"Bütün insaniyet alabildiğine pek uzaklardaki bir noktaya, bir gayeye koşup gidiyor. Beşeriyet coşkun bir sel gibi umman-ı terakkiye atılmak için alabildiğine akıyor. Bu selin önünde durulamaz, işte biz ya boğulacağız, ya o sel ile beraber gideceğiz."
Mehmet Akif
Bir teorik çerçeve denemesi:
19. yy. Müslümanlarının batıyla temasları onları inkar edilemez bir gerçeklikle yüz yüze getirdi. Batıda "yeni" ve "güçlü" bir dünya doğuyor, karşı konulamaz bir otorite haline geliyordu. Karşı konulamazlığı sadece gücünün kemiyetinden değil aynı zamanda akla uygunluğu(!) ve ikna ediciliğinden(!) de kaynaklanmaktaydı. İslam dünyasında ise orta çağ İslamı tarih algılamasında ki; her şeyin sürekli daha kötüye gidişi şeklindeki kavrayış ve yapılması gerekenin de bu kötüye gidişi önlemenin yegane yöntemi olarak mevcut'?: daha fazla, daha sorgusuz ve daha sadıkça sarılmak olduğu gibi bir sonuca ulaşılması zamanla bir kurtuluş reçetesine dönüşmüştü.
İslam coğrafyasında batı ile karşılaşmanın verdiği travmatik duruma iki farklı tepki verildiğini söyleyebiliriz. İlki batıya teslim olmak ve ona benzemekten başka hiçbir yol olmadığını savunan mutlak batıcılardır ki bunlar sanılanın aksine yok denilecek kadar azdır. İkincisi ise teslim olmaksızın, batıya benzemeye çalışmak ve ona gereken cevabı vermek şeklindeki daha doğal ve anlaşılabilir bir iddiaya sahip çıkanlardı. İşte asıl sorunlu alan da, bu ikinci kesimin isimlendirilmesi ve anlaşılması çabalarını kapsamakta.
Her iki kesim de batı karşısındaki mağlubiyeti kendi toplumlarındaki yozlaşmanın bir sonucu olarak görüyorlardı. Ancak birinciler bunu doğu toplumlarının ve özellikle de İslam'ın doğasından kaynaklandığını ileri sürerlerken; ikinciler -büyük oranda yukarıda bahsettiğimiz muhafazakar,eklektik dürtülerle- mağlubiyetin İslam'dan uzaklaşmaktan ya da aslında İslam'ın kendisine ait olan kimi özelliklerini batıya kaptırmış olmasından kaynaklandığını iddia ediyorlardı.
Bu ayrım bizi sorunun merkezine biraz daha yaklaştırmakla beraber; ikincilerin batı karşısındaki bu muhafazakar-savunmacı tutumlarının "İslamcılık" olarak tanımlanması gibi eksik ve daha da önemlisi yanlış bir kavramsallaştırmayı yerleştirdi.
Bu haliyle İslamcılık batı karşısında kapıldığı kompleks dolayısıyla bir takım İslami kavramların içini batılı kavramlarla dolduruyor, İslam'a aslında taşımadığı şeyleri yakıştırıyordu. İslamcılık düşüncesi tamamen 19. yy'da ortaya çıkmış tepkisel ve tarihsel bir projeydi. Bu iddiayı destekleyecek onlarca argüman ve yüzlerce belge ortaya konularak zamanla itiraz edilemez bir dogma oluşturuldu.
Biz bu dogmanın, yani böyle bir içerikle "İslamcılık" tanımlamasının -ki en önemli iki savunucusu Mümtaz'erTürköne ve İsmail Kara'dır- tamamen oryantalist bir okuma biçimi olduğunu iddia ediyoruz. Bu okuma biçiminde İslam bir fenomen olarak ele alınmış ve teorinin içine bir girdi (her hangi bir parametre) olarak dahil edilmiştir. Bu tek boyutlu analizde İslam, öze ilişkin bir anlama çabası gösterilmeksizin sadece 19. yy'daki bir takım tezahürlerinden hareketle yeniden tanımlanmış, aslında birer tutumun-eğilimin yansıması olan kimi tepkilerin yapaylığından hareketle öze ilişkin temel ilke veya temaların da tarihselliği sonucuna ulaşılmıştır.
Meşveret, şura, uhuvvet, idad-ı kuvvet, ittihat gibi kavramların aslında(!) ahlaki bir muhtevaya sahip oldukları; ancak İslamcıların bunları modern kavramlarla telif ederek siyasi bir projeye dönüştürdükleri iddia edilir.1 Böylece ilkin siyaset sadece 20. yy'da ortaya çıkmış modern bir olgu imiş intibaı oluşur. İkincisi siyasetin karşıtı olarak ahlakın konulması ile; birincisi İslam'a zararlı iken ikincisi ise İslam'ın esası imiş gibi bir sonuca ulaşılır. Ancak ifsadın olduğu bir zeminde ahlakın nasıl korunacağı sorusuna cevap veril(e)mez; mesela bu tanımlamaya göre pekala sadece ahlaki bir tavsiye olduğu söylenebilen başörtüsünün siyasal ifsad ve zorbalık karşısında nasıl korunacağının cevabı da boşlukta kalır. İkinci olarak İslam gelenekle özdeşleştirilerek2 varlık alanı sadece bir modernizm karşıtlığına indirgenir; İslamcıar modernisttir oysa İslam ya da Müslümanlar gelenekseldir. Ve bu kabul beraberinde kendini sadece modernizm eleştirisine kilitlemiş bir muhayyilenin aslında tamamen modern bir olgu olan geleneğin içine hapsolması gibi paradoksal bir netice verir. Bu akıl yürütmenin vardığı son ve belki de en vahim sonuç ise bu itirazın üstü kapalı olarak modern-pozitivist projenin; aklın ve bilimin zamanla dinlerin yerini alacağı öngörüsünü içselleştirmiş olmasıdır; modernizm tehlikesi karşısında İslam'ın hayatiyeti tehlikeye girmiştir ve onun savunulması da ancak modernizme ve modernistlere karşı koymak ya da böyle bir ötekileştirmeye gitmektir. Ancak ne ilginçtir ki bunu yaparken de geleneksel sığınaklar olarak kabul edilen medreseler, ulema... vb. değil (ki siyasetsiz ahlakları bunları muhafaza edemediği için artık yokturlar) üniversiteler, think tank ler, gazeteler vb. modern araçlar kullanılır.
