İki aydan fazla süren ve hemen her gün farklı bir siyasi gerilimin yaşandığı sıkıntılı seçim süreci nihayet son buldu. Popülizmin, çatışmacı dilin, yoğun milliyetçi söylemin, ağır hakaretlerin eksik olmadığı bu sürecin sonunda beklendiği gibi AK Parti üçüncü döneminde de oylarını artırarak yüzde elli oy ve 326 milletvekiliyle birinci parti olmayı başardı. Özellikle gerilim siyasetinin hararetinin en fazla hissedildiği Kürt illerinde, BDP destekli bağımsızların neredeyse aday gösterildikleri tüm yerlerde milletvekili seçilmeleri sonucu, seçimin diğer kazananı olarak BDP öne çıkmakta. Barajın altında kalması beklenen MHP ve Kemalist kesimin kemikleşmiş oylarını birkaç puan artırmayı başaran “yeni” CHP ile birlikte Meclis, geçen dönem olduğu gibi dört partili bir yapıya sahip olacak.
YSK’nın Kararı, Kürt Sorununda Çözümsüzlüğü Dayatmayı Hedeflemektedir!
Seçimlerin ardından, gergin olan siyasi atmosferin yumuşaması ve MHP dışındaki tüm partilerin seçim meydanlarında vaat ettikleri üzere yeni anayasa çalışmalarına başlayacakları umulurken; bir kriz üretme üssünden farksız olan vesayetçi yargının zinde gücü YSK, M. Hatip Dicle’nin milletvekilliğini iptal ederek siyasi ortamın tepetaklak olmasını bir kez daha başardı. Seçimlerden evvel daha aday belirleme sürecinde 12 bağımsız adayı yasal dayanak olmadan keyfî biçimde veto ederek ciddi bir kaosa imza atan ve ülkenin savaş alanına dönmesine neden olan YSK, bu karara karşı yükselen tepkiler karşısında hiçbir şey yaşanmamış gibi, kararını geri almıştı. YSK bu kez de seçim pusulasında ismi olan ve bizzat isme verilen (partiye değil) yaklaşık seksen bin oyla seçilen Hatip Dicle’nin vekilliğini seçimlerden 10 gün sonra milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olmadığı gerekçesiyle iptal ederek; siyaseti çıkmaza sürükleme konusunda kendisine verilen rolün gereğini layıkıyla yerine getirmiştir!
Bu sorunun çözümü konusunda, neler yapılması gerektiğini fazla tartışmaya gerek yok. Neticede YSK’nın ileri sürdüğü gerekçeler, birtakım yasal düzenlemeler ile değiştirilip, Hatip Dicle’nin gasp edilen hakkı iade edilir ve sorun çözülür. Bu kararın kanuniliği-hukukiliği ekseninde yürütülen sığ yaklaşımlar da bir kenara bırakılmalı ve mevzunun özüne dönük değerlendirmeler yapılmalıdır. Meseleye YSK’nın, vesayetçi zihniyetin lehine olacak biçimde siyasete yön verme hesabı üzerinden bakmak daha doğru olur. Asıl sorgulanması gereken husus, resmi ideolojiyi muhafaza etmeyi hukukun ve adaletin üstünde gören yargı kurumlarının çürümüşlüğüdür. Kemalizm’in bekçiliğine soyunan HSYK, AYM, Danıştay ve Yargıtay’dan sonra bu defa da YSK bu vazifeyi tastamam yerine getirmeye çalışıyor. Yeni anayasa ve Kürt sorununun çözümü konusunda oluşan toplumsal beklentinin siyasetçilere de olumlu biçimde yansımasından rahatsızlık duyanların istediği kriz ortamı, bir nevi YSK’nın Hatip Dicle kararıyla tesis edilmiştir. Bağımsız adayları veto ederek, bölgede çatışmaların yeniden alevlenmesini uman ve bu vesileyle oluşacak milliyetçi havanın MHP’yi barajın üstünde tutacağının hesabını yapan YSK, mevcut anayasal-bürokratik düzenin değişmemesi için ciddi bir hamle gerçekleştirmişti. O dönemki hesap, krizlerle AK Parti’yi geriletip bir MHP-CHP koalisyonunun temelini döşemekti.
