Modernizm ile Gelenekçilik Arasında İnsan Ya da İki Cehennemi Yaşamak -1

Ramazan Yazçiçek

İki Cehennem

Enformasyonun, teknolojinin ve de nesnel zeminde yaşam kalitesinin artmasına rağmen günümüz insanı tam bir malûllük içerisindedir. Keza insanın malûllüğü refaha olan mahrumiyetinden değildir. Özellikle Batılı insan refah açısından doyum noktasına ulaşırken diğer taraftan "geri bırakılmış" dünyada milyonlarca insanın açlıktan, yetersiz beslenmeden ölmesine seyirci kalınmaktadır. İnsanın asıl malûllüğü fikrîdir ve dolayısıyla mutlu olmamasındadır. Çünkü müreffeh olmak mutlu olmak demek değildir. İnsanlar, çözümü, "sözün tükendiği nokta", "tarihin sonu" olarak sunulan "modern hayat" tarzında ya da yeni insanî bir boyut arayışı içerisinde moderniteye eklemlenerek birebir gelenekte -farklı bir ifadeyle kastımızı da daha doğru karşılayan "Gelenekçilik" veya "Gelenekselcilik"te aramaktadırlar. Batı, kendi modernliğini sözün tükendiği nokta sanmakta daha vahimi bu paranoyayı insanlığa dayatmaktadır. Tarihin sonu; sözün tükendiği nokta, bizce sonun başlangıcı; asıl üretilmiş değerlere mutlakiyet atfetmenin, her şeye maddî zaviyeden bakmanın iflâsıdır. Ancak bu iflas maneviyatçı, ruhçu eğilimlerin meşruiyeti de değildir.

Her bir paradigma aynı zamanda bir siyasal öneri kastı taşır. Dolayısıyla hem modern hem gelenekçi paradigmalar siyasal bir kasıtla birlikte yerel ve küresel siyasal iradeyle eşgüdüm içerisindedirler.

Kaçınılmaz olan değişim olgusu doğru işlemediğinden beraberinde kişilik çatışmalarını getirmiştir. "Yaralı bilinç" kavramı kastı izah etmektedir. Bu, toplumların zıt (gibi) görülen iki farklı epistemik kaynaktan beslenmesi; gelenekçi ve modern paradigmalar (felsefi modeller) arasında kalması sonucunda gelinen adeta şizofrenik bir durumdur. Bir tarafta zihinsel yapıları hâlâ geleneğe bağlı olan insan bir diğer tarafta aynı insanın modernliği sindirme zorluğu bulunmaktadır. Bu anlamıyla da "modernite" ve "gelenek" gibi iki farklı çelişik paradigma, uyumlu bir eklemlenmeyi olanaklı kılan hiç bir köprüye sahip değildir. Dolayısıyla diyaloga da ancak indirgemeci bir yaklaşımla girebilirler. Modernlik, geleneğin ölçüleriyle tartılmış, gelenek ise modernliğin şiddetli çelmelerine maruz kalmıştır. Ortaya çıkan ise sakat bir bakış ve bu bakışın tasvir ettiği nev-i şahsına münhasır ruhsal tavırlar arasında baş gösteren bir ayrılma olmuştur (Bozkurt, 1999: 111-129). Ortaya çıkan bütün bu paradoksal durumların mağduru kuşkusuz el-insandır.

Bizi "modernizm ile gelenekçilik arasında iki cehennemi yaşamak" gibi bir tanımlamaya götüren saikler, beraberinde yeni açılımlarda bulunma imkânı da veriyor. Zira modern olana teslimiyet ile geleneksel olanı sürdürmenin kuşatmasında olan insan, adeta tarihinin mağduriyetini yaşamaktadır. Birini diğerinin gözüyle yorumlayıp değer biçmediğimiz bu yaklaşımları, zaman ve mekanla mukayyet olmayan vahy karşısında değerlendirmeye çalışacağız. Zira ilgili paradigmalar meşruiyetlerini zamanla tahditten almaktadırlar ve bu yönüyle de güdük kalmışlardır. Farklı dönemlerde farklı kuşatmaları yaşayan insan, modern dönemde ise iki yanlıştan birine alternatifsiz olarak mahkum edilmek istenmektedir. Allah tanımaz ütopyaya teslimiyet, tarihi boyunca inanmadan yaşayamayan insanın öz varlığına; insan oluşuna, ters düşen bir dayatmadır. Bu, tam anlamıyla insanın tükenmesidir. Buna mukabil modern kuşatmaya direnen insan ise geçmişin ayıklanmamış geleneğine mahkum olmuştur. Keza biz, geleneğin de modern olandan daha az riskli olmadığını söylüyoruz. Modern olanda tükenmek ne ise gelenek bataklığına rıza göstermek de odur. Gelenekselcilik ise bunun bir disiplin olarak sunulmasıdır.

Modrenizmin ve gelenekselciliğin vahyî ve insanî gerçekliği bir bütün olarak dikkate almamış olmaları genel olarak eleştirimizin sebebidir. Geçmişten günümüze vahyi devre dışı bırakan eğilimler geçici olmuş, dolayısıyla tarih sahnesinden çekilmeleri de kaçınılmaz olmuştur. Çözümsüz oluşları da burada yatmaktadır. Başarıları mevziîdir, keza ortaya koydukları, kalıcı ve faydalı olmanın çok uzağındadır. Bir olgunun vahyi işaret/temsil etmesi noktasında kalıcı ve faydalı olma unsurlarını taşıması gerektiği, bunun önemli hatta belirleyici olduğu kanaâtindeyim. Ne gelenek ne de bugün tehdidi altında olunan modernizm ebedidir.

İnsanın, modernitenin kuşatmasından ve geleneğin gizeminden kurtulma zorunluluğu vardır. Bu kuşatmadan kurtulmanın sosyaliteye rağmen olamayacağı da açıktır. Zira insan sosyal bir varlıktır. Modern dayatmaların bireyselleştirdiği/yalnızlaştırdığı insanın sığınağı kaçışı çözüm olarak gördüğü gelenek olmamalıdır. O halde bugün yeniden çözüm keşfine çıkma mecburiyetimiz vardır. Bizce çözüm, moderleşmenin ve tarihin çöplüğüne/atalar yoluna razı olmanın dışında bir yerlerde aranmalıdır. Kuşatmanın zorlu oluşu ve hızla yaygınlaşması çözüm keşfine çıkmanın ivediliğini beraberinde getirmiştir. Sıkıntıyı aşma, bilinç ve buna dayalı olarak pratik geliştirmeksizin mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla bireysel değişim ve toplumsal dönüşümü mümkün hatta zorunlu kılacak inşaî bir potansiyele yeniden ihtiyaç vardır. Bu potansiyel mevcuttur ve yeni değil yeniden keşfe muhtaçtır.

Modern Kuşatma

"Modern, kökeni itibariyle Latince bir sözcüktür; "son zamanlar, tam şimdi". Modern kavramı ilk kez MS 5. yüzyılda, Antiqius'un karşıtını oluşturacak şekilde Hıristiyanlığı putperest pagan kültürden ayırmak için kullanılmıştır." (Cevizci,  2002: "Modern" mad.)