Tüm bu teorik çerçevenin en büyük zaafı ise aslında içinde İslam'ın bizatihi kendisinin olmayışıdır.
Oysa İslam tarihi aynı zamanda insanlığın da tarihi olarak başlangıçtan beri etrafında sürekli bir çatışmanın olageldiği bir takım temaların3 üzerinde devam eder. Kur'an'da resullerin mücadelesindeki sürekliliğe atıfla tekrarlana gelen bu temaları, günümüzdeki karşılıklarına irca ettiğimizde, birkaç başlık altında toplayabiliriz;
a- Kaynaklara dönüş; Kur'an'ın temel kaynak oluşu
b- Dînin amaçlarına vurgu yapılması(Makasıduş'şeria)
c- Fıkhın oluşmasında reyin, kıyasın, İçtihad'ın, istihsan'ın rolü
d- Dinin asıllarına bulaşmış hurafe, bid'at ve rics'in izale edilmesi (Tecdid)
e- Siyasal pratiklerin merkezine 'iyiliğin emri, kötülüğün kaldırılması' ilkesinin konulması (Emr-i Bil Maruf, Nehy-i Anil Münker; yani Islah)
Farklı coğrafya ve tarihlerde, farklı örgütlenme modelleri ve toplumsallık biçimlerinde de olsa bu temalar etrafında kadim bir mücadele sürmüştür ve sürmektedir. Modernizm sadece yeni form-biçimlerin kullanıldığı, bir çok farklı tutumun (köktenci, eklektik, muhafazakar, radikal) bu temaları yorumladığı ve farklı tavırlar geliştirdiği, dönemsel bir projedir. Bu nedenle modern zamanlara Müslümanca baktığımızda ortaya çıkan tezlerin hiçte yeni şeyler olmadıklarını, ancak onları savunan kişilerin ve tutumların kendi tarihsel bağlamları içinde modern olduklarını görürüz. Tarihsel olan sui-istimalin tezahürleridir, yoksa geçmişte 'kader' bahsinden iktidar meşruiyeti çıkarmaya çalışanlar olduğu gibi, 28 şubat MGK kararlarını "hata etse de bir sevap kazanacak müçtehitler kurulu"nun tasarrufu olarak değerlendiren hokkabazlar da olacaktır. Bu örnekler aslında, bahsettiğimiz temaların dinin doğru anlaşılmasında her dönem nasıl belirleyici olduğunu destekler mahiyettedir.
19. yy'ın ikinci yarısında Kuzey Türkleri olarak ta anılan Volga ve Kazan Türkleri arasında, Osmanlı merkezi dışındaki tüm çevre bölgelerde 18. yy'da görülen çabalarının takipçisi olarak beliren ve Ceditçilik olarak adlandırılan bir ıslah ve tecdid hareketi görülür.
Taklide karşı çıktığı için o zaman büyük bir nüfuza sahip olan Buhara uleması tarafından tekfir edilip, minareden atılmak suretiyle öldürülmesi için aleyhine fetva çıkarılan4 Abdünnasır Kursavi (1776-1812) ile başlayan5 ceditçilik; 'cedid' ve 'ıslah' kavramlarını kullanmasıyla Tatar ceditçiliğinin başlatıcısı olarak bilinen Kursavi ile ve onu, "insanların bozdukları dinle ilgili hususları, dini anlayışları düzelten, tekrar eski haline getiren ve ilk dönemde yazılmış eserlerin tekrar okutulmasını isteyen kişi" olarak tasvir eden Şihabuddin Mercani (1818-1889)6 ile belli bir olgunluğa ulaşır. İktidarın ifsad edici etkisinden uzakta kalan çevre bölgelerin tamamında ortaya çıkan benzeri ıslah ve tecdid hareketlen, 19.-20. yy'la birlikte batı emperyalizmine karşı mücadele etmede, Müslüman olsun olmasın tüm doğu halklarının başlıca ideolojik dayanağı olmuştur. İslam'ın özgürleştirici (özü gürleştiren) çağrısının tüm mazlum halklara hazır bir program sunması, yeni bir söylem ve proje olmasından ziyade hayata müdahale eden ed'din olmasından kaynaklanmaktadır. Dönemin farklı ideolojik tutum sahibi kişilerinin; ateist-batıcı Abdullah Cevdet7, veya Türkçü ideologlardan Yusuf Akçura8, hatta komünist Sultan Galiyev'e9 kadar geniş bir yelpazede, yukarıda bahsedilen İslami temalara müracaat etmeleri, İslam tarihinde aslında öteden beri devam ede gelen ancak yeni bir tecdid dalgası olarak ortaya çıkan damar ile; batı emperyalizmi karşısında, doğulu Müslüman halkların direniş iradelerinin üst üste çakıştığı bir tarihsel döneme tekabül etmesinden kaynaklanmaktadır.