Kürt Milliyetçi Hareketinin Zaafları ve Açmazları
Hatip Dicle kararıyla da aynı amaç farklı bir planla devreye konulmakta. Yapılmak istenen; Kürt milliyetçi hareketinin sinir uçlarına dokunarak bölgeyi kaos ortamına sürükleyip, askerî vesayetin elini güçlendirmektir. Böylece ne Kürt sorunun çözümünün imkânı kalacak ne de darbe anayasası değiştirilebilecek. Bu plan, Kürt milliyetçi hareketinin sivil siyaset konusunda beceriksiz oluşu ve sorunları siyaset yerine şiddetle-tehditle çözme güdüsünün belirgin oluşu üzerine, yani zaafları üzerine bina edilmiştir. Öyle ki, KCK davasından tutuklu bulunan seçilmiş beş bağımsız milletvekilinin de serbest bırakılmayışı, planın diğer ayağını oluşturmakta ve Kürt milliyetçiliğini şiddete yönelterek daha da kışkırtmayı amaçlamakta.
YSK kararının ve KCK’den tutuklu vekillerin salıverilmeyişlerinin arka planında kabaca bu hesaplar yatmakta. Burada bu kararın yol açacağı muhtemel sorunlardan, çatışma ortamından bahsetmişken, seçim döneminde ve öncesinde Kürt illerinde yaşananları ve Kürt ulusal ittifakının yapısal karakterini de işlemek konuyu daha anlaşılır kılacaktır. Zira özellikle seçim meydanlarında şiddeti bir tehdit unsuru olarak kullanmaktan çekinmeyen ve bölgede rakip olarak gördüğü AK Parti’ye karşı adeta savaş ilan eden bu hareketin asli siyasi zemini uzun süreden beridir katı bir “Kürt milliyetçiliği” üzerine kurulu. Kürtlerin etnik kimlikleriyle ilgili hak taleplerinin karşılanması noktasında milliyetçiliği şiddetle harmanlayan bu söylemin siyasi ve toplumsal yansıması, şu an için Kürt sorununun çözümünü de neredeyse çıkmaza sokmuş durumdadır. Bu zaaflı yapısal siyasi model, çatışmalardan nemalananlar için de mükemmel bir vasat oluşturmakta. Zaten muhtemelen YSK’ya akıl verenler de bu vasatın ne kadar bereketli bir kaos odağı olduğunu, sayısız tecrübeleri sayesinde çok iyi bilmektedirler!
Seçim Süreci ve Kürt Milliyetçiliği
Ötekine hayat hakkı tanımayan örgütlü milliyetçi siyasal hareketlerin, gerilimi artırdıkça tabanlarını genişletme imkânı buldukları öteden beri bilinir. Sosyalist menşeli PKK-BDP hareketi de marjinal kalmamak ve meşru bir pozisyona oturmak için zaman içinde kabuk değiştirerek, toplumsal zeminini konsolide etmek amacıyla milliyetçi bir söyleme tutunmayı yeğlemiştir. Bu hareketin milliyetçi karakterini yansıtan bariz somut örneklere, bu seçim sürecinde sıkça rastladık. Bölgede yaptıkları seçim çalışmalarının merkezine AK Parti nefretini-düşmanlığını oturtan BDP’liler; bu düşmanlığı, daha çok AK Parti’nin tüm Kürtleri yok etme planları yapan bir “terminatör” olduğu iddialarıyla temellendirmeye çalıştılar. AK Parti’nin 2009 yerel seçimlerinden bu yana artırarak devam ettirdiği aşırı milliyetçi yaklaşımı, tezlerinin dayanağı kılan Kürt milliyetçileri, buna karşıt olarak konuşlandıkları katı milliyetçi mevziiyi daha da muhkemleştirmekten de geri kalmadılar.
İşte bu milliyetçi ruh halinin kısır döngüsü içinde; “Nasıl ki AK Parti tüm Kürtleri yok etmeye yemin etmiştir öyleyse AK Parti Kürtlerin en büyük düşmanıdır”! formülasyonu devreye sokulup seçim sürecinde artan şiddetin esiri kılınarak bölge adeta yaşanmaz hale getirildi. Tehditler, oy vermeyenleri hain ilan etmeler, diğer kesimleri karalamalar, bağımsız muhalif kesimlerin kuruluşlarını ve sivilleri hedef alan saldırılar ile oluşturulan korku ortamı, milliyetçi Kürt hareketinin mobilizasyonunu kolaylaştırdı. Hemen her hane, dezenformasyonlarla ve sürdürülen ajitatif bir politikayla Kürt milliyetçiliğinin propagandasından nasibini aldı. Bu tarz bir mahalle baskısı ortamı, bölgenin her yerinde tahkim edilerek hem oylar sağlama alındı hem de etnik milliyetçilik yoğun propagandalar sayesinde biraz daha toplumsallaştırıldı.