"Modernleşme kavramı esasında 'Batı dışı' toplumların 16. yüzyıldan itibaren sosyal değişiminin adı olagelmiştir." (Toros, 1991: 73) Batı, kendi varlığını idealleştirmesi neticesinde "diğer dünya" olarak tanımladığı ötekilerini kendi değer yargılarıyla dönüştürmeye çalışmıştır. Öncelikli konumlandırma itibariyle kendini modern/medeni kabul eden Batı, diğerlerine geleneksel/vahşi ön kabulü ile değer biçmiştir. Yani evrilme Batı'nın bulunduğu yere, modern kabul edilene doğrudur. Bununla da Batı, insan ilişkilerinin toplamını göremeyip dayatma unsurunu yedekleyerek taleplerine devam etmiştir. Batı modernleşmesinin oluşumundaki antik Yunan felsefesini, rönesansı, reformları, sanayi devrimini görmeden modernleşme çözümlemelerine girmenin anlamsızlığı ve ilgili süreçleri yaşamamış ülkelere (Toros, 1991: 75) adeta provasız elbisenin dayatılmasının vehâmeti ortadadır.

18. yüzyılda aydınlanmayla birlikte Batı'da kullanılmaya başlayan modernite terimi, 19. yüzyılın sonlarında, 20. yüzyılın başlarında Alman sosyoloji teorisinde terim, modern kapitalist-endüstriyel devletin gelişimine paralel olarak geleneksel düzenin zıddı; farklılaşmanın vuku bulduğu durum anlamını kazanmıştır  (Sarıbay, 2001: 4-5). Modernlik sadece makro alanlarda kendini göstermiyor. Aynı zamanda o, hem bilinç hem de davranış düzeyinde kendini göstermektedir. Örneğin modern tüketim toplumunda insan, kişi olarak değil de tüketici olarak bir anlamı kimlik kazanmaktadır. "Modernizm, geleneksel olanı yeni olana tâbi kılma tavrı, yerleşik ve alışılmış olanı yeni ortaya çıkana uydurma eğilimi veya düşünce tarzı"dır. (Cevizci, 2002: Modernizm Mad.) Gelinen noktada Modernizm kendini hayatın her alanına müdahale etme hak ve kudretinde görürken; hayata dair her problemi çözme iddiasında bulunurken bilakis kimlik krizi oluşturmaktadır. Bireyselleştirip böldüğü toplumu hangi kimlik sahibi olursa olsun bir arada tutan değerler manzumesinden ayıklayarak zayıf düşürmekte, nihilizm1 psikozuna esir almaktadır. Bu müdahale aileyi de aşarak bireyde adeta şizofrenik bir kişilik bölünmesine sebep olmaktadır. Durum, modern kuşatma altında olan aile açısından da farklı olmadığı gibi neticeleri itibariyle kalıcı, vahim toplumsal sonuçlar doğurmaktadır. Modernite, zihinlerden manevî olanı silme ve yaşam mantalitesini topyekün sekülarize etme çabası içindedir. İnsanî daralma gösteren çağımız modern insanı, bu daralmanın hem öznesi hem nesnesi olarak son tahlilde kendine tanıklık etmiştir. Maruz kaldığı kuşatmanın mağduru olduğu gibi sebebi de olmanın açmazı içerisindedir adeta. O, bu ironik halin içinden çıkma zorluğuyla karşı karşıyadır. Buna, "kendine rağmen" bir savaş da diyebiliriz. Ancak nasıl? Ontolojik zeminde tehdit unsuru olan da tehdit altında olan da insanın kendisi (özne de nesne de insan)dir. Bu durum, bizim, kendine rağmen diye tanımladığımız sorunu ve çözümü daha bir hassaslaştırmaktadır.

Bizim toplumumuzda modern-postmodern olan yaklaşımların büyük ölçüde iç içeliğinden, kavramsal analizde zorluk oluşmakta; dolayısıyla tezahürleri itibariyle de ayırt etme zorluğu yaşanmaktadır. Bu karmaşa içerisinde baktığımızda teknoloji ve enformasyonun şekli değişmiş, üretimin yerini tüketim, realitenin yerini imaj, bütünün yerini parça almış, büyük anlatılar (metanarratives) inkara yönelinmiş, yüksek kültür terk edilmiş ve popüler kültür hakim konum kazanmıştır. Bunun felsefî düzeyde formülasyonu postmodernizm, Batı dışı toplumlara aktarımı/dayatması ise postmodernleş(tir)medir. Netice itibariyle modernitenin rahmi olan aydınlanma felsefesi (Sarıbay, 2001: 5, 40), diğer toplumları da kendi talepleri doğrultusunda değiştirme ideolojisine dönüşmüştür. Aydınlanma derken "Türk aydınının, Batılı anlamda(!) bile "aydınlanma" fikrini kavrayamadığını belirtmek gerek. Kant, aydınlanmayı "insanoğlunun rüşdüne ermesi, yani kendi aklını kullanmaya cür'et etmesi" olarak tanımlıyordu. Fert ve toplum (kavim) olarak kendi aklını kullanmak! Aydınlanma budur. Türk aydını ise Batı aklını kullanmaya aydınlanma diyor." (Özel, 2002: 33).

İnsana modern dönemde reva görülen bu vahim bakış, ruhçu maneviyatçı her bir eğilimi kendi doğası gereği meşru hatta yeter gören gelenekçilik açısından da sürdürülegelmiştir. Hatta modernizmin biçtiği hasat, geleneğin ektiği hastalıklı tohumun mahsulüdür analojisi yapılsa haksızlık olmaz. Bu ikinci duruş (gelenek), her ne kadar insanın eşyalaşmasına direnme, materyalist konumlanma/konumlandırmaya muhalefet, gaybî olanı ertelememe, insanı; biyopsişik bütünlükte ele alma artılarını taşıyorsa da, ruhçu, maneviyatçı her bir duruşu doğru/hakikat kabul etme hatası ile malul bir eğilimdir. Binaenaleyh tradisyonel talep (gelenek)de tıpkı modernizm gibi hayata bütüncül bakma, insanı dolayısıyla aileyi yorumlama ve çağı yeniden inşa/şekillendirme güç ve iradesinden yoksundur. Zira bu iki sapmanın da nesneleştirdiği, insan -dolayısıyla aile-, günümüzde adeta iki cehennemi yaşamaktadır. Bugün, konjoktürel olarak bu iki cehennem de hem emperyal küresel irade hem de yerel siyasal iradeyle eşgüdüm içerisindedir. Siyasal iradenin taleplerini yerel ve küresel zeminde karşılar durumdadırlar.

