Marxizme bağlılığını Sovyetler'deki Stalinist çizginin açığa çıkmasıyla yitirmeye başlayan Frankfurt Ekolü'nün36 öncü isimlerinden Max Horkheimer (1895-1973), 1930'larda Ekol'ün kendi dergisinde "Critical Theory"yi ortaya koymuş37 -ki daha sonra bu terim onların genel adı olarak kabul edilecektir- ve kendi konumlarını bu çerçevede ifade etmiştir38.
Theodor Adorno ile Horkheimer birlikte 1947'de yayınladıkları "Aydınlanmanın Diyalektiği" adlı eserde şu temel iddiayı ileri sürmüşlerdir: "Aydınlanmış" aklın ve özgürlüğün sistematik hedefi, ters bir biçimde de olsa, irrasyonalite ve bastırmanın yeni biçimlerini yaratmada uzun dönemli bir etkiye sahipti39.
Lukacs ve Gramsci gibi aklın ve düşüncenin kapitalizmin ihtiyaçlarına ve çıkarlarına boyun eğmesini eleştiren Ekol, bu karşı çıkışlarını "enstrümental akıl" terimini kullanarak ifade etmişlerdir. Bu kavram, aklın kapitalizm tarafından "evcilleştirildiğini", düşüncenin gerçekte kapitalizmin problemlerine çözüm aramaya yönlendirildiğini ve akletme ve düşünmenin tamamen "enstrümental" türden, yani eşyayı kontrol etme ve onları kapitalist sömürünün amaçlarına uygun hale getirme çabasından kaynaklanan problemlere cevap bulma kabilinden şeyler olduğunu anlatmaktadır40.
Ana tema olarak "pratiksel akıl" ile -ki, sürekli empoze edilen cebirden kurtulmayı ve gerek bireysel gerekse toplumsal iyi yaşamı ifade etmektedir- "enstrümental akıl" arasındaki düşmanlığı ele alan Ekol'ün öncüleri pratiksel aklın aksine enstrümental aklın, doğanın teknik olarak kontrolünde bulunduğunu ve bunun da entellektüel olarak doğa bilimlerinde, pratik olarak ise modern teknolojide açığa çıktığını belirtmektedirler. Süreç içerisinde, enstrümental aklın pratiksel aklı yok etliğini ve insanların doğadan öğrendikleri şeyin insanoğlu da içinde olmak kaydıyla doğaya tamamen hakim olmak için onu nasıl kullanmak gerektiği olduğunu söylemektedirler.
Doğanın teknik olarak kontrol altına alınması süreç içerisinde insanın kontrolünü açığa çıkarmıştır: Entellektüel olarak, rasyonel insan bilimlerinde; pratik olarak ise, sosyal organizasyon vasıtalarıyla insanoğlunun sürekli olarak yapılanan ve geliştirilen yönetiminde.
Aydınlanma pozitivizme dönüşmüş; kapitale hizmet etmiş; totaliterian olmuş ve faşizmde sonuçlanmıştır41.
Akla ve özgürlüğe pozitivist materyalizm tarafından hayat hakkı tanınmadığını iddia eden Adorno ve Horkheimer, özgürleşimin ancak "formal" rasyonaliteden ve enstrümental düşünceden radikal bir kopuşla mümkün olabileceğini belirtmekte42, fakat enstrümental aklın başarısının pratiksel akla ulaşma imkanını ortadan kaldırdığını da vurgulamayı ihmal etmemektedirler43.
Ekol'ün oldukça önemli isimlerinden ve 68 Öğrenci Olayları'nda fikirleriyle büyük etki yapan Herberî Marcuse'un konuyla ilgili tesbitleri Adorno ve Horkheimer'ın pesimizmini taşımakla birlikte oldukça ilginçtir.
"Tek Boyutlu İnsan" adlı eserinde Marcuse, çağdaş toplumun entellektüel ve maddi olarak daha önceki dönemlerle mukayese edilemeyecek kadar gelişmiş olduğunu; bunun ise, toplumsal yapının birey üzerindeki etkisinin daha önceyle mukayese kabul etmez derecede büyük olduğu anlamına geldiğini belirtmekte ve şöyle demektedir: "Bizim toplumumuz kendisini merkeze uzak güçlerden, terörden ziyade teknoloji ile onları işgal ederek ayırmaktadır. Bunu da yok edici bir tatminkârlık duygusu vermek ve yaşama standartlarını arttırmak gibi ikili bir temelde gerçekleştirmektedir.