Bu dönemde ayrıca, AK Parti’nin istisnasız tüm seçim büroları defalarca kundaklanmış, ses bombalarıyla bombalanmıştır. AK Partililerin seçim çalışması yapmalarına birçok yerde müsaade edilmemiştir. Direkt Kandil’in yazılı emri ve dağıttırdığı bildiriler ile AK Parti’nin Kürt illerinde yapacağı mitingler sabote edilmeye çalışılmış, katılanlar cezalandırılmakla tehdit edilmiştir. Milliyetçi nefret öyle ileri bir seviyeye taşınmıştır ki; son kertede AK Partili Hazro Belediye Başkanı Fethullah Mehmetoğlu’nun oğlu PKK tarafından kaçırılmış ve ancak Başkan’ın AK Parti’den istifa edip BDP’ye geçme sinyali vermesiyle serbest bırakılmıştır. Batı illerinde ise Türk milliyetçileri aynı uygulamaların benzerini BDP destekli bağımsız adaylara, onların seçim bürolarına ve seçim çalışmalarına yöneltmişlerdir. Burada anlatmaya çalıştığımız husus, iki taraflı milliyetçiliğin birbirini nasıl beslediği ve iki toplumun yavaşça birbirine yabancılaşarak ayrışmaya doğru sürüklendiğidir. Etnik bazlı kutuplaşmaların sonrasında geri dönülmez bir ayrışma ve kopuşun gerçekleşme ihtimali çok güçlüdür.
Kürt ve Türk halkı, zihinsel olarak neredeyse ayrışmanın eşiğine getirilmiştir. Bölgede gün geçtikçe Kürt milliyetçiliği kök salıp dal budak vermeye doğru ilerliyorken, zaten muhkem olan Türk milliyetçiliği ise AK Parti’nin siyasi merkeze doğru ilerleyişi ile birlikte form değiştirerek daha muhafazakâr bir kılığa bürünüyor. Özellikle egemen statüko yanlıları tarafından Kürt milliyetçiliğinin derinleşmesi adına zaman zaman bazı hamlelerde de bulunulmaktadır. Mesela seçimden haftalar önce, birkaç gün arayla Pülümür ve Uludure’de toplamda 19 PKK militanının öldürülmesi, Uludure’de cesetlerin operasyon yerinde bırakılması ve BDP’lilerce alınmasına engel olunması gibi provokatif olaylar bu amaca yöneliktir. Buna karşın son dönemlerde özellikle polislere yönelen PKK saldırıları da Türk halkı üzerinde aynı etkiye yol açmaktadır. Mütemadiyen akan kan, milliyetçi hissiyatı beslemektedir!
Gelgelelim seçim sonrası BDP’liler YSK ve mahkeme kararları sonucu yaşanan son siyasi krizin tutarlı bir tahlilini yapmak ve çözüm üretmek yerine, mevcut AK Parti karşıtlığı konseptine sığınmayı ve “siyasetsizlik de siyasettir” kanısıyla yine aynı tepkiselliği ve şiddet söylemini merkeze taşımayı ihmal etmiyorlar. AK Parti ve YSK’yı eşitleyen bu mantık, en azından AK Parti’nin defalarca YSK tarafından mağdur edilmesi gerçeği ile bile çürütülebilir. Fakat bu görmezlikten gelinerek Hatip Dicle’nin uğradığı haksızlık derhal AK Parti’ye tahvil edilmiş ve bunda hiçbir mantık aranmadan AK Parti her zaman olduğu gibi yine hedef tahtasına oturtulmuştur. Örneğin Altan Tan, bu kararla ilgili olarak günlerce AK Parti’yi hırsızlıkla suçlayıp, AK Partili milletvekillerinin sokağa bile çıkartılmamasını halka hiç çekinmeden vazedebilmiştir. İslamcı kimliği ile bilinen Tan’ın bağımsız aday gösterilmesinin ardından hâkim milliyetçi siyasete kolayca adapte olabilmesi, seçim çalışmaları sırasında kaba ve tehditkâr bir propaganda yürütmesi; milliyetçiliğin benzeştirici gücünü ve kuşatıcı yönünü açıkça ortaya koymaktadır.