Modernizm, insanı özgürleştirme iddiasındadır. Bunun anlamı ise son tahlilde tabi olunan "an"ı, o anın ilişkin olduğu objeler aracılığıyla akledişi ve bu sayede içinde bulunulan anı denetleyebilme gücüne atıfta bulunan bir anlayıştır. Bunun vardığı yer, "her şeyi mubah" (anything goes) görmedir. Bununla da postmodernizmin ilerleyeceği yol açılır (Sarıbay, 2001: 8,11,92). Özgürleştirme vaadine rağmen modern talep, hayata dair her şeye müdahil olurken; insanı, hevasına taptırarak köleleştirmiştir. Modernizm, karşısına aldığı -değer adına ne varsa- her şeyi bölünme tehdidine maruz bırakmıştır. Bu bölünme sadece nesnel zeminde olmamakta bilinçte, algıda da yaşanmaktadır. Tüketim toplumu olgusu ise modern bakışın yaptığı tahribatın sosyal zeminde zirvesini oluşturmaktadır. Bundan sonrası tüketim çılgınlığının sonuçlarındandır. Modernleşme taleplerinin determinizm zemininde olması, seküler (laik) bakışı iman talebiyle dayatması aynı felsefi ve siyasal taleplerle eşgüdümlülüğü ve aynı epistemik zemini kullanan postmodern dönüşümü de güvenilmez kılmıştır. Zira çözümü kendiliğinden bir paradigma olarak postmodernizm de bireye ve dolayısıyla aileye verdiğinden fazlasını alma eğilimindedir.

Demokratikleşme modernleşmenin gereği olduğu halde, Batı, üçüncü dünya ülkelerindeki modernleşme süreci içerisinde yer yer antidemokratik rejimlerin kaçınılmaz olduğunu bu tip yapılara sahip mevcut baskıcı statükoları "zorunlu tarih aşamaları" olarak meşrulaştırmaktadırlar. Böylece üçüncü dünya ülkelerinde yaşayan insanların özgür iradeleriyle oluşturacakları "katılım", ve sistem arayışının önüne set çekilmeye çalışılmaktadır. Bu ceberut talebe göre üçüncü dünya ülkeleri açısından modernleşmenin vazgeçilmez öğesi "modernleştiriciler" olarak adlandırılan siyasal-bürokratik elittir. (Toros, 1991: 77) Bu durum da kendi iddialarıyla çelişen emperyal-hegemonik kasıtlarını ortaya koymaktadır.

Modern Paradigmalar

Modern toplumların problematiğine dayalı olarak ortaya çıkan sorunlara çözüm arayışları farklı paradigmaların oluşmasını sağlamıştır. Modernitenin çoğu kez düşün hayatına taşıdığı kirlilikler olan bu paradigmalar, Batı'nın sorunlarına çözüm olmadığı gibi diğer toplumlarda da ancak zihnî bulanıklığı artırmıştır. Dolayısıyla çözüm olarak sunulanlar yeni birer sorun olmakta ancak yine de çoğu kez din gibi algılanmaktadırlar. Bu paradigmaların "dinsel" olarak tanımlananları daha bir kafa karışıklığına sebep olmaktadır. Çünkü modern problemlere gelenekten çözüm ararken talep daha çok maneviyat ayıracınadır. Gelenekten diye sunulan birçok yaklaşım da esas itibariyle modern birer sunumdur. Vahy, manevîdir oysa her manevî, ruhçu olan yaklaşım vahy değildir. Keza "manevî" olan bir eğilim hak ve batılı içiçe barındırabilir. Örneğin dinsel çoğulculuk, dinsel ırkçılık ve bunların uzantıları gibi farklı yönelimler bu türdendirler. Bunlar, gelenek zemininde ve fakat modern formda arz-ı endam eden belki postmodern paradigmalardır.

Bunların bir kısmı modern teoloji denemeleridir ancak zemini itibariyle gelenek kültürüne; mistisizm temeline dayanmaktadırlar. Bunlara, modern problemlere dair yenilenen paradigmalar da diyebiliriz. Dolayısıyla modern toplumlar gerçekliğinde problemlerin çözümü tartışılırken hangi düşünsel ortamda temellendiklerini de bilmek zorundayız. İslâm kültür zemininde içiçeliğin yaşandığı dinsel çoğulculuk (pluralizm) gibi teoloji denemeleri, bir yönüyle kadim kültüre dayansa da tezahürleri moderndir. Burada geleneğin modernizmle hesaplaşmasından öte hafsalayı daraltan bir içiçelik yaşanmaktadır. Bu durumla adeta gelenek ile moderlik hatta postmodern yaklaşımların senfonisi yaşanmakta; birbirlerini ironik bir karmaşada dönüştürmeye zorlamaktadırlar.

Bugün çoğulcu tezlerle ortaya konulanlar kadar önemli olan, onların hangi siyasî iradeyle eşgüdümlü olduğu/oluşturulduğudur. Bu bağlamda arkaplan doğru okunmadığı takdirde, çatışmaya dikkat çekerek, mutlak güce teslim olmanın dışında alternatif olmadığı vehmine kapılmak kaçınılmaz gibi. Ya cehennem ya küreselleşme (globalisation), diyalog, çoğulculuk dayatması bu vehmi beslemeye yaramaktadır. Hoşgörü ulemasının(!) diyaloga(!) karşı olanları Haricî veya terörist olarak nitelemeleri (bkz.: İktibas, 2004) de aynı hafifmeşrepliğin dayanılmaz noktasıdır. Aslında bu da iki cehennemden birine razı etme politika kastının "ağızdan kaçırılanı"dır. Bir tarafta adına "diyalog" denilen nemenem olduğu belli olmayan bir hesap, bir diğer tarafta ise tarihsel ağırlığıyla itham ve terörist tescillemesi… Ve şimdilerde diyalogu daha farklı saiklerle reddederken yerine konulanın daha az cehennem olmadığı yeni spekülasyonlar tezgahlanmaktadır. Bunlar da çözümü kendinden öneriler olarak güdük, temelsiz ve ilkesizdirler.

Medeniyetler çatışmasında taraf kılınan Batı, olağanüstü bir kudretin zirvesinde, süper güce sahip, rakibi haritadan silinmiş, meydan okuyacak muhatap bulamayan, güvenlik ve iktisadî olan bir mutlak güç olarak konumlandırılmaktadır. Batılı güçler, menfaatlerinin meşrûiyeti için kendilerini "hür dünya", "dünya toplumu", "uygar dünya", "medeni dünya" diye nitelendirmektedirler. Bununla da kendileri dışındaki dünyayı "köle dünya", "barbar dünya" diye nitelemiş olmaktadırlar. Tek meşrûiyet(!) dayanağı, doyumsuzluğu olan Batı hegemonyası, her hür birey ve ülkeye müdahale ve işgalde -yerel yedekleri aracılığıyla- "dünya topluluğu" adına hareket ettiğini ileri sürmektedir. Daha acısı, Batılı heyula, meşruiyetini, ifsada çalıştığı zeminlerden temin etme gayretindedir. Bugün gelinen nokta, oluşturmaya çalıştıklarını söyledikleri Yeni Dünya Düzeninin tam anlamıyla dünya düzensizliğine dönüşmüş olmasıdır.   