Teknolojik gelişim, bütün bir egemenlik ve koordinasyon sistemini azamiye çıkararak, yaşam ve güç formları yaratmış; bu da sisteme karşıt güçleri zorluktan ve baskıdan kurtulmaya duyulan tarihsel özlem adına uzlaştırma ve tüm protestoları yok etme ve reddetme şeklinde tezahür etmiştir"44.
Bilimsel ve teknolojik gelişimin bizzat kendisinin sosyal sisteme meşruiyet verme konusunda temel oluşturduğunu vurgulayan Marcuse, "aklın enstrümental ufkunun" rasyonel totaliterian bir topluma açıldığını belirtmektedir. Böylece akıl, toplumun mevcut örgütlenmesine karşı eleştirel bir konum alış olarak fonksiyonunu yitirmektedir. Bunun yerine akıl, mevcut sistemin meşruiyetine ideolojik bir temel ve onun "mükemmelliğine" bir araç (instrüment) olmaktadır. "En iyi söylenebilecek şey, toplumun zavallı bir biçimde programlanmış olduğudur"45.
Adorno ve Horkheimer gibi insanın özgürleşiminin "tek boyutlu" düşüncenin radikal bir kırılışı ile mümkün olabileceğini savunan46 Marcuse, bununla birlikte modern sanayi toplumunun bütün alternatifleri yok ettiğini, onun "bütün bir söylem ve eylemi, bütün bir entellektüel ve maddi kültürü biçimlendirdiği" ifade ederek47, artık militan işçi sınıfının dahi olmadığını belirtmekte ve böyle bir "radikal kırılış" umudunun kalmadığını48 düşünmektedir.
1934'deki yazılarında Marcuse, liberalizmin, doğal bir devamı olarak totalitarianizme dönüşmekte olduğunu iddia etmiş; 1960'daki yazılarında da ileri ülkelerin hakim sosyal düzeninin böyle bir tolalitaryanizmi nasıl barındırdığını ele almıştır. O hemen hemen Hitler Almonyası ile, Nixon, Jhonson ve Kennedy ABD'sini aynı terimlerle nitelendirmiş; ABD'de Nazizm benzeri bir yapıya doğru gidişe dikkat çekmiştir.
Ona göre günün tolitaryanizmi (geçmişte, mesela Hitler Almanyasında olduğu şekilden farklı olarak) politik diktatörlükle ifadesini bulmamakta, fakat her şeyden önce mevcut statükoya alternatif olabilecek her türlü fikri yapıyı ve kültürü yok etmekte ortaya çıkmaktadır49.
İşte 1950'lerde ve 1960'lann başlarında Raymond Aron, Dantel Bell, Edward Shils ve Seymour Martin Lipsetglb'i pek çok yazar tarafından ortaya konulan "ideolojinin sonu" tezleri50 de egemen sistemin tüm alternatif düşünce sistemlerini ve ideolojilerini bastırıp onlara hayat hakkı tanımaması, liberalizmi tek meşru ideoloji olarak dayatması ve yalnızca statükoya hizmet edebilecek yapılara izin vermesi temelinde açıklanabilir.
Kuşkusuz "ideolojinin sonu" tezleri de belli bir ideolojiyi yansıtmaktadır. Yani bu "ideolojinin sonu ideolojisi"dir. Bu ideolojik yapısına rağmen "tez", Batı düşünsel ve siyasal yapısında bir gerçekliğe de parmak basmaktadır. Bu tıpkı Fukuyama'nın bugün "tarihin sonu" tezinde ortaya koyduğu gibi, liberalizmin tüm modern güç yapılarını arkasına alarak kendi dışındaki bütün alternatifleri yok edip totalitarian egemenliğinin ilanı mânâsına gelmektedir.
Köklü ideolojilerin ortadan kalkması bir yana sağ-sol gibi siyasal ayrımlar dahi anlamını artık tamamen yitirir hale gelmiştir51. Bu, ideolojik ve liderlik düzeyinde böyle olduğu gibi, insanlar nazarında da aynı şekilde kendini göstermektedir. Nitekim geçen bir kaç yıl boyunca yapılan kamuoyu araştırmalarında, ikiyüz yıldan fazla bir süredir Fransa'nın politik manzarasını oluşturan sağ-sol ayrımının manidar ve de gittikçe artan bir biçimde anlamını yitirdiği ortaya çıkmıştır52.
