bütünlüğü konusundaki eksiklerimizi aşmanın da bir imkânıydı. Ama “süreç” ifadesi tamamlanmamışlığı, eksik ve zaafları da ifade eder. Bu sürecimizde elde edilen parça doğrularımız yanında, eksiklerimizden ve aşırı romantizmden doğan acilcilik; ortak akıl ve birlikte iş görme becerisine veya şûrâ aklına sahip olamamanın getirdiği taklitçi şekilcilikten, hizipçilikten ve liderlik ene’sinden doğan zaaflar içinde öncelikli hedef yanlışlarından kopulamadı.
Sürecin özellikle genç ve heyecan dolu taşkınlığı merhaleci ıslah yolunun inkılâpçı kavrayışından ziyade “devrim yapmak” ve “İslam devleti” kurmak gibi aceleci duyguların anaforundan kurtulamadı. Ama hayatın zorlukları ve imkânlarımızın sınırı kavranmaya başlandıkça daha 28 Şubat zorbalığının dayatmalarıyla karşılaşmadan bağımsız özgün mücadele alanında da demokratik raylar üzerinde de mücadele merhalemize uymayan hayali hedefler peşinde koşmanın zaafları görünür olmaya başladı. Merhalemize uymayan, romantik hedefleri öncelemenin boşluğuna düşüldü. Vazgeçmeler yaşandı. Kabahat tevhidî uyanış sürecimizde ve ıslah çizgimizin Nebevi Sünnet ile bütünleştirici sabitelerinde değil, “revolution” anlayışıyla bütünleşen öykünmeci “devrimcilik” anlayışının aceleciliğindeydi. Dağılma, sapma veya savrulma hali ise büyük ölçüde “milli dindarlığa” veya “Türkiye İslamcılığına” geri dönüş şeklinde oldu.
Bu süreçte Haksöz’ün Ağustos 1998 tarihli sayısında yazdığımız “Tevhidî Bilinçlenme Süreci Milliyetçi-Mukaddesatçı Çizgiyi İkinci Kez Aşmalıdır” başlıklı yazıda söz konusu zaaf ve savrulma nedenlerinin üzerinde durmaya çalışmıştık.
6) 2002 yılından itibaren politik alanda yeni bir söylem
Reel politik alanda İslamcı politikacıların yeni bir söylem ve yönteme yönelip Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde 2002 yılında AK Parti’yi kurmaları, sanki Yeni Ölçü dergisinde 1977 yılında dile getirilen “Futbol sahasında voleybol oynanmaz!” değişine ayak uydurur gibiydi. Oysa İslami olan, mevcut şekle uyan değil, şekil kazandırandır. O zaman hamaset içeren İslamilik iddiasındaki tanımların aldanışını aşarak laik-Batıcı rejimin rayları üzerinde İslami özgünlüğünü kaybetmeden nasıl yürünecekti?
Şeriattan bahsetmeden ve devletin İslamileştirilmesi hedefini işlemeden ülkenin normalleştirilmesi, hayat standartlarının geliştirilmesi, özgürlüklerin savunulması, devletin hukukileştirilmesi, toplumun iç ve dış vesayetten kurtarılması hedefleri öncelenecekti. Bu konuda AK Parti ve Erdoğan’ın taşıdığı misyon 21 yıldan bu yana halkın çoğunluğu tarafından desteklendiği için iktidarda tutuluyor. Ancak AK Parti’nin “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir!” söylemi de İslami özgünlük adına zaaftan beri değil. MNP-SP sürecindeki “İslami particilik” söyleminin hamaseti gibi, Hakk’ın iradesini açıklamak da ayrı bir hamasettir.
AK Parti’nin mer’i anayasal aks üzerinden yürütülen reel politika içinde Müslümanların özgünlüklerini koruyarak nasıl rol alacaklarıyla ilgili deneme-yanılma dışında, tutarlı teorik ve fıkhi bir hazırlığının olmadığı kanaatindeyiz. İslami ümmet gücünü ve iktidarını kaybetmiş Müslümanlar için bu sahada inanç ve düşünce özgürlüğüne alan açmak oldukça önemlidir. Ancak bu alanı açmak için kurulu rayların üzerinde yürürken, Müslüman kimliğinin belirlenen mi belirleyen mi olduğu da bir o kadar önemlidir. Bütün dünyanın küresel kapitalist sistemle kuşatıldığı ve seküler ulus devlet rejimleri ile disipline edildiği bir süreçte, tabiî ki Sanayi Devrimi ve uluslaşma süreci öncesi dünyaya ait fıkhi kalıpları tekrarlayarak modernitenin sorunlarını cevaplamanın mümkün olmadığını da vurgulamamız gerekir. İslam medeniyetini yeniden diriltme projeleri oluşturmaya çalışanlar, ilk önce ulusal ve küresel sistemin kıskaçlarından zihinsel ve fiziksel olarak nasıl hicret edeceğimizle ve özgünlüğümüzün şühedası olabilecek bir uygulamayı nasıl ve nerede sergileyeceğimizle ilgili uygulamalı projeler ortaya koymalıdırlar.