Bu konjoktürde ortaya çıkan çoğu felsefî öneriden ibaret olan yeni teoloji denemelerinin de dinî değil siyasî hedefleri mebnî yaklaşımlar olarak bu gelişmelere çanak tuttuğu görülmektedir. Hıristiyan ve Yahudi teolojisini çoğulcu bir zeminde eleştirmek mümkün ise de İslâm açısından böyle bir yaklaşım temellendirilemez. Keza modern ve geleneğe olan farklı yönelimler için de bu böyledir. Kriterleri belli olan İslâm'ı, uçları açık, ideolojik, felsefî sav diyebileceğimiz modern ve gelenek eksenli indî paradigmalarla karşılama imkânı yoktur. İlgili paradigmalar, meşrûiyet sorunu yaşamamak için çoğu kez gelenekten referanslar aranarak oluşturulmuşlardır. Bu ve benzeri çabalarla Batı'nın, Kilise odaklı problematik etrafındaki çözüm arayışları hem yöntem hem de içerik itibariyle İslâm kültür zeminine taşınmak istenmektedir. Kuşkusuz İslâm kültür zemininde de sorunlar vardır. Ancak bu sorunlar ne içerik itibariyle aynı ne de çözüme dair yöntem açısından aynıdır. Çoğu kez ideolojik olan tanımlamalar, ilâhî kriterlere alternatif sunulmaktadır. Modern teoloji denemelerinin en malûl yanı ise, esas itibariyle dinlerin birbirlerine karşı taşıdıkları gerçek niyetlerin önemini fazla azımsamalarıdır.

Dinsel ırkçılık diye kavramsallaştırdığımız bir diğer sapma da aslında geçmişten günümüze devam eden bir yaklaşımdır. Farklı ve özel olma karakteri üzerine oturan ırkçılığın meşruiyetini dinden temine kalkması, geçmişten günümüze dek süregelen bir sığınma, meşruiyet talebidir. İslâm, ırkçılığı ortadan kaldırmayı kendisi için öncelikli hedef edinmişken, kendisinin ırkçılık tarafından meşruiyet delili olarak gösterilmesi kadar ironik bir başka durum olabilir mi? İslâm'ın reddettiği ırkçılığın yine İslâm ile temellendirilmeye kalkışılması geçmiş ümmetlerin ayak izlerini takip etmekten başka bir şey değildir. İslâm kültür zemininde ilk dönem Müslümanları arasında Ümeyyecilik şeklinde ortaya çıkan dini ırkçılık, toplumları ifsada götürecek örnekler bırakarak sahneden çekilmişti. Tepki olarak gelişen Şu'ûbiyye ise aynı saiklerle doğmuş ve bu da kendisini din ile temellendirmeye çalışmıştı. Şimdilerde ise kışkırtan bir eda ile "Türk Müslümanlığı" gündeme sürülmektedir. Bizce yeni bir "Türk Dini" (bkz.: Aktay, 2000) projesi olan bu sapma da siyasî hedefleri ağır basan modern; ancak gelenek zeminli bir paradigmadır.

Evrensel vurguları baskın bir din olan "İslâm"ın, modern bir din haline getirilerek "millî"leştirilmesi, Cumhuriyetin kurulmasından itibaren siyasetin gözettiği en önemli hedeflerdendir. Bu projenin sahipleri, amaçlarını ortaya koyarken, "Kur'an Müslümanlığı" yerine, "Türk Müslümanlığı" tanımını esas almışlardır. Türk Müslümanlığı deyimi, dinsel ırkçılık paradigmasının yerel-Türkî versiyonudur. Bu deyimin isimlendirdiği proje ile İslâm'ın hem gündelik hayatta asgariye indirilmesi hem de makro düzeyde siyasete yön verme işlevinden uzaklaştırılması hedeflenmekte ve dinin böylesi bir versiyonu da topluma benimsetilmeye çalışılmaktadır.

Bu bağlamda isimlerini zikretmekle yetineceğimiz tarihselcilik, hermenötik (yorumsal) çabalar, demokrasi, liberalizm ve nev'î modern aklın ortaya koyduğu çözüm önerileri de netice itibariyle aynı kapıya çıkmaktadırlar.

Modern Bilim İman Talebinde

Aydınlanmayla birlikte Tanrı merkezli görüşün insan merkezli zeminine kayması, problemlerin çözümünü de salt akılcı sınırlara terk etmiştir. Bununla, zoraki merkez tayini kendine rağmen sorunları kaçınılmaz kılmıştır. Gelenek, aslında modern olanı tanımlamakla kendi sınırlarını daha rahat belirlemiştir. Gelenekselciler, hakiki dinin muhafazasının, profan (lâdini) ya da başka bir isimle modernistik dünya görüşüyle mümkün olmadığına; vahyin devamlılığını sağladığı için geleneğin saf dışı bırakılmasıyla Allah'tan uzaklaştıran dev bir tuzağın kurulduğu sahne olarak tanımlanan dünya ile modernizmin tehlikesine dikkat çekerler (Nortbourne, 1995: 24). Modern uygarlık için en uygun sıfatın "profan"; modernizmin, profan bakış açısının müşahhaslaşmış şekli olduğu söylenerek (Nortbourne, 1995: 40,93) genellemeci bir yaklaşımla ifrata giderler. Bu bakış açısıyla değişimin gelenekselden profana doğru olacağı, dünyevî olan lehine semavî olan her şeyin reddi vurgusuyla da geleneğin ehemmiyetine atıfta bulunulur ve böylece geleneğin mutlak meşruiyeti tescillenmek istenilir. (Nortbourne, 1995: 41, 42)

Nortbourne, bilim kelimesinin yerine "modern bilim" tabirini kullanır ve modern bilime olan imanı "modern"lik üzerinden sorgulayarak esas itibariyle bilime yönelik bir eleştirinin olmadığını çünkü bunların temelinin de metafiziğe dayandığını söyler. (Nortbourne, 1995: 47) Nortbourne, modern bilim karakterinin gözlemsel, rasyonalistik (akılcı) ve güçlü bir biçimde hümanist; insanı, faaliyetlerinin görücüsü, yapıcısı ve planlayıcısı; aynı zamanda onların tek müstefidi olarak gördüğü tanımlamasını yapar. O, her şeyi Tanrı'ya rağmen insan merkezli gören bu bakışın insanı tanrılaştırdığını söyler.  (Nortbourne, 1995: 52) Yine Nortbourne, zenginlik ve rahatlığın bizatihi kötü olmadığını ve ancak başka bir amaç için aranmayıp da kendileri amaç haline geldiklerinde kötü olacağını (Nortbourne, 1995: 54) vurgulayarak tefrik edici olur. Modernliğin gözlemselliğinin sanatta da onu güdük bıraktığına inanılır ve modern sanatkarın ilhamını çevresinden almasına karşın, gelenekten ilham alan sanatkarın ise eserine ilahî sıfatı yansıtan bir sembol olarak baktığını söyler. (Nortbourne, 1995: 59)

Martin Lings, "evrim kuramı" hakkında, konunun uzmanı bilim adamlarından ilmî gerekçeleri naklettikten sonra şu değerlendirmede bulunur: "Rasyonalist, kendi aklının her şeyden üstün olduğuna inanan kişidir. Bütün bunlar gösteriyor ki evrim kuramı imkânsızdır. Aslında dış görünüşe rağmen artık hiç kimse evrim kuramına inanmamaktadır. Evrim, artık çobanların inanmadığı ama sürülerin selâmeti bakımından savunmayı sürdürdükleri bir tür dogmadır. Sözün kısası, bu konuda bilimin bizden beklediği kendisine iman etmemizdir ve gerçekten de evrim düşüncesi genel olarak bir tür ilham edilmiş gerçek kılığında ileri sürülmektedir. Gerçek bilim, evrimi açıklamaya çalışan değişik kuramların hiç birini kabul etmez, hatta bu kuramların hepsiyle çatışmaktadır." (Lings, 1980: 10-11) Bütün bu anlamlarıyla modern bilim bilimi iman talebiyle kutsallaştırmaktadır.