Diğer Müslüman topluluklardan çok önce modern bir burjuva sınıfı oluşturan Tatarlar bulundukları coğrafya ve tarihe yukarıdan bakma imkanını elde ettiler. Ve kendilerini diğer toplumlarla mukayese ve tearüf etme imkanına kavuştular.10 Gördükleri muhtemelen İslam dünyasındaki despot yönetimler, dini cehalet, toplumsal yozlaşma, teslimiyetçi bir ruh hali idi. Bu karanlık tabloyu İlk deşifre eden kişiler, bunu dinin asıllarına yönelik araştırma çabaları sonucu başaran ilim erbabı olmuştur.11 Öte yandan dönemin koşullarında ilim yapabilmek ya masraflı seyahatleri ya da maddi yardımla ayakta durabilen yerel medreseleri zorunlu kılıyordu. İşte Tatar burjuvazisi burada devreye giriyor, muhtemelen Rus burjuvazisi karşısında tutunabilmek için güçlü bir toplumsal temel ve nitelikli bir dayanışma ağı oluşturabilmek amacıyla, medreselerin yapımı ve idaresi ya da kişilere bağışlar şeklinde bir ekonomik alt yapı sağlıyorlardı. "Gerçekten de İdil-Ural ve İç Rusya'da Müslüman zenginler, dar bölgesel menfaat hesaplan yerine, Rusya'daki cedidçi harekete yardıma oldular, okullara hayır derneklerine büyük bağışlarda bulundular ve Rusya dışına öğrenci gönderdiler. Ayrıca gazete ve dergi çıkarılmasına parasal imkan sağladılar".12 Böylece bir yan burjuva toplumun bünyesinde zuhur eden cedidçilik hareketi "Kazanda bilim düşünce ve edebiyat alanlarında bir çok ismi etkilemiş, yetişmelerine yön vermiştir, Abdürreşid İbrahim, Hadi Atlası, Fatih Kerimi, Abdullah Tukay, fatih Emirhan, Kerim Tinşur, Hadi Maksudi, Sadi Maksudi ve Demokratik Türkçülük akımının en büyük ismi Yusuf Akçura hep cedidçilik hareketinin etkisi altında kalarak yetişmiş kişilerdir.13
Ceditçilik yukarıda saydığımız İslami temalar etrafındaki tartışma ve kutuplaşmalarla başlayan, Talar halkı ve Kafkas coğrafyasının özgül koşullarında gelişen bir tecdid ve ıslah hareketi idi. Etki alanı 20. yy. başlarında tüm İslam coğrafyasının birbirinden haberdar olması, yeni iletişim ve ulaşım imkanlarına kavuşmasıyla genişledi ve diğer ıslah hareketleriyle temasa geçmeyi sağladı. Ayrıca tartışma alanı insanı ve toplumu ilgilendiren her sorunla birlikte gittikçe genişleyerek diğer doğulu toplumlarda da olduğu gibi İslam'ın modern bir siyasal proje olarak görülmesine yol açtı. Ancak başta da söylediğimiz gibi bu sonuç, bir geleneksellik biçimi olarak İslam'ın modernize edilmesi değil, İslam'ın özünde olan ıslah damarının; kapalı, despotik, durağan yapılarının modernizmin zorlamasıyla parçalanması sonucu, görünür hale gelmesiydi. Böyle bir dalganın tüm siyasal tutum ve ideolojileri etkisi altına alması söz konusuydu. Dünyanın bu coğrafyasında meydana çıkan dini ıslah ve tecdid hareketinin macerasını daha geniş tartışabileceğimiz bir platforma erteleyerek, onun etki alanında gelişen İslamcı bir projeye Türkçü(!) İsmail Gaspıralı üzerinden göz atacağız.
Böyle bir ortamda doğan İsmail Gaspıralı (1851-1914) medreselerde ve Avrupa'da gördüğü eğitimin ardından İstanbul'a yerleşmek istemiş ancak pan-İslamcı görüşlerini tehlikeli bulan14 Osmanlı yönetiminin izin vermemesi üzerine memleketi Kırım'a dönmek zorunda kalmıştı. 1883'te kurduğu Tercüman gazetesi ile "dilde, fikirde, işte birlik" şiarını işleyen Gaspıralı bu dönemde birçok İslam cedidçisi lider şahsiyetle (Abdürreşid İbrahim, Abdullah Bubi, Rızaeddin bin Fahrettin, Musa Carullah Bigiyev ...) yakın işbirliğinde bulunmuştur.
Dönemin tipik bir aydın tutumu olarak, meşruiyetini İslam üzerinden, ancak modernizm karşısında içi boşalmış kabuğunu koruma derdine düşmüş gelenekçi (bölgesel ismiyle 'kadimci') damar üzerinden değil, ekildiği topraktan filizlenip gövdesi üzerinde doğrulmuş, ıslahçı damara (bölgesel İsmiyle 'ceditçi') izafeten sağlamaya çalışmıştır. Ansiklopedik bilgi düzeyinde Türkçü olarak geçen Gaspıralı'nın Tercüman gazetesinde tefrika ettiği Molla Abbas'ın Avrupa Maceraları olarak kitaplaştırılmış eseri yukarıda değindiğimiz ilişkiyi göstermesi açısından önemli anekdotları içermektedir.15
Frengistan Mektupları
"Kardeşlerim! Önümüzde deniz gibi bir düşman, arkamızda düşman gibi bir deniz var. Fakat savaşa çıkmış İslam askeri ya galip gelip gazi olacak, ya da savaşıp şehit olacaktır."
Tarık bin Ziyad
Kitabının hemen başında "Bundan 1172 sene evvel İslam kumandanlarından Tank bin Ziyad Afrika kıtasından Avrupa'ya bu boğazdan geçmiş ve askerlerine dönerek şöyle hitap etmiş" diyerek yukarıdaki alıntıyı nakleden İsmail Gaspıralı'nın eserinde ele aldığı ve iki ayrı bölüm olarak "Frengistan Mektupları" ve "Dar-ı Rahat Müslümanları" ismiyle sunduğu iki temel problematik var; ilki doğu-batı karşılaştırması diğeri ise Müslüman toplumun kendi içindeki ceditçi-kadimci mücadelesi.