Zaten artık "sağ" ve "sol" partilerin, ya da "hükümet" ve "muhalefet" partilerinin bizzat kendilerinin dahi hiçbir biçimde, köklü farklılıklar taşıdığını iddiayı hayal bile edebilecek durumları kalmamıştır. Onlar bunun "demokratik diktatörlüğün pekiştirilmesi için gerekli bir yapılanma olduğunu çok iyi bilmektedirler. Chomsky'nin ABD'deki demokratlarla cumhuriyetçiler arasındaki farkı ortaya koyusu ve bunun ne anlama geldiğini tesbiti artık kanıksanmış bir gerçek olarak insanların önünde durmaktadır. O şöyle demektedir: "Her iki parti de, iş çevrelerinin stabilitesini azamiye çıkarmanın yollarını arıyor. ikisi arasındaki ayırım (demokrasinin vazgeçilmez şartı olan) 'seçim ve tartışma oluyor' yanılgısını güçlendirmek; kurbanlar için ise alternatif, hayatla ölüm arasındaki fark mânâsına geliyor"53. O yine şöyle demektedir: "Devlet, halkları kontrol etmekte ve kapitalizmin çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu çıkarların yorumlanması ise demokratlarla cumhuriyetçiler arasındaki farkı oluşturmaktadır"54.
İşte yukarıdan beri ortaya konulmaya çalışılan Aydınlanma'nın ütopist ve yanıltıcı iddialarının su yüzüne çıkması; kapitalizm ile devlet arasındaki ilişkinin, güç ile ideoloji ve bilgi arasındaki irtibatın ve kapitalizmin birey ve toplumları amansız bir biçimde belirleme ve kontrol altına almasının inkar kabul etmez bir biçimde anlaşılması, Batı'da "düşünen" çevrelerdeki ideolojik aklın" lokal eleştirisinin, ideolojik olduğu gerekçesiyle "bütün bir aklın" toptan inkarına varan55 bir duruma doğru seyrelmesine yol açmıştır. Epistemolojik nihilizm İki, burada nihilizm Nietzsche'nin tanımlamasıyla "hiçbir değerin olmadığına olan inanç"56 şeklinde anlaşılabiliri artık akademik çevrelerde pek çok hararetli savunucu bulduğu gibi, geniş halk kitlesinin de oldukça ilgisini çekmektedir. Bu durum, "post-modernizm", "post-structuralizm" ve "Deconstruction" gibi başlıklar altında kendini ortaya koymaktadır57. Aslında postmodernizm, poststructuralizm, postpozitivizm ve postindustrializm gibi bütün postizm'ler radikal ya da ılımlı bir biçimde de olsalar "anti-foundationisf (temelci karşıtı) felsefelerdir; bunlar essentializme (bir temel prensibin zorunlu olarak bazı diğer prensipleri kabule zorlaması durumu), objectivizme, katı nedenselliğe ve bivalent (bir önerme ya doğrudur ya da yanlış) mantığa karşı çıkmaktadırlar58.
Tüm insan düşüncesinin "yorum" olduğu -ki, bu herhangi bir biçimde insan düşüncesinin belli bir contexte (bağlam) bağlı (relative) olduğu dernektir- yaygın bir biçimde kabul edilir hale gelmiştir. O kadar ki, pek çok konuda birbirleriyle anlaşamayan çeşitli yazarlar, "hermeneutic axiom"u, yani bütün düşüncenin "yorum"dan ibaret olduğu iddiasını açık ya da kapalı da olsa eserleri için kalkış noktası olarak almaktadırlar. Mesela felsefede, şu günlerde bir örnek olarak, Jacques Derrido ve Hilary Putnam gibi düşünürler oldukça farklı düşünür olmalarına rağmen her ikisi de hermeneutik axiom'u kabul etmektedirler59.
Aydmlanma'nın "doğru", "akıl" ve "açıklama" kavramlarına şiddetle karşı çıkan ve eleştiren postmodern düşüncenin en önemli simalarından Jean-François Lyotard, Postmodern Durum [Postmodern Condition) adlı ünlü eserinde temel iddia olarak Aydınlanma'dan bu yana bilimsel araştırmayı düzenleyen geleneksel "meta-narrative"lerin (büyük hikaye/yalnız başına aklın tüm doğruyu bulabileceği ve insanlığı kurtuluşa götüreceği iddiası ve bu temelde tüm faaliyetleri düzenleme ideali) köhnemiş ve modası geçmiş olduklarını öne sürmekte, hümanizmin eskimiş ve modadan kalkmış olduğunu ilan etmektedir60.