Gelenekselciler, "modern olan"ı hiç de yabana atılmayacak eleştirel vurgularla tescilleyerek anlatıyorlar. Yukarıdaki yargılar bizce de doğru tespitlerdir. Ancak bu, tepkisellik formunda her bir yeni olana uygulanırsa sığınılan metafizik zemindeki kriterleri de dogma olarak tanımlanmayı daha mümkün ve de kaçınılmaz kılacaktır. Gelenekçilerin kendi yazılarından vermeyi uygun gördüğüm bu kanaâtlerin aksine vakıadır ki her ne kadar moderniteye karşı çıksalar da biz bugün gelenekçilerin de modern toplumların problematiğine dayalı olarak ortaya çıkan sorunların çözümüne yönelik aslında tam da modernleşmenin, küreselleşmenin amacını postmodern endamıyla karşılayacak çözümler sunduklarını görüyoruz. Bununla değerlerin kıymetsizleştiği, kimlikli duruşun yerini uçları açık metafizik paydanın aldığı, lokal ve küreselin aynileştiği bir dünya hedeflenmektedir. Bugün teolojik zeminde pluralizmin egemen olduğu ortak paydaya doğru hızlı bir kayış vardır. Ve fakat tuhaf olan modern olanla gelenek adeta eşgüdümlü hedef birlikteliği göstermektedirler. Postmodernizm de belki adı konulmamış bu ortak beklentilere cevap aramanın sonucudur. Nitekim yazılarımızda örneğin dinsel çoğulculuğu "eski kastın yeniden dillendirilmesi" olarak postmodern bir paradigma diye nitelememiz de bu öngörümüzdendir.

Tüketim Olgusu ve Tüketen Psikozuna Dair

Modernizmin muhatabına dayattığı en önemli olgu bizce tüketim çılgınlığıdır. Esas itibariyle tüketim temel bir gereksinimdir; ancak, ihtiyaçların, kişisel ve bilinçli estetik eğilimin dışında bir taleple ortaya çıkması söz konusuysa burada başkalarının tercihi hatta dayatması vardır. Bu da taklide dayalı bir yaşam tarzıdır ki zaten sorun olan da budur. Bu noktadan sonra insanı, artık hadımlaşmış bir nesne tipoloji olarak sahnede görüyoruz. Her şeyin insan için olduğunun iddia edildiği modern algıda bilakis insan tüketim için konumlandırılmış bir nesnedir. Bugün tüketim kültürünün ortaya çıkardığı manzara psikolojisi bozulmuş bireyler, insicamını kaybetmiş toplumların vahim durumudur. Davranış değişiklikleri; her geçen gün taklit, gösteriş, kıskançlık, egoisizm ve narsizm yönünde artmaktadır. Tüketim toplumunda etik değerleri ortadan kaldırma eğilimi vardır ve psikolojik egoizm gittikçe yaygınlaşmaktadır. İmaj peşinde olan modern insan "olmak"  ile "... gibi gözükmek" arasında gelgit gerilimi yaşamaktadır.

Bu noktada öncelikle bilgi bilincinin oluşması gerekir. Zira bilgi bilincinin oluşmadığı, bilginin hoyratça tüketildiği zeminlerde tüketimde muvazene beklentisi/telkini de kanaâtimizce fantazi olur. Bundan ötürü tüketimin nesnel öğe veya lokal zeminle sınırlı olmayıp bir bilinç, algı, idrak hatta kimlik sorunuyla ilgilidir. Bu mütâlaalar bizi hareket noktası olarak olgunun yoğaltım öncesi şekillendiği arka plânı irdelemeye götürmelidir.

Tüketime kilitlenmek mahkûmiyet dolayısıyla özgüvenin yitirilmesidir aslında. Tüketimin genel esprisi kolaycılıktır. Bu durum, bireyi mukavemetsiz kılmakta; istihsal (üretim) adına da her noktada hadımlaştırmaktadır. Tüketim insanı, gelişme/ilerleme göstermeyen, dingin, statik bir duruşun esiridir. Üreten insan ise dinamik bir duruşu temsil eder. Üretici olmak her zeminde bir bedel ödemeyi gerektirir. Ancak ödediği bedel ona değer olarak geri döner. Dolayısıyla mukavemet eden insan güçlüklerin kendisini güçlü kıldığı insandır. 

Tüketimin karşısına şâyet üretim oturtulacaksa içi iktisât ile doldurulmalıdır. Aksi taktirde üretim de tüketim olgusu gibi amaçsız ve de modernitenin insan yaşamında yapmış olduğu tahribatın uygun aracı/zemini olmaya devam edecektir. Zira hayatın her cephesinde dengenin sağlanma zarureti vardır. Bu, değeri, düşünceyi dolayısıyla eşyayı zayi, israf etmemektir. Bunun için istihlâkta iktisât bir anlamda insanın eşyalaşmaya karşı direnişidir. Keza iktisât, yaşamın her alanında adl üzere olmak demektir. (Yazçiçek, 2004: 63-67)

Tüketim olgusu kuşkusuz bilinç denetiminde anlamlı ve gereklidir. Tüketimin denetimden çıkmış hali istihlâktır. İstihlâkta bilinçli harcamanın, kullanmanın yerini helak ediş almıştır. Denetimden çıkmış davranışların zararı sadece failine dokunmaz. Kontrol altına alınmazsa verdiği zayiat aileye sirayet eder ve toplumsallaşır.

Tüketim bilincinin oluşmaması, ekolojik dengeyi bozmaya matuf neticeler de doğurmaktadır. Aslında ekolojik dengeyi tahrip modern maharetlerden(!)dir. Sınaî, teknolojik atıklar ve daha önemlisi çevrenin en önemli unsuru -aslında çevrenin korunulma gerekçesi de- olan insan, daima dengesiz tüketimin mağdurudur. Ekolojik dengenin bir anlamda kendisi için korunması gereken unsurun bozulmaya maruz kalması, sonrasında korunacak neyin kaldığı sorusunu kaçınılmaz kılmaktadır. Dengesiz tüketen insan, gerçekte kendini de tüketmektedir. Burada krize uğrayan özne insan olmakla birlikte aslında ontolojik zeminde kendiyle birlikte her şeydir.