İlk bölümde Gaspıralı kendisinden 166 yıl önce tıpkı Montesquieu'nün "İran Mektuplarında yaptığı gibi, doğu ile batı mukayesesine kadın üzerinden başlıyor. Aslında bu motifin Tanzimat edebiyatında da sosyal eleştirilerde merkezi bir rol üstlendiğini biliyoruz.16 Kadın, bir cazibe merkezi, bir ayartıcı ve elde edilmeye çalışılan hedef olarak batıyı; bir anne, sadık bir eş veya cariye, hayatını aşkı pahasına veren bir fazilet abidesi olduğunda ise doğuyu temsil eder. Bu kod-lamayı göstermesi açısından Şinasi'nin "şarkın akl-ı piranesi ile garbın bikr-i fikrinin izdivacı" terkibi ilginçtir; batı, dişil, ham, körpe, bakire bir fikr, salt teknik üstünlük olarak sunulurken doğu; eril, olgun, tecrübeli, bilgeliği yada medeniyeti temsil eder.
Gaspıralı'nın kahramanı Molla Abbas, babasından kalan mirasla(?) Taşkent'ten Frengistan'a uzanan bir seyahate çıkan 22 yaşında Müslüman bir gençtir. Türkistan medreselerinde eğitim görmüş ve Frengistana gidip "Gülbaba türbesini" bulmayı aklına koymuştur. Seyahatinin ilk durağı olan Odessa'da iken tiyatroya gider (ki bu mekan İslam halklarının karşılaştıkları ilk modern kamusal alandır) ve burada mürebbiyelik yaptığı İstanbul'dan memleketine dönen "Müslümanlardan hayli terbiye almış, utanmayı, kızarmayı öğrenmiş" maşallahlık(!) bir Fransız kızıyla tanışır.17 Batıya ilişkin ilk derslerini bu bayandan alan Molla Abbas seyahat sırasında evlenir (zira bir mollanın namahrem bir bayanla beraber seyahat etmesinin izahı okurlarına başka türlü izah edilemez olsa gerektir). Paris'e varıncaya kadar geçtikleri ülkelerin ve şehirlerin güvenliği, nizamı, güzelliği ve mamurluğu tasvir edilir. İlk izlenimler olumludur ancak Abbas batının bu üstünlüklerini okuyucularına aktarırken kendi benliğini koruduğunu hissettirmeye çalışmaktadır. Batıyı beğenmekle ona körü körüne hayranlığı ve şekli taklidi birbirinden ayırır. Tam da bu noktada, bu ayrımı yapamadığını düşündüğü Osmanlıya sert eleştiriler yöneltir. Eşi Josefina'nın gösterdiği Osmanlı resimlerine bakarak "resimlere baktım gördüm, ama ne fayda! Başlarındaki fesleri aldın mı bunlarda birer frenk. Müslüman oldukları ancak feslerinden belli oluyor. Ve bir de kız, bunlara İslam töreleri ve memurları diyor. Kim bilir belki yanlıştır."18 yollu serzenişlerini daha ileride "denize düşen yılana sarılır"(!) sadedinden yaptıkları Osmanlı sefareti ziyaretlerinde; tüm memurların fes giymiş birer Alman olduğunu görünce de tekrarlar. Osmanlı batılılaşmasının bu sathi ve başarısız tecrübesine karşılık kendisi "bundan böyle milli ve geleneksel kıyafetimi değiştirmemeye ve basımdaki beyaz sarıkla, üstümdeki sarı cübbeyle, ayağımdaki yeşil meshle seyahat etmeye karar verdim."19 diyerek "radikal" bir karar alır(!). Ve ancak hemen belirtelim ki yine de yanına on tane frenk gömleği almadan yapamaz. Zira "frenk kumaşları ve gömlekleri gayet kaliteli ve nazik şeylerdir".
Molla Abbas, Viyana'da görüştüğü medrese alimlerinden (üniversite hocaları) ilim ve marifetin önemi ve batının öğrenme azmi ile İslam'dan aldıkları hünerleri kullandıklarını öğrenir. Yine Gülbaba Türbesi'ni soruşturmak için gittiği Budapeşte'de meşhur Türkolog Vamberi ile de benzer bir hayali görüşmeyi ve batının oryantalist çabalarının altında yatan siyasal manevraları aktarır. İlerleyen sayfalarda batı eğitim sisteminden ayrıntıları, kadınların okuması gibi meseleleri anlatmaya ve doğu ile mukayeseler yapmaya devam eder. Bu ilk intibalar ve birkaç küçük macera sonucu ayakları yere basan Molla Abbas ilk batı eleştirisini yine "kadın" üzerinden yapar ve eşi Jozefina'dan ayrılır. Aslında terkettiği; ilk karşılaşmanın verdiği süslü, gösterişli, aldatıcı batıya olan hayranlığıdır. "Ders alınacak şey şudur ki; böylesine aşağılık derecede ahlak sahibi, terbiye yoksunu bir kadını bunca irfan, nezaket ve letafete sahip olan benim gibi bir Tatar'ın aklını başından almasına yetiyorsa, bunların hakikaten terbiyeli, yol yordam bilenine rast gelseydim aklımı ve gönlümü nasıl muhafaza ederdim Allah bilir."20 Molla Abbas artık batıda kendi ayakları üzerinde duran, orada ilim tahsil eden ve para kazanan ancak kimliğinden taviz vermeyen(!) bir doğuludur. Bu aşamada batı daha ulaşılabilir bir hedeftir ve karşılaştırmaların kefesi doğudan yana basar, Bir batılının ağzından "Paris'in dünyanın en güzel şehri olduğu doğrudur, ancak Mösyö Abbas, Paris'te olan güzellik ve bazı adetler Müslümanlardan alınmıştır..."21 ve ya "bu arada babası kızına hitaben Müslümanlar dini emirlerine fazlasıyla dikkat ederler. Barekallah! Bu yüzden Avrupa'da olan pek çok edepsizlik İslam memleketlerinde görülmemektedir dedi."22 ya da bizzat kendi ağzından "Zannediyorum ki Müslümanlardan çok etkilenmişler. Mesela herkesin okuma yazma bilmesi, ilim tahsil etmesi, 'İlim kadın ve erkek herkes için farzdır' emrine göre kazanılmış bir hal gibi..."23 ifadeler bu yeni dengenin ipuçlarını verir.