7) 2002 yılından itibaren vesayetten uzaklaşma süreci ve ulusçuluk eleştirisi
AK Parti’nin reel politika içinde ve rejimin kurulu rayları üzerinde Müslümanların bazı önemli taleplerini karşılama ve vesayetten kurtulma konusunda elde ettiği başarı ve girişimlerden önemli olanlarını hatırlatmak isteriz:
2005 yılında Başbakan Erdoğan Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “Kürt sorunu benim sorunumdur. Her sorunun çözümünün adresi biziz… Türkiye ne kadar Ankara ise İstanbul ise ne kadar Konya, Samsun, Erzurum ise o kadar da Diyarbakır'dır. Bunu böyle biliniz. Bu ülkenin her yerinin kokusu, rengi, sesi, musikisi, farklı bir lezzete sahiptir. Bunu böyle bilmenizi istiyorum.” dedi.
2005 yılında Afrika’da ilk ofisini Etiyopya’da açan Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) 1992 yılında açılmış ama 2002 yılında AK Parti’nin iktidara gelmesiyle fonksiyonel kılınmıştı. Etiyopya’dan sonra ofis sayısını 21’e yükseltip Afrika’da 54 ülkede, Balkan ülkelerinde, Türkî ülkelerde vd. faaliyete geçerek İslami yardım kuruluşu ve STK’ların kurban kesimi ve yardım kampanyaları için önünü açmış ve hem İslam dünyası ile hem mustaz’af halklar ile Türkiye Müslümanlarının ilişki ve irtibatına imkân sağlamıştır.
2005 yılında “10 Aralık Hareketi”nin, Prof. Dr. İbrahim Ö. Kaboğlu öncülüğünde "evrensel ilkelere uygun, herhangi bir kişi, kurum ya da değere kutsallık atfetmeyen, insanın onuruna ve hukukun egemenliğine dayandırılan” bir anayasa taslağı hazırlamasına; bu anayasada “Türk” ifadesi yerine “Türkiyeli” ifadesinin kullanılmasına AK Parti yönetiminin dolaylı da olsa olumlu yaklaşması hukukileşme süreci açısından ümit verici bir yaklaşım olmuştur.
27 Nisan 2007 tarihinde AK Parti hükûmetine İslamofobik bir e-muhtıra veren Genelkurmay komuta kadrosuna karşı tavır alınarak ilk defa sivil siyasetin, ordunun emrinde olmadığı ortaya konulmuş ve Türkiye’deki darbeler süreci kadük hale getirilmiştir.
2009 yılında Diyarbakır’da Erdoğan yaptığı konuşmayla Kürt sorunu konusunda ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ni açıklamıştır.
2010 yılında Milli İstihbarat Teşkilatına Hakan Fidan’ın başkan olarak atanmasıyla MİT iç ve dış lobilerin kullandığı bir aparat olmaktan çıkartılmıştır.
2013 yılında resmî ideoloji dayatmasını ifade eden “Andımız” ve TSK subaylarının liseleri öğrenimini denetleme aracına dönüşen “Milli Güvenlik Dersi” Erdoğan’ın ilan ettiği ‘Demokrasi Paketi’ ile kaldırılmıştır.
2013 Şubat ayında Erdoğan, “Milliyetçilik ayaklarım altındadır. Kuru milliyetçilik yok. Hep beraber tek milletiz. Artık inkâr, ret, asimilasyon politikaları yok… Bizim karşımıza kimse Kürtlükle de Türklükle de çıkmasın!” vurgularını içeren bir konuşma yapmıştır. Aynı yıl Rize’de de “Milletimiz etnik yapıya sahip ana dili farklı 33 unsurdan oluşur.” şeklinde konuşmuştur.
2014 yılında Türkiye’deki teamülî başörtüsü yasağı kamusal alan dâhil tamamen kaldırılmıştır.