İçinde yaşadığımız toplumda açlık sınırında yaşayan insanların bile Marlboro sigarası içtiklerini ve elinde lüks bir cep telefonu kullandıklarını görmekteyiz. Ancak aynı tüketici grubunun çocuklarının süt, yumurta ve temizlik maddeleri gibi temel gereksinimlerden ne kadar mahrum oldukları da aşikârdır. Bu durum yaygın denebilecek orandadır. Aldığı maaştan daha pahalı cep telefonu kullanan ücretli sayısı azımsanmayacak orandadır. Oysa bu insanların çoğunun çürük dişlerini tedavi ettirecek ne parası ve ne de sorumluluk bilinci vardır. Temel gıda ve sağlık gereksinimini karşılayamadıkları gibi kültürel ihtiyaçları ise düşünemeyecek kadar duyarsız(laştırılmış) olduğu da ortadadır.

Nesneler ve uğraşılar dünyasında birçok şeyi kendimize ihtiyaçmış gibi dayatmışız. Kendi özgürlüğümüzü sınırlayarak ihtiyaç diye tanımladıklarımızın esiri olmuşuz. Hizmetimize amade olarak yaratılan şeylere böylece hizmet eder duruma gelmişiz. Buna isteyerek esaret ya da bir tür tüketim bağımlılığı diyebiliriz. Amaçlı harcamaktan öte tüketmek, helâk anlamını da mündemic istihlâktır. Tüketim olgusunun günümüzde yüklendiği anlam ve pratik bu doğrultudadır.

Gelinen noktada bünyeyle uyum sağlamayan bir olgu naklinin sıkıntıları yaşanmaktadır. Ruhsal dengenin bozulduğu, stresin yaygınlaştığı, varisi olunan kültürel dokunun tahrip edildiği, ifsâda hızla sürüklenen bir aile dolayısıyla toplum gerçeğiyle karşı karşıyayız. Modern toplumların problematiğine dayalı olarak ortaya çıkan paradigmalar veya geleneğe dayalı olarak yaşanagelen "atalar yolu" ancak popülist eğilimleri üretir ve de kabul görür. Ancak vahyi bir temele dayanan İslâm'ın buna ne imkanı ne de sabrı vardır. İslam'ın modernist yorumları popülist eğilimleri kışkırtmakta; popülizmin sadece halk kültürünü kuşatmakla kalmayan sınırları zihni alanı da zorlamaktadır.

"Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık." (Kur'an 54: 49). Bu ölçü, kozmik âlemde var olduğu gibi, düşünce dünyası ve pratik eylemler için de vardır. İnançta ve amelde dengeyi sağlayan bu ölçü tevhid akidesidir. Kur'an vahyinin hedefi de budur.

Peygamberî mesaj, bireysel ve toplumsal yaşamda meydana gelen çelişkileri gidermeyi, dengeli bir yaşam oluşturmayı hedefler. Değişen sorunlara karşın Allah'ın âdetinin değişmemesi bir anlamda dengeye davettir. Keza vahyin hedefi, haktan her bir sapmayı tekrar aslına rücû ettirmektir. Çünkü vahiy netliktir. Bu netliği yaşamak için Kur'an bilincine ulaşmak zorunluluğumuz vardır. Kur'an bilincine ulaşmak, "lâ ilâhe illellah" hakikatine kilitlenmek ile mümkündür. Bu, dengedir yani inançta ve tavırda iktisâttır. Kozmik âlemdeki dengenin akidedeki adı tevhid, toplumsal zemindeki karşılığı ise vahdettir. Kendi nefislerinde olanı değiştirmeyenlerin aileyi, ailelerini değiştirmeyenlerin toplumu değiştirmeleri mümkün değildir. Değişime bu bütünlük içerisinde bakmak zorundayız. Keza değişimin yasası tektir. (Yazçiçek, 2003: 63-67) Nefislerde olandan başlamadan ve de siyasaldan soyutlanmış bir değişim, tevhidi bütünlüğü karşılamayacaktır. Bu, olsa olsa modern talebe cevap olabilir ki bu da İslâmi popülizmdir. İslâm ise bu sapmalardan berîdir.

 İnsanın bu tahribata karşı direnmesinin tek teminatı biz Müslümanlarca tevhit akidesine yeniden dönüştür. "İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resûl'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir ümmet kıldık." (Kur'an 2: 143) diye buyuruyor Rabbimiz.

Dünyevileşme ve Popülizm Tehdidi

Sekülarizm, amelde, itikatta bilinçte bozulma; dünyevileşme yönünde değişim, hayatın her alanında dini düşünmeyi devre dışı bırakma, dini sembolleri anlamsızlaştırma ve dini ancak vicdanî tahayyül olarak konumlandırma demektir. Her şeye matematiksel bakıştır. Buradan oluşan infial postmodern cevapla karşılanmaya çalışılmaktadır. Bu anlamıyla da postmodernizmin dine dönüşe imkan verdiği vehmi ancak üretilmiş değer olarak algıladığımız tahrif olmuş dinler için bir anlam ifade edebilir. Bu bir lütuf ise eğer İslâm'la alakası yoktur. Zira İslâm siyasal talepleri olan yaşam tarzı anlamında bir dindir.

Dünyevileşmek fakirliğe mukabil zenginleşmek değildir. Dünyevileşmek, insana, hayata dair her şeye maddi açıdan bakma, ben merkezli algı ve bunu yaşam tarzı haline getirmedir. Dünyevileşme, Kur'an'ın ısrarla sakındırdığı bir sapmadır. İnsanın yüz yüze olduğu bu tehdit, tarihsel serüven içerisinde peygamberî mesaja hep konu olmuştur. Bu durum günümüz gerçekliğinde de aynıdır.

Kültürel popülizm, gündelik hayatın meselelerini, popüler duygulara hitap ederek formüle etmedir. Bu formülasyon ne kadar İslamî argümanları kullanırsa, o oranda kültürel popülizmin bir versiyonu olarak İslâmî popülizmden söz edebiliriz. Kültürel popülizm, bir yandan mekanik ânın zıddı olan organik mitik (efsanevî) geçmişe dönüşü; öbür yanda popüler özgürleşmenin ütopik geleceğine yönelişi ifade eder. Aynı şekilde mitik geçmişin ve ütopik geleceğin dinsel renge büründürülmesi de İslâmî popülizm olarak nitelenebilir. (Bkz.: Sarıbay, 2001: 175)

Popülizm, halkın zevkine uygun, halk tarafından tutulan; halkçılık (Türkçe Sözlük, 1998: "Popülizm"  Mad.) olarak tarif edilir. Esas itibariyle Popülizm, "süslü" gösterimdir. Süslü gösterim akletme ameliyesinden soyutlanmış; heva-heves ürünü, sonsuz, sınırsız hayal olan fantezidir. Bu, gerçekte ahirete inanmayanların işleridir. Bu zümre var oluş hakikati karşısında bocalayıp durur (Kur'an 27:4). İslâmi popülizm de bu anlamlarıyla İslâm'dan talep edilen, Müslümanlara bulaştırılmaya çalışılan popüler kültürdür ve siyasaldan soyutlanmış, folklorik, günübirlik, suya sabuna dokunmayan, vicdanlara hapsedilmiş, eyyamcı, uçları açık din algılı bir yaşam tarzıdır. Bu bir anlamıyla postmodernize olan İslâm'ın popülist eğilimlere teslim olmasıdır. Farklı bir ifadeyle "her şeyin her şeye dönüşmesinin" mubah ve meşru sayıldığı postmodernleşmeyle uyumlu, küresel içinde inceltilmiş, ilkesizliğin ilke kabul edildiği kültürel İslâm'dır. Bu bir anlamıyla da "modernitenin rahmi olan aydınlanma felsefesi"nin İslâm ile hesaplaşmasıdır.