Abbas'ın başı kadınlardan kurtulmaz, ancak eski Molla Abbas değişmiştir. 28 yaşına gelen Molla, artık batıya fazla teveccüh göstermez. Bilakis bu kez Farsça dersi verdiği bir frenk kızı Molla Abbas'a aşık olur hatta başına gelen polisiye bir olayda herkese bir iffet ve asalet dersi veren Molla Abbas'a olan aşkı, kızcağızı (tıpkı Ahmet Mithad'ın Rakım Efendi'sine aşık olan Türkçe öğrencisi İngiliz kızı gibi) ölüm yatağına düşürür. Doğunun yüksek ahlakı karşısında batıya teslim olmamaktan ve doğunun hakkını teslim etmekten başka bir yol kalmamıştır. İlk bölüm olan "Frengistan Mektupları" böylece sona erer. Cahillikten kaynaklanan hayranlık, zaten "biz"e ait olan değerleri batıdan geri alınca yerini bir kendine güvene bırakmıştır. O halde yapılması gereken "ne yapmalı" sorusunun cevabını kendi tarihimizde aramaktır.
Dar-ı Rahat Müslümanları
Bölümün başlığından da sezildiği gibi, Gaspıralı iki medeniyet arasındaki ilişkiyi dar'ül harp-dar'ül İslam gibi fıkhi bir çerçevede değil, insanların yaşam kaliteleri ve toplumların sosyal gelişmişlikleri açısından değerlendirmektedir. Bunda kendisinin Hristiyan Rus çarlığı idaresinde yaşamasının etkisi olabileceği gibi "dinin amaçları"nı öncelemesinin de bir payı olsa gerekir.
Paris'te batıyı yakından tanıma, batının doğuya olan üstünlüklerinin sebeplerini öğrenme ve gerekli eğitimi tamamlama fırsatı bulduktan sonra İspanya'ya geçer. Gaspıralı'nın amacı Endülüs uygarlığının üzerinden, medeniyet öncülüğünün Müslümanlardan Hristiyanlara geçtiği tarihsel dönemi bir kalkış noktasına dönüştürmektir. Molla Abbas önce Avrupa ülkelerinin (Hristiyan dünyasının) aslında türdeş bir bütün olmadığını, birbirlerinden farklı ekonomik ve sosyal gelişmişlik düzeylerinde olduklarını gösteren mukayeseler yaptığı kısa bir girizgahtan sonra bir punduna getirip asıl meramını anlatmaya başlar. "Endülüs İslam devleti ilim, hüner ve güzel idare sayesinde dünyada en ileri ülkelerden birisi olmuştur. Devletin askeri, ilmi ve genel eğitim düzeyi zamanının bütün devletlerinde üstündü. Endülüs İslam devletinin medeniyet ve idari yapısı diğer Avrupa devletlerine emsal teşkil etmiş; Avrupa'da meydana gelen askeri, ilmi ve fenni gelişmeler başlangıçta Endülüs medreselerinde öğrenilmiştir."24 Devam eden sayfalarda maliyeden tekniğe, bilimlerden güzel sanatlara kadar geniş bir yelpazede Müslümanların "yitirilmiş İlmine" hayıflanır. Bu arada Gırnata'daki el-Hamra sarayını turistik amaçlarla sık sık ziyaret eden Molla Abbas yetkililerden izin alarak bazı gecelerini orada geçirmeye başlar. İşte bu gecelerden birinde binbir gece masalları motiflerinin kullanıldığı bir dizi olayla karşılaşır; Paris'te iken tanıştığı Şeyh Celal adlı bir ihtiyar ve beraberindeki bir grup genç kız ansızın çıkıverdikleri el-Hamra sarayında Molla Abbas'ı şaşkına çevirirler. Şeyh Celal, Molla Abbas'ı tanıyarak kendileriyle beraber gelmeye ikna eder ve Molla Abbas'ın akıl sır erdiremediği bir seyahatin sonunda onu teskin eder ve yanındaki kızlara tanıştırır: "Sizler bu adamdan utanmayınız. Adı Abbas, Türkistan Müslümanlarındandır. Frenk memleketlerinde olduğu gibi, İslam memleketlerinde de (günümüzde buralar gaflet uykusunda ve karanlık denizinde ise de) bazı ilim ve fenler öğretilir, bazı Müslümanlar az çok okurlar ve ülkelerinde büyük ulemadan, çok bilenlerden sayılırlar. Sizlerin karşılaştığı Abbas Efendi dahi, Taşkent'te ve daha sonra Paris'te bir hayli ilim tahsil etmiş biridir. Şöyle Ki, bizim hal ve ahvalimizi anlayıp idrak edebilir sanıyorum. Kusurlarını görmeyin, cehaletini affedin, adaletli ve insaflı davranın. İslami ve medeni bir topluma katılmaya gayret edip buna layık olur ümidindeyim. Görmediğini görür, bilmediğini öğrenir, zihni açılır..."25 Bunca eğitim gördüğü Fransa'da dahi yeni ilimlere aşina olduğu halde şeyhin kendisine cahil nazarıyla bakması canını sıkar. Şeyh; kızların Dar-ı Rahat ülkesinde üniversitelerini birincilikle bitiren öğrenciler olduklarını ve mükafat olarak el-Hamra'yı ziyarete geldiklerini belirttikten sonra gittikleri Dar-ı Rahat devletini kısaca tanıtır. "Göreceğin halk şehir kurucu bir halktır. Ancak bildiğin insanlardan çok daha farklıdır, hepsi Müslümandır ama, görünüşleri Türkistan, Mısır, Hindistan ve İran halkına benzemez, görünce kıyaslarsın..."26 Bu ilk tanıtımda kullanılan "şehir kurucu halk"ın tam karşılığı aslında burjuva (burgouis, burger, burg)dır. Modern batı medeniyetinin kurucu unsuru olan bu kavramı, idealize ettiği ütopyanın menşei olarak kurgulaması, Gaspıralı'nın gerçekçi ve derinlikli bir medeniyet tasavvuruna sahip olduğunu gösteriyor.