Bilgi, teknik olarak yararlı bilgi haline dönüşmüş, teknik olarak yararlı bilginin kriteri ise onun etkililiği ve enformasyon bilgisine dönüştürülebilirliği olmuştur. Böylece "Doğru mu?", "Adil mi?", "Ahlaken önemli mi?" soruları; "Yararlı mı?", "Pazarlanabilir mi?", "Satılabilir mi?", "Enformasyon niceliklerine dönüştürülebilir mi?" sorularına indirgenmiştir. Dahası bilgi, bir üretim kuvveti olarak gücün temel ilkelerinden biri olmuş ve politik egemenliğin köşetaşı haline gelmiştir61. Ve güç, artan bir biçimde doğrunun kriteri olmaktadır.
Geniş anlamıyla postmodern düşüncenin bir başka önemli siması, Richard Rorf'ye göre ise doğru kavramına yer yoktur ve bir teorinin dünyayı doğru mu, ya da yanlış mı temsil ettiği sorusu bir anlama sahip değildir62.
Postmodern düşüncede oldukça etkili Baudrilard'a göre ise, özellikle günümüz tüketimi "işaretlerin (signs) aktif bir biçimde manipülasyonu"nu zorunlu hale getirmekte ve böylece modern toplumda işaretlerin ve tüketim mallarının üretimi "metâ-işaret" (com-moditysign)i üretmek üzere bir araya gelmededir. İşaretlerin, imajların ve görüntülerin sürekli bir biçimde yenilenmesi -medya ve başka yerlerde ortaya çıktığı gibi- sonuçta imajla gerçek arasındaki bütün farkları ortadan kaldırmaktadır.
Artık önermelerin gerçekliği temsil ettiği iddiaları bitmiştir ve geride kalan gerçek ile görüntünün, doğru ile doğru olmayanın, öz ile görünüşün arasında ayrımın yapılamayacağı boş işaretlerin dünyasında yaşadığımız gerçeğini çaresizce gizleme teşebbüslerinden başka bir şey değildir63.
Postmodernizmin bir alt-durumu olarak görülebilecek poststructuralizmin oldukça önemli adı Foucauit da güç-bilgi ilişkisini çalışmalarında oldukça temel bir tema haline getirmiş; güç ile bilgi üretimi arasında deterministik bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Ona göre bilgi, güç ağlarıyla kopmaz bir biçimde irtibatlıdır ve güç bilgiyi üretir. Hatta, doğru ve yanlış diye kabul edilen şeyler politik alan içerisine yerleştirilmiştir.64
Filozofların ve daha genel olarak entellektüellerin, doğruluğun ve özgürlüğün alanı olarak gördükleri bilgi ile güç uygulanımının alanı arasında geçit vermez sınır çektiklerini, kendilerini bilgi alanına yerleştirdiklerini ve kimliklerini de böyle ortaya koyduklarını vurgulayan Foucauit oysa bütün bilgi branşlarının gelişiminin hiç bir biçimde güç uygulanımından ayrılamayacağının ve bu bilgi branşlarının güç mekanizmalarıyla her zaman elele gittiklerini ifade etmektedir65.
Derrida, Foucaultve diğer benzeri düşünürler, tarihi "ölüyor" anlamında "sonu geliyor" olarak görmektedirler. Tarihin gelişimci karakterine inançlarını yitirmiş olarak, onlar Aydınlanma'nın düşünürlerine karşı tepki göstermekte ve Modernite'nin Aydınlanma projesinin iflas ettiğini tesbit etmektedirler66.
Bütün alt dallarıyla postmodern teoriler sonuçta tüm "doğruluk" iddialarını, tüm hayat vaadeden ideolojileri ve bütün kurtarıcı sistemleri tarihi, sosyal, siyasi, ekonomik ve psikolojik gibi çok çeşitli etkenlerin sonucunda oluşmuş teoriler, iddialar ve sistemler olarak gördüklerinden, kendi ifadeleriyle bunlar "metanarrative", "discourse", "grand stories" ve "paradigm" vb. olduklarından bunları reddetmekte, hatta kendi teorilerinin "asla ve kata" böyle bir iddiadan uzak ve beri olduğunu söylemektedirler67. Aslında kendi içerisinde oldukça önemli bir paradoksu da barındıran (kendisi neticede bir doğruluk iddiası taşımaktadır çünkü) postmodern teorilerin sahipleri bir yerde "haklı" olarak içinde bulundukları modern bilgi, bilim ve ideolojinin nasıl temel yapı ve ilkeler anlamında tamamen sübjektif bir temele dayanmış olduğunu görmekte, bütün bakışlarını beşeri (yatay) düzeyde odaklaştırdıklarından herhangi bir çıkış yolu da bulamamakta ve tek kurtuluş olarak çaresiz kendi kontekslerinin üretmiş olduğu biçimde referansın öldüğünün ya da öldürüldüğünün ilanını yapmaktadırlar.