Cahiliye döneminde Peygamber (s)'in hak davetinin, kitleler tarafından kabulünü önlemek amacıyla, halkın daha hafif ve zevkli şeylerle meşgul olmalarını sağlamak için birtakım eğlence ve şölenler düzenliyorlardı. Vahidî tarafından naklolunan İbn Abbas'ın rivayetinde Nadr bin el-Haris'in, milleti kandırmak, eğlendirmek ve saptırmak için şarkı söyleyen ve dans eden cariye ve fahişeler getirdiği kaydedilmiştir. Peygamber (s)'in vaaz ve telkinlerinden kimin etkilenmekte olduğu haberi alınıyorsa, Nadir b. el-Hâris ona cariyelerden birini musallat eder ve bu cariyeye, "Bu adama yedir, içir ve eğlendir ki Muhammed'in telkinlerine uymasın" (Mevdudi, 1985: 3/200-201; M. Hamidullah, 1988: 28) derdi. Cahiliye döneminde uygulanan bu yöntemin moderncesi popülist kültürdür. Günümüzün Nadr bin el-Hâris'leri ise medya denilen aracılardır.

Televole pop kültürü, putu bol spor anlayışı, star yaratma(!) hafifliği hep popüler kültüre dayanmaktadır. Bütün bunların özgürlük fenomenine dayandırılması ise trajikomik bir paradokstur. İslâm'ı bu şekilde sapkınlıklarla harmanlama, İslâmî argümanları popülizme meze yapma hafifmeşrepliği bugün Müslüman ailenin karşı karşıya olduğu vahim durumdur.

Popülizm, aileyi çözülme tehdidi karşısında bırakmıştır. Her şeye parçacı bir mantıkla bakma tavrı, yaşamı doğru okuma imkanını zayi etmiştir. İhtisaslaşma, neredeyse "her duruma gider" aymazlığıyla uygulanmaktadır. İhtisaslaşma, modern popüler kültürün aslında bir yamasıdır. Bu, eğitimde de böyledir, işte de sağlıkta da sanatta da... Parçacı bir yaklaşım olarak ihtisaslaşma getirdiğinden fazlasını götürmüştür. Bebeğin, "anasının okulu" varken "ana okuluna" gönderilmesi bu konuda ihtisasa ihtiyaç(!) duyulan somut bir örnektir kanaatindeyim. Çocukların eğitiminde gösterilmesi gereken hassasiyet, adeta yavrucakları at yarışına hazırlamaya dönüşmüştür. Ebeveynler kendi eksikliklerinin telafisini çoğu kez çocukların başarısı üzerinden geri almaya çalışmaktadırlar. Hayatın her aşamasında profesyonel eğitim, destek hizmeti almak komedisi günümüz insanına mahsus bir durum olsa gerek. Bu modern talep, psikolojileri bozulmuş bir kuşağın ne yaptığını bilmez hali olarak karşımızda durmaktadır. Kaç günde evlilik, kaç günde iş adamlığı, kaç seansta dost edinme safsataları sadece münafık tipler ortaya çıkarmaktadır. Bu, "olmadığı gibi gözüken" hayata köşeyi dönme mantığıyla bakan, bencil, aldatmanın yollarını keşfe kilitlenen bir ruh halinin yönelimleridir. Hasılı bugün aile modern mitoslar/çağdaş hurafelerle tehdit edilmektedir. Bunun tezahürlerinden biri de dinleştirilen modern bilimdir. Popüler kültür insanı dolayısıyla aileyi farklı boyutlarıyla topyekün tehdit etmektedir.

 "O, dönüp gitti mi (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez." (Kur'an 2: 205)

Oysa iman ailesinin var oluş sebebi inşadır. Bu, her bir hayra talip olup her kötülükten alıkoymadır. Onlar akrabalık bağlarını korurlar; zira onlar bunu gözetmemenin fesat çıkarmak olduğunu bilirler. "Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah'a varır." (Kur'an 22: 41)

Resulullah (s), "Altın ve gümüşe (dünya malına) kul olanlar mahvolmuştur." diye buyurmaktadır.

Rabbimiz, "Onlara şunu da misal göster: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, bu su sayesinde yeryüzünün bitkisi (önce gelişip) birbirine karışmış; arkasından rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah, her şey üzerinde iktidar sahibidir.

Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır." (Kur'an 18: 45-46)

Batılı aile tipi gittikçe ortak mekanını da kaybetmektedir. Modern yaşamda ortak mekan, adeta zorunlu iskan evine dönüşmüştür. Kedi ve köpeği ile hayatını sürdürmeye çalışan; diyalogdan, paylaşmaktan, özveriden uzak bir yaşam tarzı yiyip bitirmektedir çoğu batılıyı. Nitekim bu tarz, insanî olandan uzaktır. Dolayısıyla bu duruş sanal tatminlere muhtaçtır. Paylaşma ve fedakarlık duyguları körelince her şeye matematiksel, bencil bakış gelişmiştir. Buna mukabil Doğulu ise her şeye mitsel bakma maluliyeti yaşamaktadır. Kuşkusuz biri diğerinin alternatifi değildir. Bu anlayışlar çağı şekillendirmekten uzaktırlar. Dolayısıyla yeni inşaî bir bilinç ve ihya gereklidir.

Müslüman aile de bu savrulmadan payını fazlasıyla almıştır. İki duruş arasında kalan Müslüman aile kendi sosyalitesini oluşturmamış olmanın bedelini bugün acı bir şekilde ödemektedir. Nitekim bugün Müslümanların ailesi Müslümanca yaşamanın çabasında değil Müslüman olarak rahat yaşamanın hesabındadır. Müslüman ailede de kendine güvenini yitirmiş psikolojisi bozulmuş bir manzara hakimdir.

Ailenin merkezinde olan kadına kapitalist toplumlarda reva görülen rol, daha çok kazandırmanın, sınır tanımayan tüketmenin nesnesi rolüdür. Laisizmin egemen olduğu gerici modern toplumlarda ise genelde eğitim, özelde üniversite sorunu Müslüman kadını mağduriyetin ötesinde zillete duçar etmiştir. Kadın, kazanılmış gibi gözüken haklarına rağmen dünyevileşmenin etkisiyle bugün gerçekte mağduriyetinin doruk noktasını yaşamaktadır. İki cinsten biri olmasına rağmen kadın, gerçek rolüyle toplum içinde adeta kaybolmuştur. Akideden soyutlanmış, imaj elde etmenin çok rollü aktörüne dönüştürülmüştür. Ona reva görülen bu zillet bilakis lütuf olarak sunulmuştur.