2014 yılında Resmî Gazete'de “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun”un yayınlanmasıyla Kürt Sorunu ile ilgili ‘Çözüm Süreci’ başlatılmıştır.
2016 yılındaki 15 Temmuz askerî darbe girişiminden sonra, askerî liseler ve 4 yıllık harp okulları yerine üniversite mezunlarına açık olan 1 yıllık harp okulları kurulmuştur. Askerî yargının özerkliğine ve ordunun otonom yapısına son verilmiştir. Ordunun elektronik istihbarat mekanizmaları MİT denetimine aktarılmış ve büyük şehirlerdeki askerî garnizonlar hudut alanlarına kaydırılarak boşaltılmıştır.
8) 15 Temmuz sonrası ulusçuluğa sığınma veya ulusçuluğa sığınılırken ulusçuluğu dindarlaştırma taktiği
29-30 Mayıs 2014 Gezi olaylarının başlamasından üç ay sonra Erdoğan, 28 Ağustos 2014 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini iki rakibine karşı yüzde 51,79 oranında oy alarak kazanmıştı. Ancak AK Parti 12 yıllık iktidar yorgunluğu ve yıpranmışlığı ardından 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde aldığı yüzde 40,8 oy oranıyla iktidarı kaybetme noktasına gelmişti. 2011 Genel Seçimlerinde aldığı yüzde 49,83 oranındaki kazanımından yüzde 9,03 oranında oy kaybına uğramıştı. Büyük ölçüde Kürt sorunuyla ilgili çözüm süreci nedeniyle oylarını hem MHP’ye hem HDP’ye kaptırmıştı.
AK Parti CHP MHP HDP
7 Haziran %40.8 %24.9 16.2 13
1 Kasım %49.9 %25.3 11.8 10.8
Gerek milliyetçi tabana oy kaymasını engellemek gerekse 15 Temmuz’dan sonra dağılan Emniyet güçleri, dış işleri, ordu kademeleri, MİT ve yargı içinde devlet insicamını sağlamak; on binlerce subayın tutuklanması ve ordudan atılmasıyla oluşan ve Kemalist ideolojiyle yetiştirilen askeriye içinde oluşacak iktidar karşıtı eğilimi durdurmak için yeni bir devlet ve yeni bir Atatürkçülük tanımına yönelindi. Yani idealler vakiiliği değil, vakiilik idealleri belirlemeye başladı.
Erdoğan veya AK Parti yönetimi, “Andımız” gibi, egemen olan Atatürk kültünü tasfiye etmek yerine bu kültü Birinci Meclis’in açılışındaki Mustafa Kemal’in söylemleri ve 1923 Balıkesir Zağnos Paşa Camii minberindeki konuşması çerçevesinde ortaya çıkan kimliği ile ele alıp “milli dindar” tasavvurla buluşturmaya çalıştı. Devlet insicamı ise “halkın hizmetinde devlet” imajı yerine “Yeni Atatürk tasavvurlu devlet” algısı ile oluşturulmaya çalışıldı.
Türkiye rejiminin hukukileşmesi açısından Kaboğlu ve ekibinin 2005’te hazırladığı Anayasa taslağına sempati duyulmasından, dine hürmetkâr bir elbise giydirilse de Garplılaşmanın taşıyıcılığı ve kurucu diktatörlük imajından müstağni olamayan Atatürk kültünü sahiplenmekten kurtulamayan geri adımlar söz konusu oldu. Belki Erdoğan ve parti yönetimi açısından taktik olarak algılanan bu ricat, AK Parti gençliği için kimlik oluşturmaya başladı. Acaba bu uzlaşma Kemalizm algısını mı dönüştürüyordu yoksa Müslümanların kimliğindeki eklektizmi ve dejenerasyonu daha mı çok artırıyordu?
9) Vesayetten kurtulma çabası neye yönelmeli?
Kitle partisi olarak “ideolojik söylemi değil hizmeti ve hukuku önceleyeceği”ni 2004 yılı başında deklare eden, “muhafazakâr demokrat” kimliğini de bu bağlamda ele alan AK Parti yönetiminin Türkiye’yi iç ve dış vesayetten uzaklaştırma hedefi, inanç ve düşünce özgürlüğü bağlamında önemli imkânlar sağladı. Ancak farklı kimliksel eğilimler içindeki Türkiye halkı için, vesayet şartlarından kurtulma istikameti “fıtri temelde alternatif medeni ve adil toplumsal bir yapı oluşturmakta özgünleşme ve hukukileşme yolu”na mı hizmet edecek; yoksa dinî rengi biraz daha yoğun ama yapısal olarak seküler olan “yeni bir ulusçuluğun ve asabiye yüklü bir inhisarcılığın yolu”nu mu açacak?