En büyük hataları Marx'ın "tarihi materyalizm" kuramında yaptığı gibi kendi dünyalarında tesbit ettikleri bazı "temel hakikatler"i tarihsel ve mekansal olarak genellemek olan postmodern teoriler Batı toplumu ve düşüncesinin egemen güçler tarafından nasıl iğfal edildiğinin tesbit edilmesi açısından önemli olduğu kadar, bu tesbiti yapan belirli düşünen insanların içinde bulundukları bunalımı ve bir "akıl tutulması"nı yansıtması bakımından da manidardır. Entellektüel ve psikolojik iğfalin farkında olmayanlar kadar bunun farkında olanlar da korkunç bir çaresizlik, belirsizlik ve umutsuzluk içerisindedirler. Postmodern teorilerin insanlara önerecek hiç bir çözüm yolu yoktur çünkü.
Bryan S. Turner'in çok yerinde tesbitiyle Foucoult'nun çalışmalarından sistematik ve radikal politikalar asla çıkarılamayacağı gibi, onun öteden beri gelen sistemlerdeki bilginin hakim paradigmalarını eleştirmesi en iyi halinde bir romantik anarşizmi üretecek ve üretmektedir. Derrida'nın Deconstruction'ı ise herhangi bir çözüm önermeksizin sadece temsil etme (representation) problemlerini teşhis etmektedir68.
Ricardo Baug'un ortaya koyduğu gibi, bunlara "Ne yapmalı?" sorusu sorulduğunda, ortada büyük bir sessizlik vardır ve daha kötüsü, sorunuzdan dolayı aptal konumuna düşürülmeye çalışılırsınız69.
Postmodern teorilere karşı moderniteyi, subjectivizme karşı "rasyonalizmi" savunan; Critical Theory'nin, bir takım çizgi değişikliğine de uğrasa yaşayan temsilcisi olan Habermas dahi, Pazar (market) rasyonalitesinin "rasyonalite"ye baskın çıktığını ifade etmekte, gerçek (communicative rationality) rasyonaliteye ulaşmak için oldukça ütopik şartlar belirlemekte ve kendisi bunun için umut taşımakla birlikte, sonuçta o da "sınırlı bir evrenselliğe" inanmakta ve topluma herhangi bir çözüm önerisi getiremeyerek, o da diğerlerinde olduğu gibi, "Ne yapmalı?" sorusuna suskun kalmaktadır70.
Sonuç olarak, modern zamanlardan itibaren gelişen kapitalizmin bugün, daha önceki dönemlerle kıyas kabul etmez bir biçimde azmanlaşan ve devasa hale gelen çok boyutlu egemenliğinin kırılması, onun akılcılık ve özgürlük adına üretmiş olduğu aslında topyekün bir insanlığı tutsak almayı hedefleyen bütün yapılarının bertaraf edilerek, sahih bir aydınlanma ve kurtuluşa çıkılması, ancak dikey boyutlu yani ilahi vahyi esas alan bir kalkışla mümkün olabilecektir. Bugün Batı'nın içinde bulunduğu bu tıkanma, şaşkınlık ve çözümsüzlük hali, hâlâ "iletilen" değil, "üretilen" kavram ve bakış açısını eksene almanın bir sonucu ve yansımasıdır.
O halde "iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak üzere, insanların içinden çıkarılmış bir ümmet"in ancak böyle bir aydınlanmanın ışığını tutuşturabileceği aşikârdır. Bu, "evrensel bir sorumluluk bilinci"yle gerek modern dönem öncesi, gerekse modern dönem sonrası ortaya çıkmış tüm cahili kavram, anlayış ve yapıların ötesinde, "putların alacakaranlığımdan azade olarak Kur'an vahyi ile doğrudan ve dinamik bir biçimde sahih ve sürekli eylemler ortaya koymak gayesiyle temas ve diyaloga geçmenin zaruretini ortaya koymaktadır.