Dünyevileşmeye giden sebeplerin başında tüketim toplumunun cazibesi gelir. İnanan insanın önüne sağlıklı hedefler koyamaması ve daha önemlisi alternatif bir sosyalite oluşturamaması da önemli bir sebeptir. Önüne koyduğu hedefler sanal kalınca hayal kırıklığının onu hiçliğe terk etmesi ve sorunu ilkelerde görmeye başlaması da kaçınılmaz olmuştur. İnandığı gibi yaşamayan insanın yaşadığı gibi inanmaya başlaması tam da dünyevileşmenin neticesidir. Dünyevileşen tip, maslahat diye mefsedeti savunmaya başlar; sığınmacıdır, bazen tevbekar bazen de itirafçı ağzıyla geçmişine küfrederek içinde bulunduğu anı meşrulaştırıp yeni dünyasında kabul görmeye çalışır.

İnsanî daralma gösteren modern yaşam, bu daralmanın hem objesi hem nesnesi olarak son tahlilde "kendine" tanıklık etmektedir. Bugün insan, maruz kaldığı kuşatmanın mağduru olduğu gibi sebebi de olmanın açmazı içerisindedir aslında. Bu ironik hal ona içinde bulunduğu durumdan çıkma zorluğu yaşatmaktadır. Buna, insanın kendine rağmen kendiyle savaşı da diyebiliriz.

Öncelikle kültürel popülizm, üzerinde yaşanılan değerlere karşı içten sabote hareketidir ve o, değerleri çözücü, zayi edicidir. Ontolojik zeminde tehdit unsuru da tehdid altında olan da insan (obje, nesne) olduğu için çözüm, zemini üzerinde bulunulan popülizmde aranmamalıdır. Çünkü sorunun kendisi orasıdır. Keza bu, tehdidi altında olunan İslâmî popülizm için de böyledir. İslâm, genel anlamda olduğu gibi özel alanda da kültürel popülizmin tehdidi altındadır. Dolayısıyla günümüz gerçekliğinde durum hiç de iç açıcı değildir. Çözüm önerilerinin ise çoğu kez bilgi değeri, kaynak sorunu ve de yöntem açısından öze (tevhid) muhalif olması süreci uzatmakta ve gri, bulanık durum daha bir artmaktadır.

Diğer taraftan manevî, gaybî olan her şeye savaş açan laisizm, modern mitosları alabildiğine kullanmakta, çağdaş hurafeleri pompalamaktadır. Bunu adeta kışkırtan bir tavırla ve zaman zaman gelenekten de beslenerek "mıhına ve nalına vuran" edasıyla yapmaktadır. Örneğin laisizm bir tarafta tarikatlara sövgücü bir üslûpla yaklaşırken diğer taraftan yeni söylemlerini de akılçelen bir örtmeyle İbn Arabî ve Mevlâna ile süslemekte yani tasavvufî zemini refere ederek alabildiğine kullanmaktadır. Dolayısıyla İslâm'ı negatif olarak tescilleyerek tarikat kefesine koyarken, Türk Müslümanlığını, kültürel İslâm'ı ise pozitif olarak tescilleyip tasavvuf kefesine koymaktadırlar. Modern kuşatmalar çoğu kez taleplerini tasavvuf kültürü aracılığıyla gelenekten karşılamak eğilimindedirler. Burada hümaniter bir zemin, hoşgörü, rituellerden, siyasaldan soyutlanmış din algısı (laik), "her farklı hal üzere de olunabilir" anlamında postmodern yaklaşım tam da bu beklentileri karşılar niteliktedir.

Gelir dağılımında sefaleti yaşayan günümüz toplumuna televole-pop kültürü dayatması da psikolojileri bozmuştur. Spor adına yapılanlar ise daha bir içler acısıdır. Futbol, putu bol bir çılgınlık arenasına dönüştürülmüştür. Cinayetlerin sıradanlaştığı, saldırganlık psikozunun tahrik edildiği zeminlere dönüşen spor sahaları da değer çözücü olarak modern hayatın ürünüdürler.

"Özgürlük" hurafesi de dayatılan bir başka köleleştirme yöntemi olarak gelişmektedir. Bunu, reklam hurafesindeki "özgür kız" fenomeni yeter derecede izah etmektedir. Kayıtsızlık, başıboşluk her istediğini yapma serbestiyeti olarak "özgür kız" prototipi ile ortada durmaktadır. Aslında bununla yeni bir köleleştirmenin yolu açıldığı gibi özendirici de olunmaktadır. "Star yaratma" hafifliği ile hem bilinçli kullanılan "yaratma" kavramı zayi edilmekte hem de gençlik, hayalperest bir âleme doğru yolculukla el emeğine, üretime, değer inşasına karşı boş, anlamsız, sorumsuz bir nesil kılınmaktadır. "Şöhret" avcılığına çıkanlar avlanmakta ve birçoğu mutsuz, sefil bir hayata mahkum olmuş vaziyette gerçek sefilleri yaşamaktadırlar. Neticede parçacı yaklaşım, insanı, değerler kimliğinden uzaklaştırıp modernitenin tehdidi altına almaktadır. Keza özgürleştirici modernlik sanısı, dünyevileşme; kendiyle, çevresiyle hiç de barışık olmayan egoist, narsist tipler ortaya çıkarmaktadır.

Peygamberimiz ümmetin dünya malı konusunda rekabete gireceğinden endişe etmiştir: "... Sizin hakkınızda korktuğum şey fakirlik değildir. Tersine sizin hesabınıza korktuğum şey, tıpkı daha önceki ümmetlere olduğu gibi, dünyanın önünüzde açılması (büyük servetler elde etmeniz) ve arkasından bu alanda birbirilerinizle, o eskiler gibi rekabete girişip onlar gibi kendinizi mahvetmenizdir." (Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn Mace) diye buyurmaktadır. Yine Resulullah (s), "Vallahi, sizin hakkınızda korktuğum şey, Ben'den sonra Allah'a ortak koşmanız, tekrar müşrik olmanız değildir. Fakat sizin hesabınıza korktuğum şey, dünya uğrunda aranızda rekabete düşmenizdir." (Buhari, Müslim, Tirmizi) (İbn Teymiyye, 1990: 54-58)

Dipnotlar:

1- Fr. Nihilisme. Moral gerçeği ve değerleri reddeden bir öğreti. Her türlü gerçek varlığı inkâr eden aşırı bireycilik, hiççilik, yokçuluk. Her türlü siyasi düzeni inkâr eden, toplumun birey üzerinde hiçbir baskısını kabul etmeyen görüş (www.tdk.gov.tr/tdksozluk/, "Nihilizm Mad.")