Son 60 yıl içinde İslam dünyasında hükümferma olan vesayeti aşmak konusunda önemli başarı kazanan iki lider ve yönetim tarzı oldu. Birincisi 1964’te iktidara gelen ve sömürgecilerin İslam’ı “Yeşil Kuşak Projesi” doğrultusunda kullanarak dejenere etmek istemesine ve Siyonist İsrail’e destek vermesine karşı 1973’te petrol ambargosu uygulayan Suud Kralı Faysal b. Abdülaziz idi. Ancak 1975’te saray içi bir suikastla tasfiye edildi. İkincisi ise 2002 yılında iktidara gelen ve içte işbirlikçi sermaye sınıfının inisiyatifini sınırlayan ve askeriyenin otonomik yapısını tasfiye eden Recep Tayyip Erdoğan liderliğidir. Kitlesiyle dayanışma içinde kendisine yönelik birçok müdahaleyi ve komployu boşa düşürmüştür.
Erdoğan, gücü yettiği oranda Mescid-i Aksa’yı özgürleştirme mücadelesinin de ‘Arap Baharı’nın da arkasında durdu. Önce İran’ın ve sonra Rusya’nın yardımlarıyla ayakta kalan Esed rejiminin katliamına uğrayan Suriye Müslümanlarına sahip çıkıp ulusçuluk algısını aşan “muhacir-ensar” kardeşliği söylemine, hizmet kanalları açmaya çalıştı.
Ancak “Milliyetçilik ayaklarımın altındadır.” söylemini yükseltirken muhtevası ulusalcılar ve ulusçu ırkçılar tarafından da kullanılabilen “yerlilik ve millilik” söylemi altında ulus olgusunun üretilmiş dört kutsalını “vatan, millet, bayrak, devlet” ifadeleriyle Mısır Müslümanlarının direniş sembolü olan Rabia’nın yerine geçirdi. Milli çıkarları gözetmek ve toplumsal bütünlüğü sağlamak için İslami olanın, kökü 2200 yıl öncesinde aranan yerlilik ve millilik adına kullanıldığı da ortada.
Tabiî ki ulusal ve küresel sistemin hâkimiyeti altında vakii olan ile ideal olanın uyumunu sağlamak çok kolay değil. Bir geçiş dönemi ifadesi olan “Milli Görüş”e ait gömleği çıkartmak vaka-ı adiyeden. Ama “ulusçuluk gömleği”ni çıkartmak o denli kolay mı ve reel-politikanın mahkûmu olduğu aksı aşma mümkün mü? Bu konuda niyet, azim ve ehil harita uzmanlarının varlığı kaçınılmaz. Bu bağlamda özgünlüğe, sabitelerini vakii olana teslim etmeyen özgün ve bağımsız duruşlara ihtiyaç bulunmaktadır. 1970’li yıllarda Türkiye’deki tevhidî uyanış süreci bu duruşu gözetmiş ama örnek alınacak bir model ortaya koyamamıştır. Dışardan biri olan Tanıl Bora’nın okumasını hatırlayalım: “1970’li yılların sonuna doğru müstakil İslamcı çizgi, MSP’nin dışında ama kıyılarında, MSP’yi de etkileyerek billurlaşmaya başladı.”
AK Parti ve Erdoğan iktidarının Hakk’a ve halka düşman olmadığı açıktır. Ama uygulamadaki olumsuzlukları hem anayasal aksın zulmünden hem kendi yetersizlikleri ve donanımsızlıklarından kaynaklanmaktadır. Bilinçli Müslümanlara düşen anayasal akstan bağımsız fikrî ve siyasi bir çizgi içinde, elde edilen kazanımları da savunarak, yeniden özgün ve bağımsız duruşu, fikrî üretim ve etkinlikleri çoğaltmaktır.
Ne indirgemeci acelecilik ne politik gündemi asıl edinen, bağımsız kimlik ve çabalarımızı ihmal edici bir inhiraf veya şaşkınlık ve kayıtsızlık… “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz.” buyruğu niyet, karar ve azim tutarlılığını her şartta kuşanmamız ve taşımamız gerekliliğine işaret etmektedir.