Dipnotlar:
36- Stephen K. While, "Reason, Modernity and Democracy" (Akıl, Modernite ve Demokrasi), The Cambridge Companion to Habermas (Cambridge 1995). Ed. Stephen K.White, s.4
37- M.J. Inwood. "Frankfurt School" (Frankfurt Okulu}, The Oxford Companion to Philosophy (Oxford 1995), Ed. Ted Honderich, s.290
38- Stephen K. White, a.g.e.. s.4
39- Stephen K, White, a.g.e., s.4
40- E.C.Cutf.a.g.e., s.119
41- Paul Connerton, "Introduction", Critical Sociology (Eleştirel Sosyoloji) (Great Britain 1976), Ed. Paul Connerton, s.27
42- Thomas Mc Carty, "The Critical Theory of Jurgen Habermas" (Jurgen Habermas'ın Eleştirel Teorisi) (London 1978), s.20
43- Paul Connerton, a.g.e., s.27
44- Herbert Marcuse, 'One Dimensional Man" (Tek Boyutlu İnsan) (London 1968), Giriş XXII
45- Thomas Mc Carty, a.g.e., s.21
46- Thomas Mc Carty, a.g.e., s.21
47- Herbert Marcuse, a.g.e., Giriş, XVI
48- E.C.Cuff, a.g.e.. s.120
49- Alasdair Macintyre, Marcuse (Great Britain 1976), s.68
50- Seymour Martin Lipset, "Political Man, Social Bases of Politics" (Politik İnsan. Politika Biliminin Sosyal Temelleri) (London 1983], s.524 vd.
51- Seymour Martin Lipset, a.g.e., $.439 vd.
52- Alain de Benoist, "End of the Left-Right Dichotomy: The French Case" (Sol-Sağ Karşıtlığının Sonu: Fransa Örneği). Telos (1995), sy.102, s.73-74
53- Alison Edgley, a.g.m., s.155
54- Alison Edgley. a.g.m., s.154
55- Kyrıakos M. Kontopoulos, "The Dark Side ol Fire: Postmodern Critique and The Elusiveness of The Ideological (Ateşin Karanlık Yüzü: Postmodern Eleştiri ve İdeolojik Olanın Yakalanamazlığı), Argumentation (1995), c.9,sy.1,s.6
56- Jose Luis Bermudez, "Is The Postmodern World A Nietzschen World?" (Postmodern Dünya Nietzschenyan Bir Dünya mıdır?), International Studies in Philosophy (1995), c.27, sy.2, s.3
57- H.P. Rickman, "From Hermeneutics to Deconstruction: The Epistemology of interpretation" (Hermenölik'ten Deconstruction'a Yorumlamanın Bilgi Kuramı), lnternationl Studies in Philosophy (1995), c.27, sy.2. s.65
58- Kyrıakos M. Kontopoulos, a.g.m., s.12
59- Briçe R. Wachterhauser, 'Introduction: Is There Truth After İnterpretation" (Giriş: Yorumlamadan Sonra Doğru Kalır mı?), Hermeneutics And Truth (Hermenötik ve Doğru) (USA 1994), Ed. Briçe R. Wachterhauser, s.1
60- Jose Luis Becmudez, a.g.m., s.2
61- Emilia Steverman, "Habermas vs. Lyotard" (Lyotard'a Karşı Habermas): Judging Lyolard (London 1992), Ed. Andrew Benjamin. s.108
62- Jose Luis Bermudes, a.g.m., s.2
63- Jose Luis Bermudes, a.g.m., s.3
64- Barry Smart, Michel Foucault (London 1985), s.76
65- M. Foucaull ile yapılan bir röportajdan. Michel Foucault-. Politics Phifosophy Culture (USA 1988), Ed. Lamence D. Kritzman, terc. Alan Sheridârj 6.106
66- Modan Sarup, "An Introductory Guide to Post-Structuralism and Post modernism" (Post-Strüktüralizm ve Post-modernizme Girişsel Bir Kılavuz) (London 1988), s.150
67- Bkz. Kyrıakos M. Kontopoulos, a.g.m., s.5 vd.
68- Bryan S. Turner, "Orientalism, Postmodernism and Globalism" (Oryantalizm, Post-modernizm, Globalizm) (London 1994), s.6
69- Ricardo Blaug, "Habermas's Treatment (or Relatİvism" (Habermas'ın rölativizmi Ele Alışı), Politics (1994), c.14., sy.2, s.53
70- Ricardo Blaug, a.g.m., s.55-56