Molla Abbas, takdim edildiği Müslüman bayanların yüzlerinin Türkistan'dakinin aksine açık olması ve kendisinden çekinmemelerini garip karşıladığını belirttikten sonra, Dar-ı Rahat Müslümanlarının tarihini de Feride Banu isimli genç kızın ağzından anlatmaya başlar; yedi sayfa süren bu hikaye özetle, Endülüs Ferdinand tarafından işgal edilmeden önce el-Hamra'nın ardında dağların içindeki kapalı bir vadiye, kimsenin bilmediği bir yoldan kaçan ve yanlarına Endülüs medeniyetinin en önemli ilmi eserlerini ve alet edavatını götüren bir grup saray müntesibi tarafından kurulduğunu anlatır.
Bundan sonrası bir ütopyadır. Ancak doğulu ve İslami motiflerle süslenmiş bir ütopya... Kurucuları olarak gördükleri Serdar Musa'nın, Dar-ı Rahat Müslümanlarının yeniden dünya halklarına karışmalarının tarihi olarak hicri 1500'ü vasiyet etmesi; hem doğulu mehdi anlayışını hem de" dağlar arasındaki ülkeden çıkış" metaforu açısından Ergenekon Destanı'nı anımsatır.27
Ütopyaların, etrafı sularla çevrili adalar olmasına karşılık, Dar-ı Rahat Müslümanları dünyadan dağlar vasıtasıyla yalıtılmıştır. Böylelikle yüzyıllar boyunca dış tesirlerin bozucu etkisinden korunmuş ve Endülüs gibi bir aydınlık çağının takipçisi olarak mükemmel bir İslam toplumu oluşturulmuştur. "Dar-ı Rahat gerçek bir Müslüman ülkesi olduğundan halkı sınıflara ayrılmamıştır. Hepsi eşit olup, birbirlerinden farkı ancak, erdem ve kazandıkları ilim iledir. Burası öyle bir ülke ki, güzellik en büyük sermaye, insaf en büyük bir ilimdir. Bu durumda kadınlar ve erkekler iki müstakil sınıf olarak düzenlenmiş ve biri diğerini tamamlamak ve eğitmek üzere yetiştirilmişler. Kadın ve erkeklerin ilişkileri kanunlara ve şeriata bağlıdır..."28
Frengistan üstünlükleriyle bir rakip iken onu çok çok geride bırakmış olan Dar-ı Rahat ülkesi ulaşılması istenen bir hedef bir idealdir."...buna rağmen yaşam standartları yanında Türkistan bedevi, Frengistan çok aşağı kalır."29
Böyle bir ideal devlet örneğini kendine siper edinen Gaspıralı kitabın sonuna kadar, kendi toplumunun yanlış din anlayışlarına, yozlaşmış geleneksel yapılarına saldırır. Dar-ı Rahat ülkesine ilişkin Şeyh Celal'den edindiği ilk bilgi buranın idaresinin "şeriat, akl-ı selim ve ortak alınan kararlara dayalı olduğu"dur. Şeyh Celal anlatmaya devam eder. "Evet oğul, ruhani ve manevi hayatımızın kelamullah ve şeriat üzerine kurulması gerektiği gibi, dini hayatımızın da eşyanın tabiatına uygun olması gerekir." Sanki açtığı medresenin kapısına "Benim mezhebim, akli ilimlerde hüccet ve burhan, nakli ilimlerde ise sünnet ve Kur'an'dır." diye yazan Ş. Mercani konuşmaktadır! Fıkıh olarak şeriat ile; Allah'ın kainattaki ayetlerini okumak anlamındaki Din'i, kitabın sonuna kadar karşılaştırır.30 Bazen Gazali'nin sebeblilik üzerine yaptığı akıl yürütmesini anımsatan anekdotlar olarak karşımıza çıkan31 eleştirisi bir çok yerde kıyas'ın savunusuna dönüşür, Bizde klasik "edille-i şeriyye"den olarak bilinen kıyas, Gaspıralı'nın coğrafyasında, küfür anlamında içtihadın ve reyin yerine kullanılan bir kavramdır. Bu açıdan Gaspıralı'nın kıyasa özellikle vurgu yapması, sonradan söyleyeceklerinin anlamlı olabilmesi açısından bu "tema"nın ne kadar hayati olduğunu gösterir.32 Bunun yanında; ilimde geri kalmanın eleştirisi, okuma-yazmanın, teknolojik icatların önemi, kadınların İslam'daki konumu... vb. tanıdık bir çok "İslamcı" alt başlığı takip edebiliriz. Bunlar içinden doğu toplumlarının eğitim usullerine ilişkin yaptığı eleştiri gerçekten çok çarpıcıdır: "Hazret, bizim ülkemizde çocuklara yemek ve giyecek verirler, bazen sövüp bazen horlarlar, bazen de dayak atarlar. Bazen sevip, eğlendirip, nazlandırırlar. Terbiyemiz böyle olur. Bu cevabıma kadı efendi hayret etti. Sanki benden çekinir gibi, Şeyh Celal'in gözünün içine baktı. Bir şey demedi ancak sanki; böyle hayvan gibi yetiştirilmiş bir insanı bizim ülkemize ne diye alıp getirirsin, der gibiydi..."33 Ülkenin emrinin karşısına çıkartılan Molla Abbas bu noktaya kimsenin itiraz edemeyeceği kadar yüceltilmiş böyle bir toplumun yöneticisi olarak onun ağzından asıl darbeyi vuracaktır: "Eğer Türkistan halkı gözünü açıp, dünyayı görüp, gaflet uykusundan uyanmazsa, bir şey bilmediklerini anlayıp öğrenmek için gayret göstermezlerse, yavaş yavaş zengin ve güçlü milletlerin hakimiyetine geçecekleri