Ulusal Kürt Hareketinin Hayalindeki Toplum ve Sistem
Hatip Dicle’nin vekilliğinin düşürülmesine ve tutuklu vekillerin salıverilmemesine tepki olarak Meclis’i boykot kararı alan BDP’lilerin bu kararının Öcalan tarafından da desteklenmesi, Kürt sorununun çözümü ve yeni anayasa çalışmaları bağlamında siyasi krizin derinleşeceği anlamına gelmektedir. Bu noktada, seçim çalışmaları sırasında milliyetçi Kürt hareketinin legal-illegal tüm bileşenlerinin bu seçimi demokratik özerkliğin onaylanacağı bir seçim şeklinde sunmaları da zaten çözümün pek yakın olmadığının diğer bir kanıtıdır.
Tüm Kürtleri etnik milliyetçilik zemininde bir araya getirmeye çalışan, bu amaçla her yolu deneyen ve nihayetinde bir Kürt ulusunu hedefleyen Kürt Ulusal Hareketi, iflah olmaz despotik milliyetçi özelliği nedeniyle Kürt sorunu konusunda yapıcı ve kalıcı bir çözüm sunmaktan çok uzaktır. Öcalan’ın “Demokratik Çözüm” şeklinde tanımladığı sekiz boyutlu çözüm önerisinin bir başlığını oluşturan “Demokratik Özerklik Taslağı” incelendiğinde de görülecektir ki, bu yönetim biçimi kendinden olmayanı mahkûm eden bir siyasi modele dayanmaktadır. Statükocu, tepeden inmeci ve totaliter bir model sunulmaktadır.
Kürt milliyetçileri, “Apoculuk” öğretisi ekseninde, kültleştirilmiş bir figür etrafında, milliyetçi hislerle bir araya gelen bir toplum hayal etmektedirler. Belirli bir ideolojik-teorik birikime yaslanmayan, öfkelerini ve acılarını etnik aidiyetleriyle buluşturup milliyetçilikle sağaltmaya çalışan, örgütlülüğün sorgulanmaz cazip gücüne ve sunduğu sosyal imkânlara tutunan kitleler, Kürt milliyetçi hareketinin toplumsal tabanını oluşturmaktadır. Bu tabanı kontrol etmek, sevk edebilmek ancak gerilimin sürekli ve belirli bir dozda sürdürülmesi ile mümkündür. Toplumsal öfkeyi-nefreti ortadan kaldırmaya dönük siyasi bir çözüm çabasından daha çok, bu duyguları belli bir dozda tutup bunu tehdit unsuru olarak kullanmak Kürt Ulusal Hareketi’nin siyasal pragmatizmini de ele vermektedir. Bu yönüyle zaten resmi paradigmanın anayasal-bürokratik yapısı içinde Kürt sorununa çözüm üretmenin zorluğu yıllardır ortadayken, tersinden öykünmeci bir anlayışla Kürt ulusalcılarının ürettiği yeni paradigmanın sorunun çözümsüzlüğünü daha da derinleştireceği kuvvetle muhtemeldir.
Kemalist sistem tasfiye edilmedikçe; asimilasyon ve inkâr zihniyeti de ortadan tamamen kalkmayacaktır. Aynı şekilde, karşıtından beslenen ve en ufak bir sorunda dahi şiddeti ve sokağın öfkesini öne çıkaran Kürt milliyetçilerinin yaklaşımı da sorunun sivil siyasi çabalarla çözülmesinin önünde engel olarak durmakta. Toplumsal bir şizofreniye neden olan milliyetçiliklerin yarıştırılması, ancak sosyal yapının daha da tahrip olmasını sağlar; halklara ve mağdur edilenlere bir katkı sunmaz. Kürtler ve Türkler vahye ve fıtrata aykırı olan milliyetçi saiklerle siyaset üretmekten vazgeçmediği müddetçe Kürt sorununun ve daha birçok meselenin çözümü yakın vadede mümkün görünmemektedir.