gün gibi aşikardır. Bu durum ise bundan sonra olacak çöküşlerin başlangıcıdır. Bir insanın işi iş olmasa, bildiği bildik olmasa, ticaret ve sanatı makbul ve muteber olmasa, bu dünyada ne işe yarar? Milletler de böyledir."24 Aslında bu acı kehanetin çözümünü de daha önce Mısır üzerinden vermiştir. "Taaccüp edilecek ancak şudur ki; 300-500'ü bir orduya galip gelmiş, yetiştirdiği 3-5 alimin ışığı yüzyılları aydınlatmış bir kavim nasıl bu kadar düşebilir, bu kadar kendini kaybedebilir? Vatan ve istikballerini berbat eden, kar ve kazançlarını eğlence bataklarına atan amirlere itaat ve kulluk etmelerine hayret etmemek mümkün değildir. Bunun tek sebebi vardır, o da cehalet!"25
Cehalete karşı mücadele etmek, Allah'ın ayetlerini sadece yüzünden değil, dünya yüzünde de okumak ve ehliyetsiz liderlere karşı itaati eleştirmek 19. yy'da tüm İslam coğrafyasında görebileceğimiz ortak bir söyleme aittir. Dar-ı Rahat ülkesi aslında; "Tarık b. Ziyad caddesi, Osman Gazi hanesi, Filistin ve El-Mısır köyleri ve İstikbal ismindeki gazetesiyle tüm ümmet coğrafyasının adeta bir laboratuarı gibi kurgulanmaya çalışılmışa benziyor.
Gaspıralı'nın eseri 19. yy'da Rusya'daki Türkçe konuşan halkların ilk romanıdır. Ancak ne tek başına bu veri ne de Gaspıralı'nın "Türkçü" oluşu kitaba bir "kurtuluş ideolojisi olarak Türkçülük" iması olarak yansımaz. Tersine hakim olan hava tüm İslam ümmetini dikkate alan İslamcı bir vurgudur. Gerçi model olarak Ütopya'yı seçmesi ister istemez ütopya anlayışına ilişkin çekincelerimizi davet eder niteliktedir; mesela Emir'in sarayında kurduğu ayna-ışık düzeneği vasıtasıyla ülkenin her köşesini gözetlemesi, Orwell'yen bir "büyük birader sizi gözetliyor" çağrışımı yapmakta, yine Emir'in "Öyle korkunç bir hali yoksa da bilinmeyen bir kuvvetle bütün halkı kendine bağlamış, idare ediyor..." olması modern İktidarın hegemon tabiatını hatırlatmaktadır. Ancak kitap genel hatları, kurgusu ve idealize ettikleriyle -tüm zaaflarına rağmen- ceditçi ekolün çerçevesi içinde değerlendirilebilir. Sunulan reçeteler aceleci ve tepkisel olabilir ancak; çıkış noktası nihai hedefleri açısından "Molla Abbas'ın Avrupa Maceraları"nın düşe kalka, bata çıka da olsa devam ettiğini söyleyebiliriz.
Dipnotlar:
1- İsmail KARA, İslamcıların Siyasi Görüşleri, İz Yayınları, İstanbul 1994, s.39
2- "19. asırda İslam toplumları batının çok cepheli üstünlüğü ile karşı karşıya geldiği zaman, karsı koyusunu bu cemaatçi geleneği içinde gerçekleştirmiştir. Diğer dünya dinlerinin 18. ve 19. asırlardaki seküler akımlara karşı gösteremediği tepkileri, İslam toplumlarında gözlerken, bunun sebeplerini cemaat hayatının canlılığı içinde arayacağız." Mümtaz'er Türköne, İslamcılığın Doğuşu, İletişim Yayınları, 1990 s. 19
3- Tema: Bir esere hakim olan fikir ve his. Temel motif, ana konu. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, 15. bsk, İstanbul 2002
4- Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyev, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1994
5- "Muhafazakar ulema ve Orta Asya'nın zengin kütüphaneleriyle kurduğu temasın çok yönlü etkisi Kursavi'nin yerleşik dogmalara isyan etmesine ve aslî saflığına irca etmek suretiyle İslam'ı ihya edecek bir dini reform anlayışına bağlanmasına yol açtı." Azade-Ayşe Rorlich, Volga Tatarları, İletişim Yayınları, İstanbul 2000, s. 109
-"Kursavi bu fikirleri bu güne kadar yayınlanmayan el-lrşadül ibad (Allanın Kullarını İrşad) adlı eserinde izah etti. Tezi esas itibariyle değişmekte olan bir dünyadan tecrit olmanın tehlikesine karşı dolaylı da olsa uyarıda bulunmak ve hayatın yeni şartlarına uyum sağlayabilecek yetenekler geliştirmenin önemini vurgulamaktan ibaretti." Age, s. 109
6- Dr. İbrahim Maraş, Türk Dünyasında Dini Yenileşme (1850-1917), Ötüken Yayınları, İstanbul 2002, s. 33
Ayrıca bkz. İbrahim Maraş, age, s. 75
-"Mercani'nin reformcu düşünüş tarzının esasını, İslami tecdidin temelini ilk dönem İslam'ının saflığına geri dönüşün teşkil edeceğine dair taşıdığı inanç oluşturuyordu" Azade-Ayşe Rorlich, age, s. 116
7- Abdullah Cevdet "İçtihat" ismini verdiği gazetesini çıkarabilmek için, amacının "Cihan-ı İslam'ın sesini Avrupa'da duyurmak" olduğunu belirtmekte ve Fas kralından maddi destek talep etmektedir. Bkz. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul tarihsiz, s.130-131.
-Abdullah Cevdet "İslam'ın saf haline dönülmesi yolundaki düşünceleri ise Cenevre'de tanımak ve konuşmak fırsatı bulduğu ünlü İslam reformcusu şeyh Muhammed Abduh'tan almışa benzemektedir" Age, s. 137
8- Yusuf Akçura Şehabettin Mercani'den çok etkilenmiş, İstanbul'da Erkan-ı Harbiye'de öğrenci iken bir Mercani biyografisi yazmıştı. François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), 2. bsk, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ankara 1996, s.
-Akçura'nın İslamcı fikirleri 1900-1903 arasında Fransa'da tanımış olabileceğini söyleyen Georgeon ekliyor: "Ama akla daha yakını, İslam aggiomamentosu (aydınlanma) konusunda ilk fikirlerini Tatar reformculuğunun önderleriyle olan ilişkilerine borçlu olduğudur. Akçura Siyasal Bilgiler Okulu'nda sunduğu Osmanlı Saltanatı Kurumları Tarihi Üzerine Deneme(1903) başlıklı bitirme tezinde İslam ilkeleri üzerine düşüncelerini aktarırken, tarihsel dinamizme yeniden kavuşmanın İslamiyet için gerekli olduğunda ısrar ediyordu. Ona göre, geleneklere duyulan körü körüne saygı kişisel araştırma çabalarını (içtihat) kırmış ve böylece, İslamiyet dinamizmini yitirmişti." Age, s. 25
9- "Müslüman uygarlığın altın çağından milli komünizmin doğumuna dek uzanan ortak bağ İslam'dı. Sultan Galiyev ve Müslüman yoldaşları sezgisel olarak Marksizmi kendi toplumlarında yaymakta başarılı olmak istiyorlarsa onun öğrettiklerini İslam'ınkilerle bütünleştirmenin zorunlu olduğunu, kabul ediyorlardı". Alexandre A. Beningsen - S.Enders Wimbush, Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliğinde Milli Komünizm, Anahtar Yayınları, İstanbul 1995, s. 69 "İçtihat üzerinde ısrar eden ve takliti reddeden modernist reformcu Müslüman öncülleri gibi milli komünistlerde kendileri için Marx'ı kendi milli koşullarının ışığında tefsir etme hakkını talep ediyorlardı. Age, s. 68
10- Kadrican Mendi, Sizi Tanışasınız Diye, Haksöz, sayı 133, s. 34
11- Ayrıntılı bilgi için bkz. Dr. İbrahim Maraş, Türk Dünyasında Dini Yenileşme (1850-191 7), Ötüken Yayınları, 2002
12- Dr. Necip Hablemitoğlu, Çarlık Rusya'sında Türk Kongreleri (1905-191 7), Ankara 1997, s. 36. -"18.yy Kazan şehrinde ve Kazan ülkesindeki bazı köylerde bile kagir camiler ve medreseler inşa eden mollalara ve müderrislere bakan "mecene" işte bu zengin tüccar arşından çıkıyordu" Abdullah Battal Taymas, Rus İhtilalinden Hatıralar;2.cilt Ben Bir Işık Arıyordum, Turan Kültür Vakfı Yayınlan, İstanbul 2000, s. 57
13- Halit Kakınç, Sultan Galiyev ve Milli Komünizm, Bulut Yayınları, Tarihsiz, s. 102
14- Mehmet Karakaş, Türk Ulusçuluğunun İnşası, Vadi Yayınları, Ankara 2000, s. 184-185
15- İsmail Gaspıralı, Molla Abbas'ın Avrupa Maceraları, Sadeleştirenler: Ercüment Dursun - Ercan Sakarya, Da Yayınları, İstanbul 2002
16- Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih Toplum Kimlik, Afa Yayınları, İstanbul 1991, s. 28 vd. Ayrıca benzer tahliller için bkz. Fethi Naci, 100 Soruda Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, Gerçek Yayınları, 2. Bsk. İstanbul 1990, s. 65 vd. -Prof. Dr. Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Midhat Efendi, MEB Yayınları, 2. Bsk. İstanbul 1991, s. 159 vd.
17- i. Gaspıralı, Age, s. 16
18- Age, s. 19
19- Age, s. 19
20- Age, s. 39
21- Age, s. 41
22- Age, s. 43
23- Age, s. 47
24- Age, s. 78
25- Age, s. 88
26- Age, s. 89
27- Age, s. 144
28- Age, s. 141
29- Age, s. 114
30- Age, s. 11 7
31- Age, s. 125
32- Age, s. 116, 117, 125, 126, 143.
33- Age, s. 112
34- Age, s. 139
35- Age. s. 120